İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durumu tartışmak için, biraz geriye, 12 Eylül karşı-devrimine kadar gitmek gereklidir.
İşçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durumu şekillendiren süreçler, 4 önemli gelişme ile birlikte ele alınabilir. Diğer etkenler, süreçler önemsizdir, etkisizdir anlamında değil elbet.
Bunlardan ilki 12 Eylül karşı-devrimidir. Sınıf mücadelesi böyledir, eğer sen devrimi gerçekleştiremezsen, karşı-devrim ortaya çıkar. 12 Eylül yenilgisi de böyledir. 12 Eylül yenilgisi, yenilgilerin en ağırlarından biri olmuştur. Darbe ortak başlığı altında 12 Mart ile 12 Eylül’ü aynı kefeye koymak doğru değildir. 12 Eylül, bir karşı-devrimdir. 12 Mart sonrasında ortaya çıkmayan moral kaybı ve çözülme, 12 Eylül sonrasının karakteristiğidir. Bunun ana nedeni, sol ve devrimci hareketin, savaş alanına açıktan çıkmamış olmasıdır. Savaşlar, çarpışmalar kaybedilebilirler. Ama savaş alanına çıkmadan bir yenilgi yaşarsanız, bunun yıkımı ağır olur. 12 Eylül, bu türden bir yenilgi olmuştur. Neredeyse istisnası olmayacak şekilde sol hareket, açık bir iktidarı alma savaşımına girişmemiştir. 12 Eylül işkencehanelerinde yaşanan büyük direnişe rağmen, 12 Eylül’ün hafızalarda devrimci saflarda bir erozyon olarak kalmasının nedeni buradadır. O işkencehanelerde gösterilen direniş, sokaklarda, barikatlarda ortaya konmuş olsa idi, muhtemeldir ki, bir yenilgi yaşansa bile çok daha onurlu bir yenilgi olacaktı.
Bu durum, devrimci hareketin büyük oranda çözülmesine neden oldu.
İşçi sınıfı, devrim saflarını aynı hızla terk etti. Devrimci hareket çözüldükçe, işçi sınıfından uzaklaştı, işçi sınıfı da devrimci harekete sırtını döndü.
İşçi sınıfı ile devrim safları arasına giren mesafenin artması, siyasal olarak işçi sınıfını sahneden uzaklaştırdı. Devrimci siyasete, hatta sol siyasete uzak duran bir işçi sınıfı, elbette, kendi sendikalarını bile koruyamadı. Hızla apolitik hâle geldi ve aynı anlama gelmek üzere sistem partilerinin kuyruğuna takıldı, kendi sınıf kimliğini bir yana bıraktı. En etkili sendikal örgütlenmeler kapatıldı ve buna karşı bir direniş ortaya çıkmadı. 15-16 Haziran’da, DİSK’i kapatma girişimine karşı ortaya konan direniş, 12 Eylül karşı-devriminde ortaya çıkmadı.
Sendikalar, yeni Sendikalar Yasası ile organize edildi. Yeni yasal zemin, daraltılmakla kalmadı, aynı zamanda işçi sınıfının kanını emen bir sendika mafyası organize edildi. Artık eskiyen “sendikal bürokrasi” yerini, devlet ve patronlarla daha mafyatik yollarla bağlı sendika mafyasına bıraktı. Sendika mafyası, bu açıdan önemli bir kavramdır.
İkincisi Kürt devriminin yükselişidir. 1984’ten başlayarak gelişen Kürt devrimi, işçi sınıfının örgütlenmesinin son derece zayıflamış olduğu, devrimci hareketin son derece dağınık olduğu bir döneme rastladı. Etkisi, daha çok “moral” düzeyinde kaldı ve devrimci hareketin Kemalist damarları ile hesaplaşmasına, o da belli ölçülerde ve sadece belli devrimci çevrelerde, olanak sağlamakla kaldı.
Ardından, SSCB’nin çözülüşü geldi. SSCB’nin çözülüşü, 12 Eylül yenilgisi ile birleşti ve sosyalizm fikri, ciddi bir prestij kaybına uğradı. Adeta bir erozyondur. Bu nedenledir ki “elveda proletarya” gibi saldırılar açılım gibi pazarlandı, Negri gibi dönekler, burjuva saflara iltica ettikleri hâlde, birer teorisyen olarak kıymet gördüler. Belki, SSCB çözülmemiş olsaydı, Kürt devriminin etkisi daha fazla yer tutabilirdi. SSCB’nin çözülmesi, 12 Eylül yenilgisi ile birleşti. Böylece devrim ve sosyalizm fikri, artık, “delilerin” savunduğu fikirler hâline geldi. Bize, yıllardır deli diye bakılmasını, bu nedenle, bir onur sayarız.
Dördüncü etken, Gezi Direnişi’dir. 2000’li yıllar, dünya çapında kapitalizmin yeni bir krize girmeye başladığı yıllar oldu. 2008 krizi, bu süreci tam anlamı ile ortaya çıkardı. Ve giderek dünyanın farklı ülkelerinde, emperyalist metropollerde, farklı farklı kendiliğinden kitle eylemleri ortaya çıkmaya başladı. Bugün bu süreç hâlâ devam ediyor. Ve Gezi Direnişi, ülkemizdeki kendiliğinden eylemlerin en önemlisi oldu. Gezi Direnişi, elbette ki, bir açıdan dünyadaki kitlesel eylemlerin bir parçasıdır. Ama aynı zamanda, ülkede sürmekte olan burjuva egemenliğe, 12 Eylül’ün tüm uygulamalarına, ki onlar hâlâ sürmekteydi, karşı bir tepki, kendiliğinden bir kitlesel tepki olarak ortaya çıktı. Gezi Direnişi, devrimin göz kırpması olarak da ele alınabilir. Nesnel süreçlerin ürünüdür ve 15-16 Haziran işçi direnişinin ardından, ülkemizin en önemli kitlesel eylemlerinden biridir. Kendiliğinden karakterini unutmamak koşulu ile.
Bugün, bu Gezi Direnişi’nin işçi sınıfı üzerinde etkileri görülebilmektedir.
Eğer bu dört kuvveti, dört etkeni hesaba katmazsak, işçi sınıfının bugünkü durumunu anlamakta da hatalı davranırız, eksik kalırız. Bu etkenler, şu ya da bu ölçüde hâlâ etkilerini sürdürmektedirler. Gezi Direnişi, TC devletinin kimyasını belli ölçülerde de bozmuştur. Suriye savaşımına, bir ABD projesi olarak büyük bir hevesle dalan TC devleti, dışarıda savaşı götürme sürecini, içeride de olağanüstü bir rejim örgütleyerek devam ettirmek istedi. Bölgede, dışarıda, ABD tetikçisi olarak “en iyi ihraç malı” olarak nitelenen askerini devreye sokan TC devleti, içeride de baskı ve şiddeti artırdı. Gezi’yi boğmak için her yola başvurdu. Hem Kürt devrimine karşı hem de işçi sınıfı ve onun bağlaşıkları olan toplumsal muhalefete saldırılar, “iç savaş” hukuku ile yürütüldü. Hâlen de öyledir. Saray Rejimi’ni ortaya çıkaran süreç, buradadır. Emperyalistler arası savaşta üstlendiği ABD tetikçisi rol, Kürt devrimi ve işçi sınıfına karşı iç savaş ile birlikte gelişti.
Saray Rejimi’nin dayandığı, yağma-rant-savaş ekonomisi, siyasal alanda ifadesini buldu. Savaş ekonomisini sürdürmenin, rant ve yağma ekonomisini sürdürmenin olağan yolu yoktur. Böylece işçi sınıfının, tüm toplumsal muhalefetin (Toplumsal muhalefet derken, elbette CHP vb. gibi burjuva muhalefeti içine katmıyoruz. Kadın hareketini, gençlik hareketini, çevre hareketlerini vb. içine katarak konuşuyoruz.) karşısına çıkan Saray Rejimi, bugünkü durumu ele almanın önemli bir koşuludur. Onu görmeden olmaz.
1
İşçi sınıfı, sendikal örgütlenmesinde oldukça geri bir noktadadır. Bu niceliksel olarak da böyledir. İşçi sınıfının çok küçük bir kesimi örgütlüdür. Sendikalı işçi sayısı, yüzde beş civarındadır. Bu 12 Eylül öncesi ile kıyaslanmayacak bir niceliksel geri düşmeyi gösterir. 12 Eylül baz alınırsa, o döneme göre işçi sınıfı neredeyse 3 kat büyümüştür, ama sendikalı işçi sayısı, o dönemin neredeyse yarısına inmiştir.
Ama esas olarak sorun, sendikalı işçilerin sayısındaki azlıktan çok, niteliktedir. Gerilemenin kanıtı olarak sendikalı işçi sayısına ya da her yıl imzalanan toplu sözleşmelerden yararlanan çalışan sayısına bakmak, meseleyi oldukça hafife almak olur. Bu rakamlar çok çarpıcı da olsa, işin sadece niceliksel yönünü gösterir. Oysa işçi sendikaları, niteliksel olarak büyük erozyon yaşamıştır, işçi sendikası olmaktan çıkarılmışlardır.
Nitelik olarak işçi sınıfı büyük oranda örgütsüzdür.
Sendikalar, işçi sendikası olmaktan çıkmıştır. Yasal düzenlemeler buna olanak vermektedir. Ama esas mesele yasal mevzuatların yarattığı cendere değildir. Esas mesele, sendikaların çok büyük kesiminin “işçi sendikası” olmamasıdır. Sendikaların çoğunluğu, kahir ekseriyeti, sendika mafyasının denetimindedir. Bu hâli ile sendikalar, işçi hareketini, işçi sınıfının tepkilerini frenlemek için organize edilmişlerdir. İşlevleri, işçi hareketinin, işçi sınıfının ensesine bir sülük gibi yapışıp, enerjisini emmektir. Hâl böyle olunca, en sıradan bir hak arama eylemine dahi işçiler, yalnız ve örgütsüz olmanın ötesinde, “düşman” kontrolünde başlamaktadırlar. Tekel Direnişi ortaya çıktığında, işçiler sendikalar tarafından denetimde tutulamadıkları için “sorun” hâline gelmişlerdi. 1 Mayıs kutlamalarında işçiler, kendi istediklerini sahaya yansıtamaz durumdadırlar. En başta sendikalar, onların istemlerini sansürlemektedirler. Sendika yöneticileri ile devlet yetkilileri bir araya geldiklerinde, sendikalar en ileri söz olarak “işçileri tutamıyoruz” demenin ötesine geçememektedirler. Masada devletin iki kurumu tartışır gibidir. Türk-İş Başkanı’nın pazarlıklar sürecinde yanlışlıkla açık unutulmuş mikrofonlara yansıyan sözleri, bunun en açık kanıtıdır. Kamu emekçileri ile devletin her görüşmesi, iki devlet yetkilisinin konuşması ölçüsü içindedir. Devletin Bakanı, bir memuru ile konuşur gibidir.
Elbette bunun dışında var olan sendikalar vardır. Ama bu sendikalar, çok küçük sendikalardır ve onlar da içinde yer aldıkları sendikal konfederasyonlarca “lanetli” sendika muamelesi görmektedirler. Hem üye sayıları azdır hem de sendikal konfederasyonlar içinde etkileri azdır. Yanlış anlaşılmasın, bu sendikalar, birer işçi sendikası oldukları için, gerçek işçi sendikası oldukları için, son derece önemli bir yer tutmaktadırlar. Biz, işçi sendikalarının genel durumu açısından bir tablo çizme derdindeyiz.
Bir fabrikada sendikal örgütlenme başladığında, büyük ölçüde sendika, örgütlenmekte olan işçileri satmakta, ihbar etmektedir. Sendika, sendikal çalışma yapan işçileri, hem patrona hem de devlete bizzat ihbar etmektedir. Bu sendikalara işçi sendikası demek mümkün müdür?
2
Sendikal mücadele de dahil, işçi sınıfının mücadelesinde en önemli silahlardan biri grevdir. Sendikal örgütlenme bu hâle gelmiş iken, grev, işçilerin elinden bir silah olarak da alınmış olmaktadır.
12 Eylül baz alınırsa, işçi sınıfı, neredeyse grev silahını hiç kullanmamış gibidir ve etkili hiçbir grev ortaya çıkmamıştır. Sadece Erdoğan’ın sözleri bile buna kanıttır. İşverenlerden bazı aykırı sesler yükseldiğinde Erdoğan, sayemizde, OHAL sayesinde grevleri erteliyoruz, daha ne istiyorsunuz, bile demiştir.
Grev, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmasının yoludur. İşçiler, kendi haklarını elde etmek için, en sıradan ekonomik veya demokratik haklarını elde etmek için grev silahına başvururlar. Bu tüm dünyada, tüm işçi hareketi tarihi boyunca geçerlidir. Ülkemizde, işte bu silah, grev silahı, işçi sınıfının elinden alınmıştır.
Grev silahı, üretimden gelen gücün kullanılmasıdır ve doğrusu bunun yasal bir hak olup olmaması da çok belirleyici değildir. Hem yasal hak olsa da işçilerin eylemleri saldırıya uğrayacaktır hem de yasal olmadan da grev bir silahtır. Burjuvazi bu hakkı tanımak zorunda kalmıştır, yoksa grev hakkından çok hoşlandığından dolayı grev hakkı yasallaşmamıştır. Aralık 2021 başında sağlık çalışanları ülke genelinde bir günlük iş bırakma eylemi yapmışlardır. Doğrusu da bu tip eylemlerin geliştirilmesidir. Yoksa mevcut sendikal anlayışla, zaten yasal olan haklar dahi kullanılmamaktadır.
Grev, sadece bir anlaşmazlık durumunda, işçilerin haklarını almak, alınmış haklarını savunmak için başvurdukları bir silah da değildir. Grev, zaman zaman, işçi sınıfının bir alandaki üyelerinin direnişini desteklemek, sürmekte olan toplumsal mücadelede kendi tutumlarını ortaya koymak için de devreye girer. Bunun dünya ve ülkemiz tarihinde birçok örneği vardır. Dayanışma grevleri, genel grev gibi grevler, tam da bu anlamda iş görürler. Bunlar olmadan da bir grev hakkından, grev silahından söz edilemez.
Özal dönemi ile başlayan, AK Parti dönemi ile süren özelleştirme saldırılarına karşı işçi sınıfının yeterince güçlü ses çıkartamamış olmasının nedeni, sendikal hareketin sendika mafyası tarafından kontrol ediliyor olmasıdır. Bu amaçla, özelleştirme saldırısına karşı ortaya çıkan direniş ve grevlerin tümü, en başta sendika mafyasının işçi düşmanı tutumları ile yenilmişlerdir, etkisiz hâle getirilmişlerdir. 1960 sonrasında özellikle gelişme gösteren grev ve direniş şeklindeki mücadele gelenekleri, 12 Eylül’den bu yana, uzunca süre unutturulmuş gibidir. Tüm yasal sorunlara rağmen, sendika yasasının tüm anti-demokratik yanlarına rağmen, bu sonucun ortaya çıkmış olması, bir “yasal” sorun olarak ele alınamaz. Sendika mafyası anlaşılmadan, kavranmadan, bu durum kavranamaz. Grev silahının, işçi sınıfının elinden bir silah olarak alınması da bu sürecin sonucudur. Son derece önemlidir.
Grev silahı olmadan sendika, bir örgütlenme aracı olarak da iş göremez. İşçi sınıfının büyük ölçüde, siyasal bir sınıf, siyasal bir varlık olmaktan çıkartılarak, salt fabrikalarda kanı emilen bir sınıf olarak şekillenmesi çabasıdır bu.
İşçi sınıfı artık yoktur, işçi sınıfı bitmiştir masalları, gerçekte işçi sınıfını bir siyasal özne olarak sahneden uzak tutmak için geliştirilen saldırının bir parçasıdır.
3
Bugün, Gezi Direnişi’nin ardından, dünyanın birçok ülkesinde gelişmekte olan işçi eylemleri ve kitle gösterilerinin içinde, işçi sınıfı, bu durumun farkına varmaktadır.
TC devleti, Saray Rejimi, açık bir biçimde tüm devlet çarkının işçi düşmanı karakterini ortaya koyması ile birlikte, işçiler, kendi günlük yaşamlarında, bu durumu fark etmeye başlamışlardır.
İşçiler, iki şeyin farkındadırlar:
Birincisi, sendikalar kendilerinin sendikaları, işçi sendikaları değildirler. Sendikalar, sendika mafyası tarafından, işçi sınıfının enerjisini, öfkesini emmek üzere organize edilmiş durumdadırlar. Her örgütlenme girişiminde işçiler, bunun bir kere daha farkına varmaktadırlar.
İkincisi, grev silahının etkisiz olmasının, hatta kullanılmamasının, kendi mücadelelerini çıkışsız kıldığının farkına varmaya başlamışlardır.
Sendikaların birer işçi sendikası olmaktan çıkması ve grevin bir silah olmaması durumu, bir nesnellik olarak ne kadar gerçek ise, işçilerin bu durumu fark etmeye başlaması da, bugünkü somut durumun bir parçasıdır. İşçilerin giderek daha fazla sayıda bölümü, bu somut durumu görmekte, anlamaya başlamaktadır. Bu, yeni bir durumdur.
İşçi sınıfının her üyesi, her gün, günlük mücadelesinde, sendikaların oynadığı bu işçi düşmanı rolün farkına varmaya başlamıştır. Bunun bir bilince dönüşmesi artık çok daha olanaklıdır. Karşılarına çıkan devlet güçlerinin kullandıkları baltaların saplarının, sendika mafyası tarafından yapıldığını görebilecek durumdadırlar. Ünlü hikâyede ağaç, kendisine inen baltaya şöyle seslenir; ey balta sen beni kesemezdin ama ne yazık ki sapın benden yapılmış. İşçi sınıfının içindeki bu ihanet şebekesi, sınıfın sendikal örgütlenmesinin başına çöreklenmiş, kene gibi sınıfın ensesine yapışmış durumdadır.
Bunu görmek ile, bu keneyi enseden kopartıp atmak ayrı şeylerdir. Acı verici bir operasyondur bu. Bu kene, o enseden koparılıp atılmak zorundadır. Neye mal olursa olsun, bu yapılacaktır.
Bu kene atılmadan, işçi sınıfı başı dik hâle gelmeyecektir. Başı eğik bir sınıf, önünü göremez, mücadelenin bütününü göremez, buna uygun eylemler geliştiremez, sınıf kardeşlerinin durumunu fark edemez.
4
Tüm bunlara rağmen, işçi direnişleri, toplumsal direnişlerle birlikte sürmektedir. Gezi Direnişi’nin açtığı yol, işçi sınıfının direnişlerinin daha da gelişmesini teşvik etmiştir, etmektedir. İşçi sınıfı, bir sınıf olarak, ana gövdesi ile fabrikalarda şalterleri indirerek alanlara, barikatlara çıkmamıştır. Birçok işçi bu eylemlerde yerini almıştır. Bu, tarihsel bir zorunluluktur da. Ama işçi sınıfı ana gövdesi ile bu eylemlerin içine kendi damgasını vurmamıştır. Şimdi, bu direnişin etkileri, işçi sınıfı da dahil, tüm toplumsal mücadelenin bileşenlerinde yaşamaktadır. Bu nedenle, Gezi Direnişi, hâlâ egemen sınıf için, burjuvazi için, onun devleti için, Saray Rejimi için, bir kâbus olarak varlığını korumaktadır. Bu nedenle, her kadın cinayetinden sonra, her ekonomik krize karşı tepkiler gündeme geldiğinde, her öğrenci eyleminden sonra, Saray Rejimi, Gezi sendromu ile yüzleşmektedir.
Gelişen her işçi eylemi, her direniş, her sıradan hak arama eylemi, işçi sınıfının bilincinde izler bırakıyor, işçilerin düşmanlarının gerçekte kimler olduğunu görmelerini sağlayacak olanaklar biriktiriyor.
Bu nedenle, bugün, direniş, özellikle de işçi direnişleri, ama her direniş, büyük bir değerdedir. Her direniş, işçiler için, direnişçiler için büyük bir öğretmendir.
Her direniş, devrimci hareket ile işçi sınıfının arasındaki mesafeleri azaltmaktadır.
Her direniş, işçi sınıfının siyasal bilincinde bir gelişime olanak sağlamaktadır. Gerçek anlamı ile sınıf olmanın, tarih sahnesine toplumsal mücadelenin öncü gücü olarak ortaya çıkmanın olanakları buradadır.
Bu direnişler, hem işçi sınıfının devrimci saflarda devrimcileşerek yer almalarının yoludur hem de sendikalarını geri almalarının gerçek yoludur.
Bu demektir ki, işçi sınıfı, her fabrikadaki işçiler, kendi örgütlenmelerini, sendikalar dışında da hayata geçirmek zorundadır. İster adına meclis densin ister konsey, ister adına işçi birlikleri densin ister işçi komiteleri densin, işçiler, sendikalar dışında bu örgütlenmeleri geliştirmek zorundadırlar. Kendi mücadelelerini geliştirmek, kendi güçlerini örgütlemek, kendi örgütlerini yaratmak dışında bir yol yoktur.
Bu örgütlenmeler, bu direnişlerle geliştiklerinde, elbette ki, sendikal alanda da yankılarını bulacaktır. Sendikaları birer işçi sendikası olarak ortaya koymanın yolu, sendikalar ile işyeri örgütlenmeleri arasında kopmaz bir bağ kurulmasıdır. Bunun için, her işyerinde işçi örgütlenmeleri büyük değerdedir.
Bu konuda yol alınmak zorundadır.
Son yıllarda işçilerin birçok direnişi, kendi planlarını da aşarak, yeni eylem biçimlerini yaratmaktadır. Fabrika işgallerine kadar birçok yeni eylem biçimi gelişmektedir. Bu, grev silahını, pratik olarak ele almak demektir.
Örnek olsun. Her seferinde, her yılın sonunda, asgarî ücret üzerine bir tartışma yürümektedir. Devletin resmî verilerine dayalı olarak, işçilerin içinde bile yer almadıkları komisyonlarca, devlet tarafından, işveren tarafından belirlenen asgarî ücret tartışmaları, her seferinde dağın fare doğurması ile sonuçlanmaktadır.
Asgarî ücret, işçi sınıfının ortalama ücreti hâline gelmiştir. Sendikalar, ana gövdesi ile sendikalar, devletin belirlediği asgarî ücreti işçilere kabul ettirmek için iş görmektedir. Sadece işçiler değil, sendikalar da devletin istatistiklerinin yalan olduğunu bilmektedir. Kaldı ki, her yeni asgarî ücret, düzeyi ne olursa olsun, bir-iki ayda erimektedir.
İşçiler, açık olarak bir kamulaştırmayı savunmak zorundadır. Elektrik, doğalgaz, su, eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlar ücretsiz hâle getirilmeden, asgarî ücret üzerine yürütülen tartışmalar yetersizdir, saçmadır.
Okur yazar takımı (OYT) içinde görevli iktisatçılar, sendika uzmanları, hep birlikte, asgarî ücreti, yüzde bilmem kaç artırmak üzerinden bir tartışma yürütmektedirler. Saray Rejimi, “Çin düzeyinin altında bir asgarî ücret” hedefinden söz etmektedir. OYT, sendikacılar, iktisatçılar, utanmadan Çin’deki durumu dahi gizlemektedirler. Çin’de eğitim ücretsizdir, Çin’de sağlık ücretsizdir, Çin’de işçilerin üzerindeki vergi yükü böyle değildir, Çin’de elektrik, doğalgaz, su vb. gibi faturalar asgarî ücretin yarısını götürmemektedir, Çin’de konut kiraları böyle değildir.
Sendikalar, açık olarak, elektriğin, doğalgazın, suyun ücretsiz olmasını, sağlık ve eğitimin, ulaşımın ücretsiz olmasını savunmak zorundadır. Bunun yolu, açık bir kamulaştırmadır. Vergilerin çok büyük bölümünü karşılayan işçilerdir, ücretli çalışanlardır. Bunun değişmesinin tek yolu, kamulaştırmadır.
İşçilerin yaşam ve çalışma koşulları dayanılmaz bir noktadadır.
Her geçen gün bu koşullar zorlaşmaktadır. Kölece bir yaşam işçilere dayatılmış durumdadır. Bundan çıkışın yolu, açıktan kamulaştırmadır ve işçiler bu kamulaştırmayı gündeme taşımak zorundadır.
Bugün bir işçi, evinden çıkarken, akşam eve sağ gelip gelemeyeceği konusunda endişelidir. Soma cinayeti, Soma cinayetinin davası, cenazelerin ortasında, cesetlerine ulaşılmamış işçilerin ailelerinin önünde tekmelenen işçilerin görüntüleri hafızalardadır. Torunlar İnşaat’ın asansöründe feci biçimde can veren işçilerin hatırası canlıdır. Bu ülkede her gün, 4-6 işçi, iş cinayetlerinde can vermektedir. Ve utanmaz iktisatçılarımız, Saray Rejimi’nin gündeme sürdüğü, “ucuz emek” ile kalkınma modelini tartışmaktadırlar.
İşçi sınıfı kendi ekonomik-demokratik haklarını, tüm sosyal haklarını, grevlerle, toplu sözleşmelerle belirlemelidir. Bu, dünya işçi hareketi mücadelesi ile sökülüp alınmış bir haktır. Asgarî ücret de, emeklilik süreçleri de, emekli maaşları da bu sözleşmelerin gündem maddelerinden olmalıdır. İşçiler, kendi mücadeleleri ile haklarını alırlar. Bunun başkaca bir yolu yoktur.
İşçi sınıfı bir oy deposu, işçi sınıfı düzen partilerinin bir seçim tartışmasının nesnesi değildir. İşçi sınıfı, fabrikalarda kanı emilecek, ülkenin ucuz emek cennetine dönüşmesi söz konusu olunca hatırlanacak bir sınıf olmaktan çıkmak zorundadır.
5
Bugün, işçi sınıfı, her yönden bir saldırı ile karşı karşıyadır.
Yaşam pahalılığı, ücretlerin düşüklüğü yaşamı çekilmez kılmaktadır.
Fabrikalardaki çalışma koşulları, işçilerin köle gibi çalışmalarını dayatmaktadır. Pandemi nedeni ile hasta olan işçiler bile zoraki çalıştırılmaktadır.
İşsizlik, işçi ücretlerinin aşağıya çekilmesi için bir silah olarak, bizzat devlet ve patronlar tarafından kullanılmaktadır.
İşçiler, haklarını almak için, sadece patronla, kapitalistle karşı karşıya değildir. Onların karşısına patronlar, devletleri ile dikilmektedir. Devlet, patronların siyasal örgütüdür, en gelişmiş siyasal örgütüdür.
İşçilerin sosyal hakları, 12 Eylül’den bu yana sürekli budanmaktadır.
İşçi çocukları eğitimden mahrumdur.
Sağlık hizmetleri ateş pahasıdır.
Kentlerde yaşam, işçiler için dayanılmaz boyutlarda zorluklar içermektedir.
Tüm bunlara karşı en küçük hak arama eylemlerinin karşısına devlet, tüm güçleri ile, ordusu ile, polisi ile, TOMA’sı ile, copu ile, mahkemeleri ile, gazı ile sendika mafyası ile, burjuva partileri ile dikilmektedir.
Bu topyekûn saldırıya karşı, topyekûn direniş zorunludur.
İşçiler, tüm bu sorunların üzerinden gelebilecek olanaklara, güce sahiptir. Mesele işçi sınıfının örgütlenmesindedir.
İşçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefet güçleri, Birleşik Emek Cephesi’nde örgütlenmelidir. İşçi sınıfının alternatifi budur. İşçi sınıfı, burjuva partilerin, Saray Rejimi veya onun sözde muhalefeti olan CHP gibi partilerin kuyruğuna takılarak bu cendereden kurtulamaz, bu mücadeleyi kazanamaz. İşçi sınıfı, kendi yolunu örgütlemek zorundadır. İşçi sınıfının kendi yolu, kendi alternatifi, Birleşik Emek Cephesi’dir.
En küçük işçi örgütlenmesi, en küçük direniş, toplumsal muhalefetin en küçük örgütlenmeleri dahil olmak üzere, her işçi emekçi örgütlenmesi, Birleşik Emek Cephesi’nin bir parçasıdır.
Birleşik Emek Cephesi, tüm direnişleri geliştirmenin, örgütlü güç oluşturmanın, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm alternatifini canlı hâle getirmenin tek yoludur.
Sendika mafyası da dahil, işçi sınıfının kendi mücadelesinin önündeki tüm engelleri kaldırmasının yolu buradan geçmektedir.
Yaşam bir bütündür. Sorunlar, çoğunlukla tek tek değil, hepsi bir arada çözüme ulaşma eğilimindedir. Mücadelenin tüm ihtiyaçlarını çözecek şey, direniş ve örgütlenme hattındadır, işçi sınıfının kurtuluşu hattındadır.
İşçi sınıfı, sadece kendisini değil, kendisi ile birlikte tüm toplumu kurtaracak güçtür. Bu güç, onun üretimdenki gücünden, hayatı üretenin işçi sınıfı olması gerçeğinden gelmektedir.
Bugün, 2022 yılının başında, işçi sınıfı bunu yapacak potansiyele sahiptir. Dahası, işçi sınıfı, bu zorlu mücadelenin gerekliliğinin pekâlâ farkındadır. İşçi sınıfına, bize gerekli olan, mücadele ve direniş yolundan kararlılıkla yürümektir. Adımlar sıklaştıkça, akıllar da açılacaktır.
Direniş öğretmendir, öğretir.
Öğrenen insan güzelleşir.
Daha sağlam, daha köklü örgütlenmeler yaratmanın yolu buradadır.
İşçi sınıfı, önümüzdeki dönemde, hem kendi günlük acil ihtiyaçları için örgütlenmeler geliştirecek, bunun mücadelesini geliştirecek durumdadır hem de bu mücadele, gelecekteki sosyalist iktidarın organlarını oluşturacaktır.
Mücadelenin kendisi, devrimin kendisi büyük öğretmendir.
Mücadelenin daha da sertleşeceği açıktır.
Bu topraklarda kolay mücadele, kolay zafer olmayacaktır.
Çünkü bu topraklarda gelişen sosyalist devrim, binlerce yıllık sömürü tarihi ile, yüzlerce yıllık aşağılanma ile, yüzlerce yıllık ayrımcılık ile, egemenlerin nesiller boyu gelen egemenliği ile hesaplaşma da demek olacaktır. Bu tarihsel görevlerle yüklü devrimin öncü gücü işçi sınıfıdır.
Örgütsel zayıflık, dünden gelmektedir. Gelecek günlerde bunu yenmek olanaklıdır.