Hayatta bazı şeyler için “Allah düşmanıma vermesin” denir ama bazen de verse iyi olur sanki. Şu Feyizoğlu’nun geçen gün yaşadığı şey… ‘Zillet’ diye bir kelime vardır ya hani, tam o işte. Öyle çoluk çocuk filan değil, bir sürü yaşını başını almış insan sana arkasını dönüyor, ‘defol git’ diyor. Beş altı adet koruma ve polis dışında kimsenin takmadığı lüzumsuz bir varlık olarak ezile büzüle kuyruğunu kıstırıp gidiyorsun.
Versin. Ben unutkan biri değilim, kimse de olmasın. Allah düşmanıma tam da bunu versin ve vermiş, iyi de etmiş. Turgut Uyar’ın dediği gibi, “Afferin Tanrıya!”
Ama öte yandan, akılların biraz başa gelmesini bekleyebiliriz belki.
Bakın şimdi, bu tuhaf varlık, yani Feyzioğlu, 2013’te yapılan kongrede ilk kez Barolar Birliği Başkanı olmuş. Aldığı oy: 209. Vedat Ahsen Coşar isimli başka bir aday 156 oy almış, Kazım Kolcuoğlu ise 68’de kalmış. Yani ucu ucuna! Anlaşılıyor ki, ulusalcı kesim kongreye fena yüklenmiş. Daha sonra 2017’de yapılan kongrede ise durum ilginç! 486 delegenin oy kullandığı kongrede, Feyzioğlu, geçerli 420 oyun 419’unu almış! Neredeyse tümü! Yani, bugünkü baro başkanları, bu adamı o makama seçmişler.
İşin sırrı sanırım biraz şu 2014’teki Erdoğan’la girdiği kürsü atışmasına ve 16 Nisan 2017 referandumundaki ‘hayır’ meselesine dayanıyor. O günlerde Erdoğan Feyzioğlu’nu “terörle iltisaklı” olmakla suçlayıp “kapattım sana kapımı” demişti. Öyle görünüyor ki, Mart’ta Erdoğan’ın kapattığı kapıyı, Mayıs’ta Barolar ardına kadar açmış ve adamı tek aday olarak seçmişler.
Efendim, adam aslında iyiydi de sonradan Saray’a döndü! Yok, öyle değil. Daha açık konuşalım, bu adam, hiçbir zaman demokrat ve özgürlükçü olmadı. Öyle kollarını sıvayıp ‘gel lan buraya’ diyen bir lümpenlik hiçbir zaman yoktan var olmaz. İşin ta başından beri Feyzioğlu, barıştan, özgürlüklerden ve demokrasiden yana biri değildi. Baro başkanlarımız adına üzgünüm ama sizin ‘kusur’ saymadığınız, hâlâ da, şu anda bile ‘kusur’ olarak görmediğiniz militarist/milliyetçi tutum, sınırlara gidip bayrak sallamalar, iki cümlede bir ‘şanlı ordumuz’ muhabbetleri, “sivilleri korumak zorunda değiliz” gibisinden korkunç sözler, onun karakterinin, daha doğrusu içindeki milliyetçi cerahatin dışavurumuydu. 15 Temmuz’dan söz ederken yumurtladığı “Eğer Türkiye bir iç savaşa sürüklenseydi Maçka’dan İskenderun’a hattın doğusu uçuşa yasak bölge ilan edilecek ve Türkiye’den Sevr Anlaşması’nın sözde büyük Ermenistan’ı, sözde büyük Kürdistan’ı koparılacaktı” gibi zırvalar da aynı cerahatin iriniydi. Yaşamını yitiren Grup Yorum üyeleri için söylediği laflar anlık tepkiler miydi? Kendisini “Ben devletin menfaatlerini hukuk çerçevesinde korumakla görevli bir örgütün başkanıyım” diye tanımlaması, zaten onun içindeki bir şey değil miydi? Son birkaç yılda mı edindi bu fikirleri?
Bütün bunları ukalalık etmek için söylemiyorum. Avukatlara had bildirmek de değil niyetim. İyi iş yapıyorlar, doğru iş yapıyorlar ama bu dediklerim de gerçek. Bayrak, vatan, millet denince akan sular duruyor bu ülkede. Oysa tam da Samuel Johnson’ın dediği “Milliyetçilik alçakların son sığınağıdır” ve bütün musibetler o bataklığın içinden çıkıyor. Antep Baro Başkanını savurup atan polis az mı milliyetçidir ki? Ta 2016’da barış akademisyenlerine Erdoğan’ın izinden giderek ‘sözde aydın’ hakaretini savuran Feyzioğlu, aynı bugünkü Feyzioğlu’ndan başka kimdir?
***
Sonuçta, yeniden, altını çizerek söylüyorum. Baroların hamlesi iyidir, hepimize moral vermiştir, ayrıca kimseden de her bir konuda dosdoğru davranmasını beklemiyoruz. Ama bakın ne diyor Tolstoy: “Devlet şiddetini yok etmek için bir tek şey gereklidir: İnsanların şiddet aracı olan milliyetçilik hissiyatının kaba, zararlı, utanç verici, kötü ve hepsinden öte ahlaksız olduğunu anlaması.”
Sorun bu işte. Kime arkanızı döndüğünüz önemlidir kuşkusuz ama daha önemlisi, bunu neden yaptığınız ve aslında böylece yüzünüzü kime döndüğünüzdür. Yoksa ilk seçimlerde yeni bir Feyzioğlu bulup sekiz yıl daha başa bela etmek de mümkündür. Yine de siz bilirsiniz tabii…