Zor, hile, yalan dolanla başkanlık sistemi meşrulaştırıldı. 24 Haziran seçimleri bu açıdan önemliydi. Bir eşiği daha atladılar. Eşik atlandı ama halkın ezici bir çoğunluğu bu değişimi kabul etmiş değil. Kısa vadede kabul edecek gibi de görülmüyor.
Osmanlı’dan beri gelen yaklaşık iki yüz yıllık demokrasi geleneği tek adamlığa bağlandı. Yürütme, yasama, yargı artık tek elde toplanmıştır…
Daha önce birçok kez yazmıştım, Türkiye egemen sınıfı bu yönetim şeklini istiyordu. Tek rahatsızlığı biraz daha demokrasi ile topluma nefes alacak kanallar açılmasına dönüktü.
Bu ülkede daha fazla demokrasi demek muhalefetin büyüme potansiyelini arttırmaktadır. O nedenle özgürlüklerin bir nebze olsun artacağını beklemek hayaldir…
24 Haziran’la birlikte Türk-İslam sentezi tam iktidarını kurdu. Artık 12 Eylül gerçek anlamıyla zirvededir. Bunu net biçimde görelim…
Peki biz ne durumdayız? Yönetim anlamında CHP’yi saymıyorum bile. CHP tabanındaki insanlar ise doğal müttefikimizdir. Ve onlar iddia edildiği gibi CHP’nin tapulu malı değildir. Mesele demokrasi ve özgürlükler olunca CHP üst yönetiminin dışında bir yerde durduklarını gördük ve görüyoruz. Bunu bir kenara not düşelim.
Elimizde HDP, HAZİRAN, DİB gibi parti, platform, hareket tarzı yapılar var.
24 Haziran seçimlerinde bu yapıların birçoğu HDP’ye destek verdi. HAZİRAN hareketi ve birkaç küçük yapı dışında HDP’ye verilen açık destek önemlidir. Burada HAZİRAN hareketinin dolaylı desteğini de önemsemek gerektiğini düşünüyorum…
Şimdi gecikmeden atılması gereken adımlar var. Önyargıları kaldırarak bir araya gelme zamanıdır. Baskıların dozunu giderek artıracağı aşikârdır. Tek başına hiçbir yapı baskıları göğüsleyecek durumda değildir.
Temel başlıklar üzerinde ortaklaşarak sürecin örülmesi sol siyasetin toplamı açısından birincil görevdir.
Az değiliz. Aksine sayımız gereğinden fazladır. Örneğin İstanbul’da HDP ve CHP oyları 5 milyona yakındır. CHP’nin son Maltepe mitingine baktığımızda istek, coşku, inanç tüm katılımcılara hakimdi. Bu kitle CHP yönetiminin son tavrının ardından moral bozukluğu yaşıyor. Bu geçicidir. İnandırıcı, güven veren bir muhalefet hattı örüldüğünde moral bozukluğu hızla yerini yeniden coşkuya döndürecektir…
İstanbul bu ülkenin her şeyidir. Burada başlayacak bir hareket tüm ülkeyi hızla sarıp sarmalayacaktır. Gezi Direnişi buna en güzel örnektir.
Bir diğer üzerinde durulması gereken nokta ise çalışma tarzına yöneliktir.
Sol hareket, çalışma tarzını ve çalışma alanlarını değiştirmelidir. Gülünç bir çelişkiyle karşı karşıyayız. Devrimci komünist kadrolar genellikle varoşlarda oturuyor. Ne ki çoğunluğu kent merkezlerinde siyaset yapmayı çok seviyor. Oturduğu mahallesini tanımıyor. Mahallesinde mesai tüketmiyor. Oysa bizim bilincimiz şöyle işler; bir mahallede bir komünist oturuyorsa o mahalle bir süre sonra örgütlenmiş demektir.
Kadıköy, Beşiktaş, Maltepe, Kartal gibi merkezlerde saatlerce süren cafe muhabbetleri devrimci mücadeleye çok fazla değer katmıyor. Bu ilişkilenme biçimi sadece yozlaşma üretir.
Sonuç olarak kesinlikle bu süreçten alnımızın akıyla çıktığımızın altını çizmeliyiz.
Devrimci siyaset seçimle değişimlerin olmayacağını bilir. Seçim süreçlerindeki politik atmosferi en iyi şekilde değerlendirir. Ben en azından İstanbul özelinde bu çalışmanın bir ölçüde gerçekleştirildiğini gördüm.
Düzen siyaseti bu seçimle krizine bir yenisini daha eklemiştir. Kimse bundan şüphe duymasın. Ortaya çıkan (ya da çıkartılan) meclis tablosu çaresizdir. Ve bu tablo dışarıda savaş siyasetini, içeride ise daha azgın bir sömürüyü vaad etmektedir.
Tüm koşullar sınıf eksenli sol bir seçeneğin önünü açmaya uygundur.
HDP, HAZİRAN, HDK, DİB gibi yapılar demokratik siyaset kanalını zorlarken, komünistler de bu çalışmalara destek vererek asıl alanları olan sınıfın örgütlenmesine yüklenmeye ağırlık vermelidir…
Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir…





