İyimserlik rüzgârı Ekrem İmamoğlu’nun bir delikanlının sözünden hareketle slogan haline getirdiği “Her şey güzel olacak” sözünden önce esmeye başlamıştı Türkiye semalarında. Anımsayalım, ekonomik kriz ve ona bağlı olarak dövizdeki ani çıkışın ardından, Maliye Bakanı Berat Albayrak o her zamanki kendinden emin üslubuyla açıklayıvermişti: “Ocak Aralık’tan, Şubat Ocak’tan, Mart Şubat’tan iyi olacak.” Avanaklık ölçeğinde saf olanlar dışında kimse kulak asmamıştı bu sözlere.
31 Mart 2019 yerel seçimler sonrası toplumda bir anlığına beklenti yükseldi. İnsanlar gerçekten de Nisanın Mart’tan iyi olabileceği sanrısına kapıldılar. Seçimlerin ardından ekonomide değilse de siyasette iyi şeyler olabilme ihtimali belirmişti ne de olsa. Kimileri seçim sonuçlarını ‘AKP iktidarı için sonun başlangıcı’ olarak tanımlamaktaydı.
Ancak Türkiye’de egemenler böylesi umutların yeşermesine kolay kolay izin vermezler. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kürt nüfusun yoğun olduğu illere yönelik olarak, “Teröre bulaşmış adayları (yani HDP adaylarını) seçerlerse yeniden kayyum atarız” demişti. YSK daha pratik bir formülle, KHK gerekçesi ile HDP’nin kazandığı birçok belediyeyi AKP’ye hediye etti kolayca. ‘Kolayca’ tanımının vebali ‘Millet İttifakı’nın boynundadır. İğnenin ucu etlerine değdiğinde ortalığı ayağa kaldıranlar, ülkenin doğusunda yaşanan hukuk cinayetini nedense bir türlü göremiyorlar. Aslında bu görememe hali hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Zira söz konusu ırkçılık olunca CHP ve İYİ Parti ile AKP ve MHP aynı hatta kolayca hizalanma yeteneğine sahipler. Öte yandan Erdoğan’ın işaret fişeklerini gördükçe coşmasıyla ünlü İçişleri Bakanı Süleyman Soylu geriye kalan seçilmişleri bir kez daha kayyum ile tehdit etmeyi sürdürüyor bugünlerde.
YSK’nin 6 Mayıs’ta aldığı hukuk skandalı niteliğindeki karardan sonra umut ve beklentiler Temmuz’a ertelenmiş görünüyor. İnsanlar şimdi de Temmuz’un Haziran’dan iyi olacağı inancına koşullandılar.
Lakin yaşadığımız zaman diliminde dünyanın döngüsü de fena halde ivme kazanmış görünüyor. Rusya destekli Suriye ordusu, Türkiye’nin denetimindeki İdlib’i ele geçirmekte kararlı görünüyor. Ordunun ülkesinde devlet egemenliğini tesis etmek üzere giriştiği operasyon, Türkiye medyası tarafından ‘ateşkese sabotaj’ olarak yorumlanıyor. Bu arada Türkiye ise Suriye ordu birliklerinden gelen saldırıları civardaki Kürt köylerini vurarak cevaplıyor.
Küresel bir bela olarak ABD Başkanı Trump ise Ortadoğu yangınını harlamak üzere asker ve silah sevkiyatına hız veriyor. Önce İran’la varılan mutabakatı tek taraflı fesheden ABD, şimdi de büyük bir hevesle yeni çatışma alanı yaratma, ambargo altında sıkıntılı günler yaşayan bu büyük ülkeyi mahvetme peşinde. Sadece İran için değil, bütün bir bölge adına son derece tehlikeli sonuçlara yol açma potansiyeli taşıyan bu gerilimi salt Trump’ın densizliği olarak okumak yanıltıcı olur. Ancak hesaba katılması gereken en önemli hususlardan biri de İran Devleti’nin, toplumu ile birlikte çok köklü bir ferasete sahip olduğu ve I. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan kabile devletleri ile karıştırılmaması gerektiği. İran ne Suudi Arabistan’a, ne Kuveyt’e ne de Irak’a benzer. ABD’de ürettikleri silahların yıkıcı gücüne bakıp sarhoş olan kovboyların anlayamayacağı bir gerçekliği var İran’ın.
Küresel kapitalizmin mevcut sıkışıklığı, daha önceki ekonomik krizlerde olduğu gibi yeniden savaştan medet umma aşamasına geldi. İşin tuhaf tarafı, kapitalizmin krize girmesi kadar, krizden çıkması da insanlığı tehdit ediyor.
Bu genel tabloya bakınca, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na kilitlenen Türkiye açısından en önemli tehlike ise siyaset üretenlerin dünyadaki, özellikle de çevremizdeki bu gelişmeleri görecek, anlayacak, değerlendirecek donanımdan yoksun olduğu.
Geçmişte, Kıbrıs geriliminde Türkiye’nin elini, kolunu bağlayan ‘Johnson mektubu’ na cevaben “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de yerini bulur” sözünü anımsayalım.
Ufku ‘Yeni Osmanlıcılık’ hevesinden öteye geçemeyen, oluşan ilk fırsatta komşu ülkelere karşı fetih ruhu canlanan maceracı bir iktidarın yönetimde olması gerçekten de kaygı verici.