Gazeteci İrfan Aktan’ın birartibir.org’da yayınlanan söyleşisi..
Peki ormanda yaşamanızı engellemeye yönelik herhangi bir baskı oluyor mu?
Muhtar gelip “ya burayı terkedin ya da bir miktar para vereceğiniz” diyor. Yani hâlâ haraç-mezat alabilme çabasındalar. Bizi, Sarıkeçilileri, kadim halkımızı hem koruduğumuz hem geleceğe taşıdığımız bu güzelim ormanlardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Az önce “otlatma planından” söz ettiniz. Nedir otlatma planı?
2012’de torba yasadan “otlatma planı” diye bir yönetmelik çıkardılar. Bu yönetmelikle birlikte ancak belirlenmiş bölgelerde otlatma yapabiliyorsunuz. Oysa biz anayasada göçerlik hakkımızın tanınmasını talep ediyoruz. Çünkü bu dağları, bu ormanları, bu vadileri keçilerimiz ve bizler koruyoruz. “Niye” diyecek olursanız… Orman İşletme Teşkilatı kurulalı şurada kaç yıl oldu? Ormanlar kapalı mekânlardan korunmaz. Kapalı mekânlarda oturulup doğada ne var ne yok, farkına varılmaz. Oralardan ancak tomruk hesapları yapılır. Oralara atananlar doğayı, bölgeyi, hatta ağaçları tanımıyor; bu coğrafyada yetişmemiş. Orman köylüsü, çobanı uzaklaştırılmış Toroslar’da. Maaş gününü bekleyenlerin sistemi maalesef bu dağlara zarar veriyor. Halbuki orman köylüsü coğrafyayı, ağacın türünü, cinsini, bölgeden kimin gelip geçtiğini çok iyi bilir. Fakat nedense orman köylüsü ormanlardan koparıldı ve çobanlar uzaklaştırıldı. Hem de sistematik bir şekilde!
Bu nasıl yapıldı?
Otlatma planıyla hareket alanlarımız sınırlandırıldı. 2015’te Tarım ve Orman Bakanlığı, Sarıkeçililerin Yaz Yurdu ve Kış Yurdu’nun haritasını çıkarıp “göç yollarının korunması” diye bir çalışma yürütmüştü. Maalesef bunu hayata geçirtmediler. Böyle yavaş yavaş, susturarak, her şeyi oyalayarak yok etme çabasındalar. Oysa tarih boyunca, yüzyıllardır hiçbir çobanın, Yörükün, Sarıkeçilinin konakladığı yerde yangın çıkmadı. Hodri meydan diyorum, aksini ispat eden varsa buyursun gelsin! Biz ormanda yaşıyoruz, ormanda ateşimizi yakıyoruz ve evimiz olan bu ormanları gözümüzden daha iyi koruyoruz. Çobanların, köylünün uzaklaştığı bir ormanda, yaşam biçimlerimiz değiştiği sürece yangına davetiye çıkarıyoruz.
Neden öyle?
Kapalı mekânlarda sanayi tipi hayvancılık, üretim çiftlikleri iklim değişikliğine, orman yangınlarına davetiye çıkarıyor. Biz iklime, mevsime ve yoldaşımız olan keçilere bağlı olarak sürekli göç ederiz. Bizim keçilerimiz çiçekleri, kekikleri, ağaçların altındaki yaprakları yiyerek dip temizlik yapar. Bunun ağaçlara ve doğaya faydası var. Ağaçların diplerinde hastalık, böceklenme, kurtlanma olmaz. Ayrıca, tırnaklarıyla adeta çapa yapar bizim keçilerimiz. Taş, mermer, maden ocakları, maden için patlatılan dinamitler sularımızın yönünü de değiştirdi, pınarlarımız, sarnıçlarımız kurudu. Yani sularımıza da göz diktikleri için artık tankerlerle su taşırız. Keçilerimizin tırnaklarıyla çapaladığı, dışkılarıyla gübrelediği alanlar suyla buluştuğunda canlanır. Keçilerimiz oğlaklarıyla meleşirken önce gökten yağmur ve bereket dilerler. Doğa anadan ot, çiçek dilerler. Biz göçe başlayınca yağmurlar başlar.
Yaşam biçiminiz, göçerlik kültürü doğaya, toprağa, ormana bakışınızı nasıl etkiliyor?
İnsanın doğaya etmediği kötülük kalmadı. Toprağa basarken maalesef anlamlı değil, celâlli basıyoruz. Topraktan izin alıyor muyuz? O da candır. Toprak Ana’ya biraz daha nazlı, biraz daha anlayışlı basmış olsaydık, bu topraklar bugün bize kahır püskürtmez, bize karşı alev topu yaratmazdı. Bazen toplantılarla ilgili şehirlere, yerleşim alanlarına inerim. Şöyle bir bakarım, insanlar suyun kıymetini hiç bilmiyor. Sanki su sadece onlara aitmiş gibi davranıyorlar. Ama biz göçerler öyle değiliz. Elimizi ağacın dibinde yıkarız. Bir çocuğumuzu yıkasak, suyunu bir ağacın dibine dökeriz ki, o ağaç da yararlansın. Çünkü o ağaç da su istiyor. Ama binalardaki kullanım o kadar fazla ki, sanki her şey onların emrine verilmiş gibi düşünülüyor.
Az önce göçerlerin, Sarıkeçililerin yavaş yavaş yok edilmek istendiğini, yerleşik hayata zorlandığını söylediniz. Bu zorlamanın tarihsel arkaplanı nedir?
Son yıllarda, malûm, tüketim çok hızlandı ve buna dayalı olarak meralar kiralanıp tarım arazilerine dönüştürüldü. Tarım arazilerine dönen bölgelerin bir kısmında tarım yapılıyor. Bir kısmında ise tarımsal destek alınıyor, ama hiç tarım yapılmayıp bırakılıyor. Bu süreçte bizim Mersin’den çıkıp Toroslar’ın uçlarına, Konya’nın Afyon sınırına kadar yürüyerek kat ettiğimiz 650-700 kilometrelik mesafe 450-500 kilometreye kadar daraldı. Biz kışın Mersin’de, sahillerde yaşıyoruz. Kış Yurdu’muz oralar. Ormanlarda, kıl çadırda yaşadığımız yerlere yurt deriz. Şu anda orman yangınları nedeniyle bizim yurdumuz yandı, kül oldu, bitti. Çok büyük ihmalden dolayı. 15 Temmuz resmi tatildi, hafta sonuyla birleştirip herkes uzun bir tatile çıktı ve o bölgede tek bir nöbetçi kaldı. Yangın havuzlarında da su olmayınca bu yangın büyüdü. Önlenebilir miydi, evet, önlenebilirdi. Biz kışı Mersin, Silifke civarlarındaki sahillerde geçiriyoruz ve nisanın ortaları gibi yollara dökülüp bir buçuk ay boyunca yürüyerek Orta Toroslar’a geliyoruz. Konya’nın Çumra, Bozkır, Beyşehir, Seydişehir, Taşkent, Karaman-Ermenek dağlarında yazı geçiriyoruz. Eylül-ekim ortalarına kadar buralarda, Yaz Yurdu’nda yaşıyoruz. Fakat bu güzergâhımızda dikilen ağaçlar, bağlar, bahçeler, bostanlar, ekinler… Tabii insanlar üretmek istiyor, iyi niyetli olan da var. Ama üretmeyip tel çekerek destek alanlar bizim yollarımızı kapatıyor.
Takip ettiğiniz güzergâhlarda insanların size yaklaşımı nasıl?
Biz göçeriz, mülksüzüz, topraksızız. Nereye varsak göçebe olduğumuz için bize başka gözle bakıyorlar. Kapkara, üzüm karası keçilerimiz var; hiç giderimiz yok zannediliyor. Son günlerde tankerle su getiriyoruz; gider. Yurt yerlerine para istiyor bazı yerler.
Ne kadar istiyorlar?
Muhtarlar 10 bin liradan başlıyor; bazı yerlerde Orman İşletme Şefliği diyor ki, gidin muhtarın rızasını alın. Bazı bölgelerde hâlâ haraç para ödüyoruz. Kış Yurdu’muz daraldığı için dişi keçilerimiz, yoldaşlarımız anne olacak, onlara destek için küspe, arpa veriyoruz, o da yem maliyetimiz. Son yıllarda bir de “küpe” çıkardılar. Küpe yaptırmadan yola çıkamıyoruz.
Ne küpesi?
Keçilere küpe taktırıyoruz, en büyük eziyet bu. Her şeyden önce keçilere işkence. O küpeler ağaçların dallarına takılıyor, bazı keçilerin kulakları koparcasına yaralanıyor. Bu da yetmemiş gibi keçilere aşı çıkardılar. Aşı yaptırmazsak göç izni vermiyorlar. Aşı için, küpe için bir sürü maliyet ödüyoruz. Bize destek verecekler diye Damızlık Sığır Yetiştiricileri Merkez Birliği kurdular, ama onlar da bakanlığın verdiği destekten kesinti yapıyor. Dolayısıyla elimize çok cüzi bir para geçiyor. Üstelik aradan çok uzun zaman geçtikten sonra bu desteği veriyorlar ki, bu destek değil, en büyük köstek. Bu bizi kontrollü bitirme amacının bir parçası. Bütün üyelerimiz, Sarıkeçililer “keşke bize destek vermeseler, bizi bu kadar kontrol etmeseler” diyor. Bunlar da yetmiyor, “ormana baktın, şurdan geçtin, burda oturdun” deyip ceza yazıyorlar. O yüzden yasal hak bekliyoruz.
Nasıl bir hak?
Çadırımıza vergi levhası çıksın, bacak başı otlatma bedeli ödeyelim diyoruz. Ama bunu kabul ettiremedik. En büyük gerçek şu ki, doğanın dilini, rüzgârın nereden eseceğini, yıldızları, gökyüzünün hüznünü, ayın etrafındaki kızıllığa ve beyazlığa bakarak mevsimin ne zaman değişeceğini en iyi anlayan, bilen Sarıkeçililerdir. Çünkü doğayla iç içe, Toprak Ana’yla koyun koyuna yaşıyoruz. Doğanın dilini en iyi anlayan biziz. Bizim korkularımız çok fazla. Şehirdekiler gibi borulardan, damacanalardan su tüketmiyoruz. Doğayla iç içeyiz ve insanların doğayı yok edişine, doğanın haykıran sesiyle tanıklık ediyoruz. Doğa hızla yok ediliyor. Sanayi tipi hayvancılıkla, taşımalarla inanılmaz karbon üretiyorlar. Suyu hoyratça kullanıyorlar. Mısır, yonca ekmeler yetmiyormuş gibi, kamyonlarla, tırlarla taşımalar… Alev topunu gözlerimizle görüyoruz. Bu kadar yazık etmemeli Toprak Ana’ya, doğaya. Doğa bize lâzım, yaşamamız için bu oksijene ihtiyacımız var. Oksijen olmazsa paranın, pulun, servetin hiçbir anlamı yok. İnsanlık için, doğa için bu havaya, bu yağmurlara ihtiyacımız var. Ellerimizle yok ettiğimiz doğadan güzellik beklememeliyiz.
Yaşam alanlarınızın daraltılması, yollarınızın kesilmesi nedeniyle yerleşik hayata geçenler artıyor mu?
Büyüklerimiz “Yerleştirilip kontrol altına alınmamız için bizi tarih boyunca kılıçtan geçirdiler. Biz kılıçtan artanlarız” der. Ben yirmi yıldır Sarıkeçililer Yardımlaşma Derneği’nin başkanlığını yapıyorum. Resmiyet önemli değil, başkanlık sıfatını sevmiyorum. Analık yapmaya çalışıyorum. Dolayısıyla, o tarihten bu yana, yirmi yıllık süreci anlatmak istiyorum. Konakladığımız yerde en az on çadır, yüzlerce devemiz olurdu. Fakat son yirmi yıldır ormana girmek, keçi otlatmak büyük suç oldu. Çoklarımız yargılandı, ceza aldı. Çoklarımız ise iskâna zorlandı ve Karaman’da “Sarı Evler” diye bilinen yerlere, 1980’lerde yerleştirildiler. Çoğumuz baskılardan dolayı devlet eliyle yerleştirilmeye kalkıldık. Direnebilenler direndi, ama son yıllarda konaklayacak yurt yeri bulamıyoruz. Çaresizlikten yoldaşlarımız olan keçilerimizi peyderpey elden çıkararak yerleşmek zorunda kalıyoruz. Ama bu asla isteğe bağlı değil. Hiçbir bireyimiz yerleşik hayatı kabul etmiyor.
Neden?
Herkesin yaşadığı yerlerde yaşayamıyoruz. Herkesin yaptığı yemeklerden tat alamıyoruz. Kendimiz üretip kendimiz tüketmek istiyoruz. Herkesin kendine has alışkanlıkları var ve aldığımız oksijen sınırsızdır. Büyüklerimizin sözüne çok dikkat ederiz: “Yörüğün yükünü tek deve taşıyabilir, ama keyfimizi kırk deveye yüklesek taşıyamazlar.” Şu an sizinle konuşurken etrafıma bakıyorum. Bir yanımız meşelerin arası, bir tarafta kilometrelerce ötede minareleri gözüken yerleşim yerleri, bir tarafta keçilerimiz ağaç gölgelerinde istirahat ediyor, birazdan otlanmaya gidilecek. Her şeyimiz olan çoban köpeklerimiz çadırların etrafında ve sürüyü kontrol halinde, nöbetteler. Biz saate bağlı çalışmayız. Belki sabahın 5’inde kalkarız, ama akşam saat 8’e kadar davarın başında, serin serin hayvanı otlatırız. Bizim keyfimiz kendimize göredir. Ha, bunu sınırladılar. Günübirlik baskılar; muhtar gelip diyor ki “para vermezsen buradan kalkacaksın”. Çiftçi Malları Koruma Birliği geliyor, “şu kadar para vereceksin, çünkü şuradan geçmişsin” diyor. “Bilirkişi getirelim, eğer zarar verdiysek” diyorum, “gerek yok” diyor. Peki neye dayanarak ceza yazıyorsun? Bu tür baskılar bizi yavaş yavaş azalttı.
Ne kadar nüfusunuz var şu an?
Net bilemeyeceğim, ama iki bin kadarız. Yaklaşık 160 çadırımız var.
Nüfusunuzun azalması kültürünüzü nasıl etkiliyor? Çocuklarınız nelerle karşılaşıyor, bunlardan nasıl etkileniyor?
Yine son yirmi yıldan bahsedeceğim. Çocuklarımız eğitimli olsun diye okullara gönderdik. Ama maalesef çocuklarımız bunda biraz direndiler. Toplumda “göçer çocuğu”, “göçebe”, “Yörük” diye dışlandılar. Dedik burada eğitim alacak, Türkçeyi, matematiği, okumayı öğrenceksiniz. Ama yine çadırları, yaşam alanlarını tercih ettiler. Zeki olanlarımızın bir kısmı okudu, ama yine bırakamadı. Ya ormancı ya da yakın bir meslek sahibi oldular. Fakat ilk fırsatta yine gelip göçe katıldılar. Bizim yok oluşumuzun en büyük etkenlerinden biri orman alanlarının daralması, insanların baskısı. Gençlerimiz “en büyük yaşam gerçeği, ahengi, heyecanı yine dağlarda” diyor. İnsanlar her ne kadar bize küçümseyerek baksa da en lezzetli peynirin, sütün, yoğurdun, ayranın burada olduğunu biliyorlar. En lezzetli etin keçi eti olduğunu, en sağlıklı ürünün keçiden olduğunu onlar da biliyor. Çünkü hiç elle, yemle beslenme diye bir şey yok. Binbir çeşit çiçek ve ot yiyor bizim keçilerimiz.
Belli bir aşamada göçerliğin tamamen sonlanacağını düşünüyor musunuz?
Yok olmayacağız. Dünyanın sonuna kadar bu göç devam etmeli. Bizimkine “son göç” diyenlere de kızıyoruz.
Bir ay kadar önce, İyi Parti başkanı Meral Akşener Sarıkeçililerin sorunlarına ve yaşam alanlarına dair bir açıklama yaptı. Akşener’in açıklamalarını okudunuz mu?
Sonradan gördüm, ama okuyarak bir şey anlamıyorum. Üzgünüm. Mart ayından bu yana Yaz Yurdu için Konya-Taşkent’te inanılmaz savaş verdim. 15 yıllık yerimizi muhtar ve köylüler kabul etmedi. Kaymakam devreye girdi, o da kabul etmedi. Jandarmayla birlikte karar aldılar ve “can güvenliğiniz için buraya gelmeyin” dediler. Pandemiden dolayı memleketimizde ne bir vali var ne bir şey. O yüzden randevu talebimizi de kabul etmediler. Yazılı bir şekilde burayı, yerimizi açtırdık tekrar. Ama kuraklık var, su yok. Hayvanlarımız aç, meleşiyor. Ormandan yerler talep ettik, Orta Toroslar’da, Taşkent civarında otlatma planı aldık. Ama bu sefer de belediye başkanı müdahale etti. Biz yine direndik, kamuoyu oluşturduk. Bizde inanılmaz sorunlar hiç bitmiyor. Her dakika, her saniye…
Akşener iktidara geldiklerinde yapacaklarını şöyle sıraladı: “Yaylak, kışlak ve otlakların konuşlanma alanlarını ‘Kırsal Turizm’ bölgesi ilan edeceğiz. Bu alanların yakınlarına, yerel ürün pazarlama çadırları kuracağız. Mobil mekânlar oluşturacak, günlük ziyaretler düzenleyeceğiz. Böylece, çocuklarımıza ve gençlerimize, Yörük kültürünü ve üretim tarzını yerinde gösterip öğreteceğiz. Göç yollarının haritasını çıkarıp tescilleyecek ve kamusal güvenliklerini sağlayacağız. Göç yolları üzerindeki kamuya ait hazine arazilerini, mera ve otlakları, oba oba tahsis edeceğiz. Kiralama giderlerini, üretimlerine göre, puanlama sistemiyle karşılayacağız.” Sizin yaşam alanlarınızın, yaşam biçiminizin turistik bir nesneye dönüştürülmek istenmesine nasıl yaklaşırsınız?
Bizim sorunlarımız, bizim çözümlerimiz konuşulacaksa bizden birinin olması lâzım. Ha, belki sorunları eksik anlatmıştır, belki çözümlerinde güzel noktalar vardır, ama biz harfiyen hiçbirine katılmıyoruz. Herkes kafasına göre bir şey yaptığını zannediyor, ama bizi kırdıklarının, bizi üzdüklerinin farkında değiller. Biz üretiyoruz, bu kültür yaşasın istiyoruz. “Turizm bölgesi ilan edilsin”, “yerel pazar kurulsun” gibi bir isteğimiz, talebimiz olmadı hiç. Bundan sonra da olmayacak. Turizme açıldığı zaman bu kültür tamamen yok edilir. Hiçbir zaman bu tür şeylere meyletmedik. Yaşam alanlarımız kısıtlanmasın, sularımıza el konup göç yollarımıza göz dikilmesin. Turizm değil, bizi iyi anlamalarını istiyoruz. Yüzyıllardır yaşam alanlarını koruyarak bugünlere gelebildiysek artık bize baskı uygulamasınlar, geleceğimizle uğraşmasınlar. Yüzyıllarca daha yaşam alanlarını koruyacağız, ülke ekonomisine katkı sunacağız, karbon üretmeden! Bizim keçilerimiz hem yiyor, temizliyor hem su içip suyunu doğaya bırakıyor, tohum taşıyor o bölgeden diğer bölgeye. Keçilerin gitmediği yerde ne mantar ne çay ne kekik oluyor. Bizi sokmadıkları bölgeler iyice kısırlaşıyor, kuruyor. Bizim keçilerimiz gübreliyor, çapalıyor ve tohum taşıyor. Yıllarca dedik ki, yerinde sağlık, yerinde eğitim prosedürüne uygun olarak, gençlerimiz yaşam alanlarımızda gönüllü öğretmenlerle eğitimini tamamlasın.
Siyasi partilerden talepleriniz neler?
Kimsenin lütfuna ihtiyacımız yok, bize gölge olmasınlar yeter. Sordular mı bize, yahu siz ne düşünüyorsunuz diye? Kimse tenezzül etmiyor. Çünkü partiler üstü bir yapımız, siyaset üstü bir duruşumuz var. Hangi siyasi parti olursa olsun, biz varken onlar yoktu ve biz var olacağız, onlar bir gün yok olacak. Böyle çalışmalarda içimizden iki kişi gider, halini, derdini anlatır, dinlerler. Eğer bir siyasi parti, bir devlet kurumu bizi ciddiye alıyorsa, yürekliyse, desin ki “bizim böyle böyle bir çalışmamız, toplantımız olacak, siz de dahil olur musunuz?” “Sizi dinlemek istiyoruz” demeleri lâzım. Bizim hakkımızda kim karar verip de ahkâm kesecek, hâlâ anlamıyorum. Kontrol etmeye çalışıyorlar bizi, ama asla edemezler. Bizi ancak doğa kontrol eder, keçilerimiz, oğlaklarımız kontrol eder.
Yerleşik hayata geçen Sarıkeçililer ne tür sorunlar yaşıyor?
İnsanlar toplu yerde yemek yiyemiyor, bir. Psikolojileri bozulanlar var, iki. Karaman örneğinde, geceleri evi terk edip gidenlerimiz var. Hatta devletin yapmış olduğu o sarı TOKİ evlerinin önüne çadır kurup içinde yaşayanlarımız var. Bunun hangi birini tarif edeyim? Bizde tarım işçiliği, bir başkasının emrinde çalışabilme durumu yok. Bizdeki yaşam biçimine yoldaşlarımız, keçilerimiz, mevsimler yön verir. Mevsimlere ve yoldaşlarımıza göre göç ederiz. İnsanlarımız bu yaşam biçiminden uzaklaşınca gerçekten davranış biçimleri bile değişiyor. Biz keçilerimiz gibi özgür, keçilerimiz gibi mutlu ve huzurlu yaşamak istiyoruz. Yerleşim alanlarına geçenlere “köylü” diyoruz biz. Ankara’da da, İstanbul’da da olsa, köylü bizim gözümüzde koyun gibidir. Kontrol edilebilendir. Koyunu, çok özür dilerim, kendi gübresinin üzerinde yatırtabilirsin, ama keçiyi asla, bağlasan da yatmaz. Keçi kayalık yer ister, keçi temiz yer ister. Keçi bir başkasının suyunu içmez. Keçi koklar, kendi kopardığını yer. Yerleşik hayata geçenler bizim gözümüzde koyun gibidir. Güdülmeye mahkûmdur, kontrol edilebilirler. Biz doğayı yaşayarak yaşatıyoruz. Yaşam alanlarımızda her zerrenin yaşam hakkı vardır. Kurdun, çakalın, yılanın, akrebin, insanların korktuğu bütün canlı mahlûkatın yaşam hakkı olduğunu biliyoruz. Ağaçlar, böcekler, insanların hiçe saydığı taşlar, kayalar, topraklar, bizim için kutsal olan ocak taşlarımız, mezar taşlarımız… Bütün bunlar bizim için çok büyük mülktür, servettir. Biz bunlara saygı duyarak yaşıyoruz.
Zaman içinde insanların doğayla ilişkisi değişti ve bu doğayı tehdit eder hale geldi. Şu anda içinde bulunduğumuz iklim krizinin bunun sonucu olduğu açık. Sizce ne yapmalı?
İlk dersi kendimden çıkarayım. Dedemden, kocaanamdan, kocababamdan öğretileri uygularsam, kendimden sonraki nesle de uygulatabilirim. Tüketim alışkanlıklarımıza derhal yön vermeli, ayar geçmeliyiz. Alışkanlıklarımızı yarı yarıya indirmeliyiz. Her birey sorumludur. Hep derim, keşke teker icat edilmeseydi de bu yollar yapılmasaydı. Bu yollar olmasaydı da, ben her yere yoldaşlarımla, keçilerimle gidebilirdim. Teker icat edildi, yollar yapıldı. Teknoloji icat edildi ve tüm canlıların sonunu getiriyoruz. Ben de buna dahilim, çünkü şu anda sizinle cep telefonuyla konuşuyorum. Bu alışkanlıklarımızı yarıya düşürmemiz lâzım. Eğer bunu dikkate almazsak, felaketleri kendi elimizle getiriyoruz. Başka suçlu aramıyorum, önce kendimden yola çıkıyorum. Şayet ben insansam, tüm canlıların sesi olarak, tüm canlıların düşüncesini dile getirmek adına, yanan ateşin alevini bile anlamalıyım ki, insan olduğumu anlayabileyim. Bir derenin başına oturunca, o deredeki suyun ahengi bana neyi anlatıyor, hüznü mü anlatıyor? O deredeki su iniltisinde kalan zerrecikler eğer bana gelecekteki felaketi anlatıyor, ama ben anlayamıyorsam, insan değilim demektir. Eğer deredeki su akıp da “ben de gidiyorum, yolcuyum, seneye görüşemeyeceğiz” diyorsa şayet ve ben anlamadıysam, benim de insanlığımın sorgulanması lâzım. İnsan bunları anlamalı ve kendine bir yön çizmeli. Kullandığımız araçtan enerjiye varıncaya kadar gözden geçirmeliyiz. Belki insan olarak bir şeylerin karşısında duramayacağız, ama “yaptım” diyebilmeliyiz. 2011 yılında dedim ki, “keçilerimi, derelerimi vermeyeceğim”. Niye dedim? Bugünkü olayları yıllar öncesinden görebiliyordum. Şimdi de yıllar sonra gelecek felaketleri görebiliyorum. Bir gün bu fırınlar çalışmayacak, hiçbir şeye erişemeyeceğiz. O gün yaşamak için ne yapabiliriz sorusunu soruyorum. Buna hazırlıklı olmalıyız. Bunlar okullarda öğretilmiyor insanlara, doğa öğretiyor, yaşam alanları öğretiyor.
Söz 2011’e gelmişken, o yıl nisan ayında, kilometrelerce yol yürüyüp Ankara’ya kadar gelmiş, ama Gölbaşı’nda polis tarafından şehre girişiniz engellenmişti. Sarıkeçililerin taleplerini Ankara’ya iletmek ve gündemde olan Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı’nın geri çekilmesi için yaptığınız “Büyük Anadolu Yürüyüşü”nden Ankara sınırındayken neden vazgeçmiştiniz? 12 Haziran 2011 seçimlerine günler kala bu geri dönüş kararınız yer yer tartışma konusu yapılıyor çünkü…
Ben Mersin-Bozyazı’dan yola çıktım, 43 gün yürüdüm, Ankara’ya kadar geldim. Her şeyden önce başkentlilere, Ankaralılara çok kırgınım. Bir insan zinciri oluşturup yanımıza gelebilirlerdi. Benim Yağmur’um, Yağmur adlı devem gebeydi. Kilometrelerce yürüdü. Oraya geldik, ben aç mıyım ki bana ekmek getiriyorlar? (ağlıyor) Ben aç mıyım ki, bana çiçek getiriyonuz? Eğer insansanız gelin, ben kimin için yürüdüm? Ve baktım, baktım, baktım, “Birileri bir şeyler getirecek, ben yiyeceğim. Ben insan değilim o an…” Oturdum, develerimle konuştum. Yağmur bana dedi ki, “Yaşam alanlarımıza gidelim ana. Çünkü şehirde hazır var, yok ediliş var. Burada ‘sistem’ denen şey bizi yutacak.” (ağlıyor) O yüzden Ankara’ya kırgınım. Yapmayacaklardı bunu.
Ankara’da halk sizin için ne yapabilirdi?
Yürüyemezler miydi? Bir haftasonu insan zinciri oluşturamazlar mıydı? Yıllar önce bunu okuyabilen, anlayabilen bir kadın, bir ana olarak sesimi duyurmak istedim. “Cumhurbaşkanı beni davet etti, benim de hazır bir projem var, gidip sunacağım” diye gitmedim ki Ankara’ya. Sesimize ses olunsun, yankılanalım diye gittim. Benim bütün kararlarımı yoldaşlarım, keçilerim, develerim veriyor. Oturdum gençlere de söyledim, “develerime sormalıyım, onlar bilir” dedim. Orada (Ankara-Gölbaşı’nda) 15 gün kaldıktan sonra şöyle bir duruma baktım. Ben oraya açlığımdan, susuzluğumdan gelmedim, alkışlanmak için de gelmedim. Benim gönül dilimi, ruh halimi anlayan olmadı. Bir Numan Kurtulmuş vardı, Has Parti’den. O geldi, ileri geri konuştu, gitti. Çok geçmeden de iktidarla nikâh kıydı.
Bu söyleşiyi okuyanlar haklı olarak şunu soracak: Pervin Hanım’ın bu bilgeliği nereden geliyor?
Estağfurullah, bilgeliğin b’sini bilsem, ne mutlu bana. Ben doğada okuyorum, ilkokul ikiye kadar gittim. Doğada okuyorum, eğitimim yaşadığım sürece devam edecek. Bu resmi kurumların kapıları da yaşam şekli bir başka olan insana nasıl konuşulacağını öğretti bana. Her şeyden önce bu zorluklar öğretti. Cezalar, baskılar… Günü geldi jandarmayla, köylüyle, muhtarla, Orman İşletme Teşkilatı’yla yaşadığımız zorluklar… Bizim hikâyemiz anlatmakla bitmez. Bizi acılarla dolu bu gerçekler yetiştirdi. Eğitim alanım olan doğaya çok borçluyum. Anlayabilirsem, dinleyebilirsem doğa beni yetiştirmeye devam edecek. Ama asıl Toprak Ana’nın kucağına varınca, üzerime beton değil de doğadaki taşlar toparlanır da, üzerimdeki topraktan ot, kekik biter de keçilerim de bu otu yerse, mezun olmuşum demektir.
Türkiye’de egemen siyasi söylemi belirleyen temel ideoloji milliyetçilik. Dolayısıyla o cenahta “yerlilik, millilik” konuşuluyor, Türklerin tarihsel kökenlerine ve Türklerin göçerlik kültürüne de atıflar yapılıyor. Böylesi bir iktidar baştayken, size yönelik bunca baskıyı nasıl görüyorsunuz?
Biz milliyetçi değil, çıkarcı bir idarenin azabındayız, gazabındayız. Ayrıca din, dil, ırk, renk bizim için hiç önemli değildir. Bizim tek bir dilimiz, dinimiz, ırkımız vardır, o da doğadır. Doğanın dili benim dilim, doğanın dini benim dinim, doğanın rengi benim rengimdir. Bazen fırtına olur eserim, bazen aslan olur kükrerim, bazen de toprak olur, “basın üzerime, geçin” derim. Ama bugünlerde olduğu gibi, bir gün bu doğanın yok oluşuna göz yumanlar olursa, işte o zaman benim de tanımadığım bir celâllik doğar bende. “Niye” diyeceksin, benim değerlerimi değersiz gören, gözümde değersizdir. Emeğimi hiçe sayanlar, hiçimdir. Haksızlık yapanlar, sonradan icat olmuş diller, dinler, ırklar ayrımı yapanlar var ya, karşısında Toroslar’ı, dağları bulur.
Az önce “Bugünkü olayları yıllar öncesinden görebiliyordum. Şimdi de yıllar sonra gelecek felaketleri de görebiliyorum” dediniz. Geleceğe dair umudunuz yok mu?
Dünyaya gelen her yavru oğlak bize bir umut veriyor, anne sütünü emeyim, ayaklanayım, yürüyeyim diye. Dünyaya gelen her bebek bize gelecek vaat ediyor. Diyor ki, yetişeyim, bilinçleneyim, bu düzeni şekillendireceğim. Her tohum çatlıyor, bitki örtüsü olarak dünyaya geliyor, yaşam alanında bize moral veriyor. Akşam olup havanın kararmasını dünyanın sonu olarak düşünmemeliyiz. Sınırlı da olsa beynimizin bir köşesinde bu güzelliklerin yer bulmasını sağlamalıyız… Bu arada, söylemek istemedim, şarjım bitiyor. Yalnız bize borçlusunuz. Toroslar’a varırsanız burada bir çadırınız değil, bir yurdunuz var. Bu yurdun da kapısı yok ve tüm insanlığa açık.