11 C
İstanbul
16 Kasım Cumartesi, 2024
spot_img

Ya devrim ya yıkım! Ekolojik çöküş çağında komünizm – Foti Benlisoy

El Yazmaları’nın notu: Geçtiğimiz ay çağrısını yaptığımız “Gelişimin çelişik doğası: Dünya nereye” başlıklı dosyamızın ikinci yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz. Foti Benlisoy bu yazısında ekolojik krizin/çöküşün geldiği boyutları, egemen sınıfların bu kriz karşısındaki konumlanışlarını ve halkların önünde açılabilecek seçenekleri işliyor. Ve sonunda şunu hatırlatıyor: “Ya devrim ya yıkım”daki yıkım hiç olmadığı kadar yakın. O halde savaşmaktan ve kazanmaktan başka seçeneğimiz de yok.

Sovyet yazar Andrey Platonov 1934 yılında, “SSCB’nin olmadığı bir dünya, kaçınılmaz bir biçimde kendi kendini gelecek yüz yıl içerisinde ortadan kaldıracaktır” diye yazıyordu.[1] Aslında Platonov’un bu satırları yazdığı sırada Sovyetler Birliği’nde 1917’nin bakiyesini hâk ile yeksan eden bir hadiseler zinciri cereyan ediyordu. Gene de Platonov’un bu ifadesini SSCB tarihinin gelgitlerinden soyutlayarak ele almak pekâlâ mümkün, hatta gerekli.

Platonov, SSCB’nin olmadığı bir dünyadan bahsederken devrimin, yani kapitalizme alternatif bütünsel bir alternatifin namevcut olduğu bir dünyayı varsayar. Ona göre gelecek yüz yıl içerisinde ortadan kalkması muhtemel dünya, devrimsiz kalmış bir dünyadır. Dolayısıyla Platonov, aslında tam da günümüzü, devrimin geri çekildiği koşullarda serpilen kapitalist yıkım olasılığını tarif etmiş olur. Zira kapitalizmin alternatifsiz kalışı, onun imhacı-cinai işleyiş mantığının, yıkıcı potansiyellerinin bütünüyle dizginsiz kalması anlamına gelir.

Sovyet yazarı aynı temaya birkaç yıl sonra Çek yazar Karel Çapek’in bir tür kıyamet parodisi olan Semenderlerle Savaş romanı vesilesiyle geri döner. Çapek, romanında akıllı bir semender türünün modern toplumun içsel çelişkilerinden yararlanarak insan uygarlığını sona erdirişini mizahi bir dille anlatır. Romanda insanlığın sonu teması, insan uygarlığının paradoks ve tutarsızlıklarını hicvetmenin bir vesilesine dönüşür.

Platonov roman üzerine kaleme aldığı eleştiri yazısında “insanlığın tasfiyesi” ya da yok oluş düşüncesinin ardında, “ezenlerin ezilenleri ölüme dek, son yıkıma dek kullanmaya yönelik ‘gizli’ arzusu”nun yattığını belirtir. Platonov, Çapek’i bu fikrin karşısına başka ve “bununla kıyaslanamaz ölçüde hakiki” bir fikri koymamakla eleştirir. Bu fikir, “insanlığın ‘tasfiyecilerinin’ tasfiyesi”, yani devrimdir.[2]

İnsanlığı yok oluşa sürükleyenlerin yok edilmesi iddiasının namevcut olduğu, yani devrim ihtimalinin kolektif tahayyülden sürgün edildiği durumda “insanlığın tasfiyesi”, hâkim sınıfın açık ya da gizli bir arzusu olarak hükmünü sürdürür. Devrim olmazsa ezenlerin ezilenleri yok oluşa sürüklemeye dönük bu fantezisi eninde sonunda geçerlilik kazanacaktır.

Kapitalizmin bir üretim tarzı kadar bir yıkım tarzına dönüştüğü günümüzde devrim, gezegendeki tüm yaşam için artık kelimenin gerçek anlamıyla bir hayat memat meselesi. Dünya üzerindeki yaşamı büyük bir tehlike altına sokan bir gidişat söz konusuyken “ya barbarlık ya sosyalizm” gibi ister istemez bir “geri dönüş” ya da “regresyon” iması içeren bir terminoloji bile yetersiz kalıyor artık. Onun yerine, Marx’ın 1867 yılında yaptığı bir konuşmada ifade ettiği, “ya devrim ya yıkım; parola bu” sözünü benimsemek daha doğru olacak.[3]

Aslında Marx ve Engels daha 1848’de bu yıkım olasılığından, sömürülenlerin sömürenleri devirememeleri durumunda gündeme gelebilecek bir olasılık olarak “mücadele eden sınıfların ortak yıkımı” ihtimalinden bahsederler. İki dava arkadaşı, Komünist Manifesto‘nun daha başlarında şöyle yazar: “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.”[4] Yani Marx ve Engels’e göre kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesi ilanihaye sürmeyecekti. Sınıf mücadelesinin iki olası sonucu söz konusuydu: Ya kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin devrim yoluyla dönüştürülmesi ya da kolektif yıkım.

İklim Çöküşü

Kapitalizmin etkin nedeni olduğu ekolojik yıkımın artık gündelik bir deneyim halini aldığı bir felaketler çağındayız. Ekolojik krizin en akut tezahürlerinden olan iklim değişikliği başlığında manzaranın vahameti ortada. Birleşmiş Milletler nezdindeki Uluslararası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC)Altıncı Değerlendirme Raporu, iklim çöküşünün keskin bir biçimde hızlandığı, etkilerin çoğunun tahmin edilenden daha şiddetli olacağı belirlemesinde bulunuyor.  Raporun yazarları, dünyanın iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlama kapasitesinin, sıcaklıklar arttıkça hızla azalacağını ve bunun ötesinde adaptasyonun imkânsız olacağı “zor” sınırlara hızla ulaşacağını söylüyor.[5]

Paris Antlaşması’yla iklim değişikliği açısından kritik bir sınır çizgisi olarak belirlenen 1.5 derecelik artış artık kaçınılmaz görünüyor. Birleşik Krallık Meteoroloji Ofisi’ne bağlı bilim insanları bu sınırın birkaç yıl içerisinde geçileceğini öne sürüyor.[6] ABD hükümeti bünyesindeki Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nin (National Oceanic and Atmospheric Administration) Hawai’deki Mauna Loa Gözlemevi’ne dayanarak yayımladığı verilere göre, 2022 yılının Mayıs ayında, aylık ortalama karbondioksit (CO2) seviyesi ilk defa milyonda 420 partikülün (ppm) üzerine çıkmış oldu. Aynı gözlemevinin verilerine göre bu rakam geçen sene aynı ay 419.13ppm seviyesindeyken yirmi yıl önce 375.93 ppm, gözlemevinin veri toplamaya başladığı 1958’daysa 317.51 ppm seviyesindeydi.[7]

Nisan ayında Hindistan ve Pakistan rekor düzeyde sıcaklıkların görülmesine yol açan bir sıcak hava dalgasının etkisine girdi. Aynı şey Haziran başında İspanya ve Fransa’da da söz konusu oldu. Daha yaz ayları gelmemişken 40 derecenin üzerine çıkan sıcaklıklar milyonlarca insanın sağlığı için büyük bir tehdit oluşturuyor. Dahası giderek daha sık görülen ve daha uzun süren bu sıcak hava dalgaları tarımsal üretim açısından büyük verimlilik düşüşlerini, yani açlık tehdidini gündeme getiriyor.[8]

Dünya Sağlık Örgütü 2030-2050 arasında iklim değişikliğine bağlı aşırı sıcak dalgalarından ölecek insanların sayısının milyonları bulacağını öngörüyor. Bugün esas olarak küçük çocukları, kronik hastalıklardan mustarip olanları ya da yaşça büyük olanları etkileyen aşırı sıcaklık stresi, yakın gelecekte emekçilerin önemli bir bölümünü olumsuz etkilemeye başlayacak. Özellikle yaz aylarında havalandırmasız mekânlarda ya da açık alanlarda çalışmak zorunda olanlar ciddi risklerle karşı karşıya kalacak.[9]Covid-19 pandemisinde yaşananlar, milyonlarca emekçinin gelecekte, kapitalist imhacılığın mantığına uygun olarak, çalışarak sıcak hava dalgasında ölmek ya da çalışmayıp açlık ve işsizlikle karşılaşmak ikilemiyle baş başa bırakılacaklarının açık bir işareti.

Bu gelişmeler sermayenin imhacılık eğilimini frenlemiyor elbette. IPCC’nin altıncı değerlendirme raporunun son kısmının yayımlandığı 4 Nisan tarihinden itibaren sadece on gün içinde dünyada tam yedi yeni petrol ve doğal gaz projesi onaylandı.[10] Uluslararası bir insan hakları örgütü olan Global Witness‘in yaptığı araştırma, büyük fosil yakıt şirketlerinin önümüzdeki on yılda yeni projeler için milyarlar harcamaya hazırlandığını ortaya koyuyor. Aralarında Shell, Exxon ve Gazprom’un da olduğu dünyanın en büyük petrol ve gaz şirketleri, 2030 yılına kadar yeni petrol ve gaz sahaları için 857 milyar avro harcayacak. Bu rakamın 2040’a kadar 1.4trilyon avroya ulaşması bekleniyor.[11]

Gerçekten de “BigOil” olarak da adlandırılan büyük petrol ve gaz şirketlerinin yakın döneme ilişkin genişleme planları devasa boyutlarda. Guardian gazetesinin gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre, önümüzdeki yedi yıl içerisinde gerçekleştirecekleri projelerden elde edilecek miktar 192 milyar varili buluyor. Hesaplamalara göre bu rakam, Çin’in on yıllık sera gazları salımına denk düşüyor.[12] Fosil yakıt fiyatlarındaki artış bu şirketlere muazzam imkânlar sunuyor. Yakın zamanda, küresel karbon emisyonlarından en fazla sorumlu olan şirketlerin başında gelen Suudi Arabistan’ın ulusal petrol ve gaz şirketi Saudi Aramco, 2,43 trilyon dolara ulaşan piyasa değeri ile Apple’ı tahtından ederek, dünyanın en değerli şirketi sıralamasında bir numaraya oturdu.[13]

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle başlayan savaş, enerji tedariki ve fiyatlarında yarattığı sorunlar nedeniyle yeni fosil yakıt kaynakları arayışını daha da kızıştırıyor. Seçim kampanyası sırasında iklim değişikliğiyle mücadele sözü veren Biden yönetimi, Nisan ayı ortasında, kamu arazilerinde petrol ve gaz arama ve çıkarmaya dönük yeni izinler vereceğini duyurdu.[14] Birleşik Krallık hükümeti de iklim değişikliğiyle mücadeleye dair iddialı vaatlerini bir tarafa bırakarak fırsat bu fırsat Kuzey Denizi’nde petrol ve gaz arama çıkarma faaliyetlerini artırmayı hedefliyor.[15] Emperyalist sistemdeki hegemonya bunalımı, yani uluslararası sistemin giderek daha rekabetçi hale gelerek militarize olması, iklim krizi karşısında uluslararası bir koordinasyon ihtimalini berhava ediyor. Dahası jeopolitik rekabetin kızışması, fosil yakıt kaynaklarına dönük iştahı daha da kışkırtıyor.

Yukarıya Bakma

Durumumuz ilk bakışta, Adam MacKay’in yönettiği bir “kıyamet komedisi” olan Don’tLookUp (2022) filmini hatırlatıyor. Film, iki astronomun bir meteorun Dünya’ya çarpmak üzere olduğunu keşfetmelerinin ardından yöneticileri ve kamuoyunu yaklaşan felaket hususunda uyarma çabalarını mizahi bir dille aktarır. Önce kimse bilim insanlarını umursamaz, medyada alay, sosyal medyada “linç” konusu olurlar. Daha sonraysa yaklaşan meteor, yani bildiğimiz dünyanın sonu, siyasal karar alıcılar ve “iş dünyası” tarafından bir kâr kapısı olarak değerlendirilmeye çalışılır.

McKay için meteor iklim krizinin bir metaforudur elbette. Filmin diliyle konuşacak olursak bizim dünyamızda meteor çoktan çıplak gözle görünür hale gelmiştir gelmesine ama hâlâ “yukarıya bakmamamızı” isteyenler hâkim konumdadır. Ancak karşı karşıya olduğumuz durum filmdekinden çok daha karmaşıktır. Hâkim sınıfın ve siyasal sözcülerinin ekolojik yıkım ve onun en acil tezahürü olan iklim krizi karşısında sergilediği umursamazlık ya da dar görüşlülük değildir mesele. Sorun, toplumsal üretim ilişkileriyle alakasız kozmik bir olay olan meteor çarpmasından farklı olarak iklim değişikliğinin doğrudan doğruya kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olmasıdır. Yani mesele, kapitalist sınıfın bizzat kendi çıkarları ve varoluşuyla alakalıdır.

İklim krizi söz konusu olduğunda “yukarıya bakmamanın” türlü çeşidi var: Katı bir iklim inkârcısı pozisyonunu muhafaza etmek güçleştikçe iklim değişikliği gerçeğini kabul eden ama onun olası sonuçları karşısında acil ve köktenci tutumlar geliştirmekten de imtina eden bir “iklim ertelemeciliği” yaygınlaşıyor. Buna mucizevi teknolojik gelişmelerin (karbon yakalama ve tutma teknolojileri ya da devasa jeomühendislik projelerinin) iklim krizine nasıl olsa nihayet vereceğine dair bir “eko-modernist iyimserlik” eşlik ediyor. Şirketlerce fonlanan STK’ların ve medya kuruluşlarının öncülüğündeki “yeşil yıkama” girişimleri de bize herkesin üzerine düşeni yaptığı (Exxon Mobil ya da BP’nin bile birer yeşil aktöre dönüşebildiği) bir başarı ve “yeşil dönüşüm” masalı anlatıyor. Şirketlerin daha fazla yeşil yatırım yapması için yeşil teşvikler verilmesinin ve böylece piyasanın yeşil bir dönüşümün motoru haline getirilmesinin ister istemez bir “yeşil kapitalizm”e yol açacağı vurgulanıyor güvenle.

Ekolojik krizin en akut tezahürlerinden olan iklim değişikliğinin “bütün” insanları aşağı yukarı benzer şekillerde etkileyecek siyaset üstü bir bilimsel mesele olarak görülmesi, uzmanlara bırakılması gereken teknik bir mesele addedilmesi de bu tür görüşlerin kabul görmesini sağlıyor. Hal böyle olunca da egemenlerin iklim krizine ve ekolojik çöküşe giden yolda ister istemez frene basmak durumunda kalacağına dair bir yanılsama yaygınlık kazanabiliyor.

Oysa hâkim sınıfın iklim krizini durdurmak, ekolojik yıkımı önlemek adına kendi çıkarları aleyhine harekete geçeceği beklentisi tehlikeli sıfatını hak eden bir hüsnükuruntu. Yakın zamanda kaybettiğimiz Marksist arkeolog ve tarihçi Neil Faulkner meseleyi sözünü sakınmadan ortaya koyuyordu: “Herkesin -zenginler dâhil- felaketi önlemekle ilgilendiğini iddia edenler aptaldır. Açık sözlü olduğum için üzgünüm. Ama siyasi aptallık lüksünü göze alamayız. Zenginler, sermayenin, sermaye birikim sürecinin, onun mantık ve zorunluluklarının kişileşmiş halleridir. Doğuştan anti-kapitalist eylemden yoksundurlar. Tarihteki her yönetici sınıf gibi onlar da bağlı olduğu sistemi –savaşla, faşizmle, soykırımla, ne pahasına olursa olsun– savunarak servetlerini ve iktidarlarını koruyacaklardır.”[16]

XV. Louis’nin meşhur sözü “Après moi le déluge”, yani “benden sonra tufan”, Marx’a göre “her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin parolası”dır. Bu parola mucibince mesela iklim felaketi karşısında gösterilen duyarsızlık tekil kapitalistin iyi veya kötü niyetinden bağımsız olarak sermaye birikiminin işleyiş yasalarının bir gereğidir. Şöyle devam eder Marx: “Toplumdan gelen bir zorlama olmadığı sürece, sermaye, işçinin sağlığına ve ömrünün uzunluk veya kısalığına karşı kayıtsızdır.”[17]

Marx bu satırları Victoria Devri İngiltere’sinde hâkim olan çalışma koşulları ve uzun çalışma saatleri üzerine yazıyordu. Ancak Marx’ın düşüncesi iklim krizi hususunda aynı şekilde geçerlidir. Kapitalistler o zaman olduğu gibi bugün de (Marx’ın aynı yerdeki tabiriyle) “Bu acılar keyfimizi (kârımızı) artırdığına göre, niye bizi dertlendirsin?” diye düşünmektedir. Dolayısıyla sermaye sınıfına karşı dışsal (“toplumdan gelen”) bir basınç, bir zorlama olmadığı takdirde sermaye fosil yakıtlar için dünyanın altını üstüne getirmeye devam edecektir.

İç Savaş

Amerika Birleşik Devletleri 21. yüzyılın ikinci yarısında iklim değişikliğinin yarattığı ağır sonuçlarla yüz yüze kalır. Süper fırtınalar kısa aralıklarla birbirini takip eder ve muazzam kayıplara neden olurken deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle birçok kıyı kenti okyanusun altında kalır. Washington DC boşaltılır ve iç kesimlerdeki Columbus yeni başkent olur.

Zorlu iklim koşullarıyla geçen on yılların ardından 2070 yılında Başkan Daniel Ki’nin gündeme getirdiği “Sürdürülebilir Gelecek Yasası”yla Birleşik Devletler’de fosil yakıt kullanımı yasaklanır. Bu karar, özellikle de güney eyaletlerinde büyük tepkiyle karşılanır. 2073 yılında Başkan Ki bir suikastın kurbanı olur ve yasaya karşı çok sayıda ölümle sonuçlanan büyük protestolar gerçekleştirilir. Neticede 2074 yılında yasayı tanımayan ayrılıkçı güney eyaletlerinin (Mississippi, Alabama, Georgia, Güney Carolina ve Teksas) bağımsızlıklarını ilan etmesiyle İkinci Amerikan İç Savaşı patlak verir.

Mısır kökenli Amerikalı yazar Omar El Akkad, 2017 yılında yayımlanan “Amerikan Savaşı” adlı romanında iklim değişikliğinin iç savaşa sürüklediği bir ülkeyi anlatır.[18]Akkad’ın gelecek tasviri, iklim kriziyle alakalı ve günümüzde oldukça yaygın olan bir görüşün aslında bir büyük yanılsamadan ibaret olduğunu hatırlatır. İklim değişikliğinin eninde sonunda “insanlığın” aklını başına getireceği ve dolayısıyla “yeşil” bir geleceğe öyle ya da böyle “yumuşak”, yani çatışmasız ya da “evrimsel” bir geçiş yaşanacağı yanılsamasını sorgular.

Oysa iklim değişikliği bilim insanlarının dillendirdiği hakikatlerin bir gün idrak edilmesi ve böylece “insanlığın” bütün farklılıklarını bir kenara atıp birleşmesiyle nasılsa çözülecek “ortak” bir kriz değil. Günümüzde hâkim olan bu bilimci-teknokratik yaklaşımın aksine iklim mücadelesi aslında maddi üretim ve bölüşümün nasıl, hangi temelde ve hangi amaçlarla gerçekleşmesi gerektiğine ilişkin bir iktidar mücadelesinden başka şey değil.[19]

Tam da bu yüzden iklim değişikliğinin parçası olduğu ekolojik kriz, insanlığı birleştirmek bir yana halihazırda mevcut yapısal güç hiyerarşi ve eşitsizliklerini pekiştiren, daha da belirgin hale getiren bir katalizör rolü oynuyor. Dolayısıyla iklim krizinin tıpkı Akkad’ın muhayyel senaryosunda olduğu gibi bugün öngöremeyeceğimiz büyük çatışmalara kapıyı araladığı rahatlıkla söylenebilir.

Akkad’ın iklim değişikliğini Amerikan İç Savaşı örneğiyle birlikte düşünmesi hayli ilginç. Zira günümüzde bir “yeşil dönüşüm” ihtimali bambaşka bir tarihsel analojiyle birlikte gündeme getiriliyor. Enerji altyapısının fosilsizleştirilmesi tartışıldığında genellikle İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya karşısında ABD’nin tüm üretim yapısını savaş ihtiyaçlarına uyacak şekilde radikal bir biçimde dönüştürmesi örneğine başvuruluyor. Faşizm karşısında olduğu gibi iklim krizi karşısında da devletin (yani mevcut kapitalist devletin) üretim yapısını böyle devasa bir yeniden yapılandırmaya tabi tutması gerektiği ifade ediliyor. Bir “Yeni Yeşil Sözleşme” taraftarları, iklim krizi karşısında Roosevelt dönemindeki “New Deal” ya da Marshall Planı tipi bir dönüşüm gereğine atıfta bulunurken faşizme karşı mücadelenin anısına hitap ediyor.

Adam Tooze bu tarihsel analojiyi “gereğinden fazla elverişli” buluyor:  “Demokrasiler tarafından yürütülüp muhteşem bir zaferle sonuçlanan ve ekonomik büyümenin altın çağını ve refah devletinin ortaya çıkışını başlatan bir ‘iyi savaş’”.[20] İkinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasındaki siyasal ve toplumsal güç ilişkilerini dikkate almadan yapılan bu analoji, tam da Tooze’un ima ettiği gibi bir müsekkin rolü oynuyor aslında. Mevcut devlet aygıtının kolayca, hâkim sınıfı zorlayıp geriletmeden iklim mücadelesinin saflarına koşulabileceğine dair bir yanılsamayı çoğaltıyor.

Oysa fosilsizleştirme, yüzlerce milyar dolarlık petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtların toprağın ve denizin altında bırakılması anlamına geliyor. Dahası, rafinerilerden boru hatları ve enerji santrallerine fosil yakıtlara bağlı devasa altyapıların işlevsiz hale getirilmesi demek oluyor. Yine fosil yakıtlara ve petrokimya endüstrisine doğrudan bağımlı üretim süreçlerinin sekteye uğramasını gündeme getiriyor. Yani fosilsizleştirme, sermaye sınıfı açısından muazzam bir servetten gönüllü olarak vazgeçmek anlamını taşıyor. Kapitalistlerin fosil yakıtlara doğrudan ya da dolaylı olarak bağlı olan bu muazzam sermayeden “insanlık” ya da “dünya” için öyle kolayca vazgeçeceğine dayanan her “yeşil” senaryo giderek tehlikeli sıfatını daha fazla hak eden bir yanılsamadan başka şey değil.

Günümüzde hâkim olan fosil yakıtlara bağlı büyüme modelinin terk edilmesi, devasa boyutlarda bir sermayenin gözden çıkarılması anlamına geliyor. Bu ölçekte bir dönüşüm için bir tarihsel öncül arandığında akla ancak Amerikan İç Savaşı ve köleliğin, yani belirli bir mülkiyet biçiminin zor yoluyla tasfiyesi geliyor. Kölelik karşıtı mücadele, tıpkı iklim adaleti mücadelesi gibi, hâkim sınıfın hiç değilse bir kesiminin mülksüzleştirilmesi gereğiyle karşı karşıya kalmıştır. İklim felaketini önleyebilmenin yolu, fosil yakıt sermayesinin tıpkı köleci sermaye sınıfı örneğinde olduğu üzere, gerekirse cebren, tasfiye edilmesidir.

Bugünden bakıp kölelik bahsini arkaik bulup azımsayanlar olabilir. Ancak 19. yüzyılın ortasında kölelik ekonominin geri kalmış, kökü mazide, atıl bir sektörü falan değildi. Tam tersine, Chris Hayes’in hatırlattığı üzere, 1860 yılına gelindiğinde ülkedeki kölelerin toplam değeri Amerikan fabrikaları, demiryolları ve mevduat hesaplarının toplam değerini aşıyordu.[21] Tarihçi Matt Karp’ın belirttiği gibi, “kölelik, on dokuzuncu yüzyıl Amerikan kapitalizmine düşman, karşıt ya da ondan ayrı değildi, tersine onunla etkileyici bir şekilde uyumluydu.”[22]

Kölelik, tıpkı modern fosil enerji endüstrisi gibi, dünya ekonomisinin izole edilmiş bir sektörü değildi, onun merkezi ve dinamik bir bileşeniydi. Dolayısıyla “iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak da benzer şekilde hem şimdiki değeri hem de gelecekteki potansiyel değeri büyük miktarlarda yok etmek anlamına gelecektir. Bu, köleliğin kaldırılması tarafından kışkırtılana benzer yoğun bir toplumsal çatışmayı da gerektirecektir.”[23]

Günümüzün fosil yakıt sermayesi, geçmişteki köle sahipleri gibi, sadece kendi çıkarlarını düşünen bir kapitalistler topluluğu, bir ekonomik sektör değil, kârları ve güçleri bir bütün olarak hâkim sınıftan ayrılması imkânsız olan bir gruptur. Bu sınıfın veya onun bir bölümünün kendini gönüllü olarak ortadan kaldırmaya, bir nevi intihar etmeye ikna edilebileceğini öne sürmek, tarihin de güncel siyasal güç ilişkilerinin de ziyadesiyle yanlış bir değerlendirmesine denk düşer. Bu bakımdan fosil enerji endüstrisi, tıpkı kölelik gibi ancak hâkim sınıfa yönelik bir “mülksüzleştirme hareketinin” uzun ve zorlu bir mücadelesi (kölelik örneğinde W.E.B De Bois’nın hatırlattığı gibi kölelerin “genel grevi” ve dört yıl süren kanlı bir iç savaş) yoluyla alt edilebilir.

İklim krizi karşısında fosil yakıt endüstrisinin hızlı bir biçimde ortadan kaldırılması gerekiyor. Yani fosil yakıt şirketlerinin yatırımlarını, inşa ettikleri altyapıları gönüllü olarak ıskartaya çıkartmaları bekleniyor. Dışsal, yani Marx’ın deyimiyle “toplumdan gelen” bir zorlama olmaksızın sermaye sınıfının bir bölümünün kendi çıkarlarına halel getirecek böyle devasa bir işe girişmesi mümkün değil. Zaten yukarıda bu sektörün daralmak bir yana genişlediğini, kârına kâr katmaya devam ettiğini gördük. Dolayısıyla bugün karşı karşıya olduğumuz meydan okumaya denk düşecek bir tarihsel analoji arayışına girdiğimizde köleliğin kaldırılması ya da Andreas Malm’in önerdiği gibi, Rusya’daki devrimin iç savaş ve emperyalist müdahale şekline bürünen hâkim sınıfın reaksiyonuyla karşılaştığı “savaş komünizmi” devri çok daha uygun örnekler. [24]

Kurtarma Operasyonu

İklim krizine dair yaygın yanılgılardan biri, onun gelecekte gerçekleşebilecek bir felaket olarak tasavvur edilmesi. Oysa iklim değişikliği muhayyel bir gelecekte değil, şimdi gerçekleşmekte olan, içerisinde yaşadığımız ve bir şey yapmadıkça daha da korkunçlaşacak bir felaket. Dünya sistemindeki kırılmalar, ekolojik kriz ve devam eden iklim felaketi, bir önceki dönemin güç ilişkilerinde sarsıntılara neden olacak, mevcut politik ve sosyal tartışmaların temellerini alt üst edecek bir süreç.

Antroposen kapitalizmiyle istikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu yeni bir döneme giriyoruz. Dünya sistemindeki ani kırılmalar dünya üzerindeki milyonlarca insanın hayat koşullarında büyük ve sarsıcı değişimlere neden olacak. Yakın geçmişin sosyal demokrat ya da ana akım yeşil siyasal projelerinin bu felaketle ve krizle damgalanmış yeni çağın koşullarına ayak uydurabilmesi mümkün değil. Bu siyasal akımların evrimci siyasal stratejilerine kaynaklık etmiş istikrarlı koşulların yerinde daha şimdiden yeller esiyor.[25]

Devrimci sosyalistler ekolojik yıkım çağında devasa bir meydan okumayla karşı karşıya. 20. yüzyıldan tevarüs edilmiş stratejik hipotezlerin hızla içerisinde bulunduğumuz ardışık felaketler çağına adapte edilmesi gerekiyor. Dahası geçmişe göre çok daha kapsamlı bir “görevler” bütünüyle karşı karşıyayız: Küresel ısınmayı sanayi öncesi döneme kıyasla 1,5°C ile sınırlamak için, Çin dâhil olmak üzere emperyalist ülkelerdeki tüm üretim aygıtının, ulaşım ve tedarik sistemlerinin ve toplumsal yeniden üretimin tamamen dönüştürülmesi gerekiyor.

Küresel ölçekte muazzam büyüklükteki kitle hareketlerinin, üretim aygıtının büyük bölümünün tarihsel olarak benzeri görülmemiş bir dönüşümünü ve yapısökümünü zorlayacak kapasiteye sahip olmalı. Andreas Malm’ın deyimiyle, “Hareket dev bir kurtarma operasyonu yapma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğunu biliyor: Bu yaralı gezegende insan ve diğer türlerin hayatta kalması ve belki de gelişmesi için mümkün olduğunca fazla alanı korumak ve en iyi senaryoda, geçmiş yüzyıllardan gelen bazı yaraları da iyileştirecek bir operasyon yürütmek.”[26]

Küresel kapitalizmin iklim krizini aşma/sınırlandırma konusundaki müteselsil başarısızlığının yarattığı “hayal kırıklığı” ve ekolojik krizi giderme kapasitesinin giderek daha fazla sorgulanır olması, ekoloji hareketinin değişik kesimlerinde bir strateji tartışmasına ve radikalleşmeye daha şimdiden neden oluyor. Mütevazı reformların, küçük çaplı değişimlerin, aşamalı ve zamana yayılmış azaltımların yeryüzü iklim sistemini sabitleyemeyeceği, ekolojik krizi önleyemeyeceği görüşü ekoloji hareketinin çeşitli bileşenlerinde ağırlık kazanıyor ve hareketin tümünü radikalleştiriyor. İnsanlığın doğayla ilişkisinde topyekûn ve ivedi bir değişimi imleyen ekolojik bir devrimin krizden çıkışın yegâne yolu olduğu, artık çok daha güçlü bir biçimde vurgulanıyor. Ancak buna karşın siyasal ve sosyal güçler dengesi eko-yıkıcı sermayeyi durdurmak için henüz müsait değil. Geçmiş yenilgilerin yükü hâlâ sırtımızda. Yapmamız gerekenlerle şu an yapabildiklerimiz arasındaki o muazzam uçurumu hızla kapatabilmemiz gerekiyor.

Fırtına Yaklaşıyor

Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradesh eyaletinde 2025 yılında ölümcül bir sıcak hava dalgası yaşanır. Yüksek sıcaklık ve nemin bileşimi, günlerce sürecek bir sauna etkisi yaratır. Öyle ki, insanların ve birçok canlının bedeninin böyle bir sıcaklığa uzun süre dayanması mümkün değildir. Klimaların aşırı kullanımı elektrik şebekesini çökertir. Aşırı sıcaklığa uzun elektriksizlik ve su kesintileri eklenir. Isıya dayanamayıp ölen yaşlı ve çocukların cesetleri sokakları doldurur. Hindistan’daki bu sıcaklık dalgasında yirmi milyona yakın insan ölür. Birinci Dünya Savaşı’ndan bile büyük bir felaket bir hafta içinde gerçekleşir.

Kim Stanley Robinson’ın The Ministry for the Future adlı romanı, gelecekteki bu ölümcül felaketle açılır. Sıcak hava dalgasının neden olduğu afetin ardından öfkeli halk, “Kali’nin Çocukları” adlı bir harekette birleşerek fosil yakıt endüstrisine karşı mücadeleye girişir. Enerji santralleri ele geçirilir, boru hatları sabote edilir. İklim krizinin derinleşmesiyle Kali’nin Çocukları uluslararası bir harekete dönüşür. Kömür madenleri, petrol kuyuları saldırıya uğrar. Hatta petrol ve madencilik şirketlerinin yöneticilerine yönelik suikastlar gerçekleştirilir.[27]

Yani romanın hatırlattığı gibi iklim krizinin derinleşmesi, illa çaresizliğe ve “en altta kalanın canı çıksın”cı bir ekofaşist karanlığa değil de siyasal güç dengelerinde ezilenler lehine hızlı bir değişime, büyük kitle mücadelelerine de pekâlâ yol açabilir. Sıcaklık dalgaları, seller ve yangınlar, birbirini izleyen felaketler siyasal ve sosyal güç dengelerinde bugün gerçekçi görünmeyen çarpıcı değişimleri, ekolojik çöküş karşısında bugün tahayyül dahi edemeyeceğimiz kolektif bilinç sıçramalarını gündeme getirebilir.

İklim felaketine karşı adalet talebiyle dünya halklarının ayağa kalkması bugün siyaseten pek gerçekçi gelmeyebilir. Ancak, Stockholm Çevre Enstitüsü’nden bilim insanı Sivan Kartha’nın belirttiği üzere, “Şu anda siyaseten gerçekçi olan, bizi birkaç Hurricane Kasırgası, sonra birkaç Sandy süper fırtınası ve ardından birkaç Bophas tayfunu vurduktan sonra siyaseten gerçekçi olacakla çok az ilgili olacaktır.”[28]

Yaklaşan fırtına biz istesek de istemesek de tıpkı 19. yüzyılda Amerika’da, 20. yüzyılda Rusya’da olduğu gibi bir “iç savaş”, yani devasa toplumsal mücadeleler olarak cereyan edecek. Ekolojik çöküşün farklı tezahürleri mevcut sömürü ve tahakküm biçimlerini daha da derinleştirecek. Bu durum ister istemez itiraz ve direnişleri çoğaltacak. Bigane kalamayacağımız bu savaşı kazanmak zorundayız. Çünkü Marx’ın öne sürdüğü o “ya devrim ya yıkım” parolasındaki yıkım seçeneği belki de hiç olmadığı kadar yakın.

Dipnotlar

[1]Andrey Platonov, “On the First SocialistTragedy”, https://newleftreview.org/issues/ii69/articles/andrei-platonov-on-the-first-socialist-tragedy

[2]Andrey Platonov, “İnsanlığın ‘Tasfiyesi’ Üzerine”, Karel Çapek, Semenderlerle Savaş içinde, çev. Sabri Gürses, İthaki Yayınları, İstanbul, 2021, s. 289.

[3] Karl Marx, “On theIrishQuestion”, https://www.marxists.org/archive/marx/iwma/documents/1867/irish-speech.htm

[4] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basın Yayın, İstanbul, 2014, s. 24.

[5] “IPCC issues ‘bleakest warning yet’ on impacts of climate breakdown”, www.theguardian.com/environment/2022/feb/28/ipcc-issues-bleakest-warning-yet-impacts-climate-breakdown

[6] “Climate limit of 1.5C close to being broken, scientists warn”, https://www.theguardian.com/environment/2022/may/09/climate-limit-of-1-5-c-close-to-being-broken-scientists-warn

[7] “Earth’s CO2 hits highest recorded level in human history”, https://www.independent.co.uk/climate-change/news/carbon-dioxide-record-co2-b2072614.html

[8] “India and Pakistan heatwave is ‘testing the limits of human survivability,’ expert says”, https://edition.cnn.com/2022/05/02/asia/india-pakistan-heatwave-climate-intl-hnk/index.html

[9]IanAngus, Facing the Anthropocene Fossil Capitalism and the Crisis of the Earth System, MonthlyReviewPress, New York, 2016, s. 100-1.

[10] “Seven new oil and gas projects approved since IPCC report called for an end to fossil fuels”, https://www.euronews.com/green/2022/04/10/seven-new-oil-and-gas-projects-approved-since-ipcc-report-called-for-an-end-to-fossil-fuel

[11] “Fossil fuel firms set to spend more than €800bn on new oil and gas fields by 2030”, https://www.euronews.com/green/2022/04/12/world-s-biggest-oil-and-gas-companies-projected-to-spend-more-than-800bn-on-new-fields-by-

[12] “Revealed: the ‘carbon bombs’ set to trigger catastrophic climate breakdown”, https://www.theguardian.com/environment/ng-interactive/2022/may/11/fossil-fuel-carbon-bombs-climate-breakdown-oil-gas

[13] Pelin Cengiz, “Aradığınız karbonsuzlaşmaya ulaşılamıyor”, https://artigercek.com/yazarlar/pelincengiz/aradiginiz-karbonsuzlasmaya-ulasilamiyor-gezegeni-en-cok-kirleten-saudi-aramco-en-degerli-sirket

[14] “Biden Plans to Open MorePublic Land toDrilling”, https://www.nytimes.com/2022/04/15/climate/biden-drilling-oil-leases.html

[15] “UK to defy net zero targets with more oil and gas drilling”, https://www.theguardian.com/environment/2022/apr/06/uk-more-oil-gas-drilling-north-sea-energy-security-strategy-kwasi-kwarteng-net-zero-targets

[16]Neil Faulkner, “Önümüzdeki On Yıl İçin Devrim Ne Kadar Olası?”, https://yerdenizsakinleri.wordpress.com/2022/02/07/onumuzdeki-on-yil-icin-devrim-ne-kadar-olasi-neil-faulkner/

[17]Karl Marx, Kapital Birinci Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, İstanbul, 2009, s. 263-4.

[18]Omar El Akkad, Amerikan Savaşı, çev. Selim Yeniçeri, Doğan Kitap, İstanbul, 2021.

[19] Bu teknokratik yaklaşımın eleştirisi için bkz. MattHuber, “AwarenessWill Not Save Us FromClimateDisaster”, https://www.jacobinmag.com/2022/05/awareness-climate-change-disaster-working-class-professionalism-policy-green-new-deal

[20] Adam Tooze, “EcologicalLeninism”, https://www.lrb.co.uk/the-paper/v43/n22/adam-tooze/ecological-leninism

[21]Chris Hayes, “The New Abolitionism”, https://www.thenation.com/article/archive/new-abolitionism/

[22]Matt Karp, “A Second CivilWar”, https://www.jacobinmag.com/2014/05/a-second-civil-war/

[23]Out of theWoodsCollective, HopeAgainstHopeWritings on EcologicalCrisis, CommonNotions, New York, 2020, s. 240.

[24]Andreas Malm, Corona, Climate, ChronicEmergencyWarCommunism in theTwenty-First Century, Verso, Londra, 2020.

[25]Christian Zeller, “Revolutionary ecosocialist strategies on heated earth in condensed time”, https://anticapitalistresistance.org/revolutionary-ecosocialist-strategies-on-heated-earth-in-condensed-time/

[26]AndreasMalm, How toBlowUp a Pipeline, Verso, Londra, 2021, s. 96.

[27] Romanın bir değerlendirmesi için bkz. AndreasMalm, “When Does the Fightback Begin?”, https://www.versobooks.com/blogs/5061-when-does-the-fightback-begin

[28] Aktaran NaomiKlein, “Stuck in TheSmoke As Billionaires Blast Off”, https://theintercept.com/2021/07/23/stuck-in-the-smoke-as-billionaires-blast-off/

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol