2 Temmuz 1993‘te Sivas’ta 33 aydın ve sanatçı ‘yakılarak‘ katledildiler. Dikkat edelim, bu insanların ‘yakılması‘, ortaçağda değil, bundan 24 yıl önce oldu. Bugün yaşları 30‘ların üstünde olan hepimizin ve devletin bütün yetkili ve ilgililerinin gözleri önünde, insanlar ‘yakılarak‘ canverdiler. İnsanları savaş koşullarında bile ‘yakarak‘ öldürmek savaş suçu olarak kabul edilirken, bu ülkenin ortasında, aydınlar, sanatçılar cayır cayır yakıldılar. Gecenin karanlığında, gökyüzüne yükselen, alev ve duman değildi sadece, her bir canımızın nefesi, yaşam sevinci, hasreti ve sevdasıydı. Mahsur edildikleri bir otel odasında ölümü, ‘kalanlarımız ölenlerimize şiir yazsın‘ diyerek bekliyor, karşılıyorlardı. Otelden çıksalar linç edileceklerdi, çıkamadıkları için yakıldılar. Katliamcıların her biri, dünün din adına insan yakanları veya bugünün huşu içinde ve kendinden geçerek, insanların kafasını kesen IŞİD‘çileriydiler.
Şüphesiz bu katliamın vahşetini anlatmak kolay değildir, ancak bunun mutlaka yapılması gerekir. Bununla birlikte katliamların doğru anlaşılması da önemli ve gereklidir.
Katliamlar, devletlerin organize ettiği politik operasyonlar olarak kabul edilmeli ve böyle ele alınmalıdır. Yoksa katliamlarla hesaplaşmak, onları doğru anlamadığımız sürece, mümkün olmamakta, katliamlar devam etmektedir.
Böyle yaklaşılmadığı için, tarihsel olarak Türk devletinin yaptığı katliamlar, son yıllara kadar, farklı, kolaycı ve yüzeysel bir biçimde değerlendiriliyorlardı. Bu tür katliamlar daha çok dönemsel sorunlarla ve yerel yöneticilerin basiretsizliğiyle izah ediliyor, öyle anlatılıyordu. Böyle bir bakış açısıyla katliamlar ele alındığından, sorunun tanımı da, çözüm önerisi de farklı olmaktaydı. Ya katliamın hedefi olan kitlelerin daha uyumlu, asimile olmuş, uysallaşmamış, sesi çıkamaz hale gelmesi isteniyor ve hedef kitleye böyle davranma zorunluluğu dayatılıyordu. Veya bütün suç, yerel yöneticilerin hataları olarak izah ediliyordu. Her iki halden de katliamcı politikaya hİzmet ediliyor, katliamcı yapı gizleniyordu.
Bu nedenle 2 Temmuz katliamına geçmeden önce Türk devletiyle gerçekleştirilmiş katliamlar arasındaki ilişkiye dair bazı noktaların açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
1915 Ermeni soykırımından başlamak üzere, tarihsel dönem boyunca yapılmış olan ve halen devam eden katliamların tamamı, doğrudan Türk devletinin ilgili kurumları tarafından planlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Hiç kimse veya hiçbir alelâde grup, devlet tarafından desteklenmediği, teşvik edilmediği ve yönlendirilmediği sürece, katliam gibi bir insan kıyımını gerçekleştiremez. Hatta böyle komplike bir insan öldürme operasyonuna yönelemez, cinayetler yöntemiyle bir etnik ve dinsel arındırmayı düşünemez, tasarlayamaz. Öncelikle bu gerçeğin bütün çıplaklığıyla, çok net ve somut olarak ortaya konması gerekir.
İkinci olarak bu katliamları planlayıp gerçekleştiren ve devlet dediğimiz söz konusu siyasal yapılanma, ne idüğü belirsiz bir olgu olarak görülmemelidir. Söz konusu devlet, elle tutulmayan, gözle görülmeyen soyut bir gizemlilik içindeki bir hayalî durum değildir. Devlet, somuttur ve bu tür katliamları planlayıp örgütleyen, bu tür kirli ‘işleri’ gerçekleştiren kurumları ve birimleriyle bilinebilir, elle tutulup gözle görülebilirdir. Devletin katliamcılarının adları, sanları vardır, halklardan, gasp edilen paralarımızdan maaşlar almakta ve bizim içimizde, karanlık maskeleriyle gizlenerek de olsa dolaşabilmektedirler. Katliamlarla yüzleşmek demek bu gerçekliklerin açıklığa çıkartılması, deşifre edilmesi demektir. Yoksa sadece katliamların üç-beş icracısı olan eli kanlı katillerin cezalandırması, katliamlarla yüzleşmeyi sağlamıyor. Tam tersine bu yolla devlet, en fazla birkaç katili gözden çıkartarak, gerçek katliamcıları kurtarmakta, katliamın asıl sorumlularının gizlenmesini sağlamaktadır.
Üçüncüsü, katliamların hazırlığı, yargılanma süreci ve sonrası, yapılan katliamın bir parçası ve devamı olarak, tam bir plan dahilinde yürütülmektedir. Yani katliamcılar sadece o an katliam yapmış olmakla yetinmiyor, katliamın hazırlık aşamasını da, katliamdan sonrasını da planlıyorlar, hiçbir gelişme tesadüfî, rastgele ortaya çıkmış olmamaktadır.
Katliam öncesinde etnik, dinsel ve siyasal farklılıklardan düşmanlıklar yaratılıyor. Sonra bu düşmanlıklar, egemen unsurun ’tahrik‘ olmasına yol açan bir gelişmeyle, katliam operasyonunun başlatılmasının aracı olarak kullanılıyor.
Katliamdan sonra ise, katliamın gerçeklerinin gizlenmesi için yargılama sürecine müdahale ediliyor. Katiller onurlandırılıyor, mükâfatlandırılıyorlar. Katliamdan sağ kalmış olan katliam mağdurları ise yaşadıklarına pişman ediliyor ve topraklarını, kimliklerini terketmeye zorlanıyorlar.
Dördüncüsü, devletin bu katliamları neden ve nasıl yaptığının da doğru bilinmesi gerekir. Türk devleti katliamları, biri stratejik, diğeri dönemsel olmak üzere, iki nedenden dolayı yapmaktadır. Türk devletinin stratejik nedeni, etnik ve dinsel arındırmadır, konjonktürel nedeni ise dönemsel olarak içinde bulunulan koşulların politik ihtiyacıdır. Yani tek cümle ile katliamlar, Türk devletinin, etnik ve dinsel arındırma ve dönemsel sosyo-politik sorunları kontrol altına almak amacıyla yaptığı planlı operasyonlardır. Bütün bunların toplamından da egemenler, düzenlerinin selâmetini sağlamış oluyorlar.
Şimdi bu perspektifle 2 Temmuz katliamına bakıldığında bütün bulguların bu tezleri doğruladığını görebiliriz. Birincisi, stratejik neden olarak Türk devletinin Alevilere karşı tarihsel bir düşmanlığı bulunduğu, onları her durumda asimile etmeyi ve yok etmeyi amaçlayan bir stratejik politikasının olduğu biliniyor. O nedenle bu katliam, stratejik olarak Alevilerin yok edilmesi amacıyla, daha önce ve daha sonra yapılan katliamların bir parçası ve devamı olarak planlanmış ve gerçekleştirilmiştir.
Dönemsel olarak bu katliamın yapılmasını gerektiren diğer neden/nedenler ise dönemin siyasal gelişmeleriyle ilgiliydi. 2 Temmuz 1993’te Kürdistan’da süren özgürlük mücadelesi, önemli bir gelişme göstermişti. Bu gelişme Türkiye’de yaşayan Alevileri de etkilemişti. Aynı şekilde çeşitli toplumsal kesimlerde, bu gelişmenin de etkisiyle demokratikleşme çalışmalarına daha yakın bir ilgi gösteriyorlardı. Bu gelişmelerin tam karşılığı, Kürt sorununda çözümün ve demokratik hakların, toplumsal bir talebe ve güce dönüşmesi yönünde ilerliyor olmasıydı.
Öte yanda devletin temel kurumlarının başında olan Tansu Çiller, Doğan Güreş ve Mehmet Ağar ekibi, Kürt hareketini ortadan kaldırmayı özel bir politİkaya dönüştürmüşler ve gayri ahlâkî, gayri insanî ve hukuk dışı her yolu deneyerek bu politikalarını geçekleştirmeye çalışmaktaydılar. Adı geçen ekip, bu çerçevede yapılması gereken en önemli iş olarak Alevilerin Kürtlerle başlamış olan yakınlaşmasını önlemek istiyordu. Sivas’ta düzenlenmiş olan Pir Sultan Şenliklerine giden aydın ve sanatçılar, bu sürecin yarattığı etkilenmeyle demokratik gelişmelerin içinde yer alıyor, bu süreci daha ileri taşımanın bir parçası olarak, bu etkinliğe katılıyorlardı. Somut olarak bu gelişmeyi önlemek ve Alevi katliamlarına bir yenisini ekleyerek onların toplumsal varlıklarını ve gücünü sınırlandırmak isteyen devlet, ilgili birimleri harekete geçirerek, dönemin IŞİD’çileri aracılığıyla bu katliamı planlamış ve gerçekleştirmiştir.
2 Temmuz katliamında, katillerin devletle olan ilişkisi, yargılama sürecinden açığa çıkan gerçekler, yukarıda yazılanların tamamını doğrulamaktadır. 2 Temmuz katliamını yapan baş katliamcılar ve değişik düzeylerde katliamda rol oynayan ve fonksiyon icra edenlerin tamamı, devlet içinde konumları olan unsurlardır. Dönemin belediye başkanından askerî komutanına, emniyet görevlisinden yargı mensubuna kadar uzanan bir listede yer alan katliamcıların olduğu, yargılama süreci ve sonrasında açığa çıkan bilgilerle anlaşılmıştır. Bunların yanında o dönemin Refah Partili ileri gelenler ile bugün AKP‘nin bazı yönetici ve bazı bakanlarının bu katliamda rol aldıkları bilinmektedir. Böylece katiller, görevlerine bağlı olarak onurlandırılmışlardır.
Buralardan bakıldığında 2 Temmuz katliamının da, bugüne kadar devam eden diğer katliamların da devlet tarafından yapıldığını anlamak zor olmamaktadır.
İşte tam bu noktada katliamlara karşı mücadele veya katliamlarla yüzleşme, alelâde bir hak alma, eşitlik ve özgürlük talebi veya insan hakları kapsamında demokratik bir talep olarak görülmemelidir. Bu katliamcı politikalarla mücadele etmek, doğrudan devlete karşı mücadele etmeyi zorunlu kılmaktadır. Başka bir perspektifle katliamcılara karşı mücadele etmek mümkün değildir.
Bunun için 2 Temmuz katliamıyla yüzleşmek demek, katliamları daha derin ve kapsamlı yapmayı amaçlayan Erdoğan diktatörlüğüne ve Türk devletine karşı mücadele etmek demektir ve bizi katliamlardan koruyacak bundan başka da hiçbir yol yoktur. Türk devletinin katliamcı politikalarındaki süreklilik nedeniyle, 2 Temmuz katliamı o gün bitmedi, bugün de devam etmektedir. Bu gün Maraş Terolarda yapılan kampla, İ. Doğan’ın asimilasyon çabalarıyla, Alevilere cemevi yaptığı için O. Baydemir’in yargılanmasıyla, Şengal’de Ezidilere yapılan katliamlarla, Sur’da, Cizre’de ve daha birçok yer ve biçimde yapılan katliamlarla, 2. Temmuz devam etmektedir.
Doğal ve gerçek olan katliamlar değil, eşit, kardeşçe ve bir arada yaşamaktır. Bu ideali ve insanî yaşam biçimini gerçekleştirmek, bütün zorbalıklara, hile ve yalanlara rağmen, hem boynumuzun borcu, hem de anamızın ak sütü gibi hakkımızdır.