17.9 C
İstanbul
21 Kasım Perşembe, 2024
spot_img

“Vergide adalet” olur mu? – Nevzat Evrim Önal

"Mevcut düzende iktidara gelen herhangi bir sermaye partisinin halkın çıkarlarını önceleyen bir maliye politikasını kendiliğinden uygulaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Öte yandan, bu karakterde politikalar oy baskısıyla değil ancak eylem baskısıyla hükümetlere dayatılabilir. “Vergide adalet” de (tabii özel mülkiyet düzeninde olabileceği kadarıyla) ancak işçi sınıfı eylem sopasını eline aldığında sağlanır."

Sene sonu yaklaşırken sadece asgari ücret değil, gelecek senenin hükümet bütçesi de tartışılıyor. Bu tartışmalarda, AKP’nin nasıl patronların partisi ve devletin de nasıl patronların devleti olduğuna dair çok açık, itiraf niteliğinde cümleler sarf ediliyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde önümüzdeki yılın “vergiden harcamaları” yani devletin çeşitli gerekçelerle vaz geçtiği vergi gelirleri tartışılırken, sermayeye verilen teşvikler eleştirildiğinde, emperyalist finans sermayesinin Türkiye temsilcisi, aynı zamanda da Hazine ve Maliye Bakanı olan Mehmet Şimşek, “patrona teşvik için vergilerden vazgeçmeyeceksek, o zaman asgari ücretliden almadığımız vergiyi de alacağız” deyiverdi.[1]

Şimşek’e verilebilecek çok yanıt var. Mesela konuya ahlaki bir yerden yaklaşıp, “teşvik alan patron ile açlık sınırında yaşayan asgari ücretli bir mi, ayrıca sen insan mısın?” diye sorabilirsiniz. Ya da daha teknik bir açıdan bakıp, “vergi her durumda ücretlinin cebine hiç girmediğine göre ve asgari ücret de yaşanabilecek en düşük net gelir düzeyi olarak belirlendiğine göre; asgari ücrete vergi yüklemek bu vergiyi fiilen patronlara yüklemektir, dolayısıyla asgari ücretten vergi almayarak da zaten patronları teşvik ediyorsunuz, lafı niye çarpıtıyorsun?” diyebilirsiniz.

Ama ben bugün başka bir meseleyi, sosyal demokrat muhalefet tarafından çok yaygın biçimde dile getirilen “vergide adalet” talebinin gerçekçiliğini tartışmaya açmak istiyorum. Zira emekçilerden yana bir tartışma yürütmeye ama bunu sosyal demokrasinin sınırlarını zorlamadan yapmaya çalışan pek çok iktisatçı ya da maliyeci, bu başlıkta liberalizmin sermaye yanlısı ön kabullerini sorgusuz sualsiz benimsiyor ve bu kabullerin daralttığı çerçevede aslında emekten yana bir öneri yapamaz hale geliyorlar.

İnceleyelim…

***

En temel hatalardan biri şu: Sermaye, devletin dev bir şirket gibi yönetilmesini öngörür; dolayısıyla bir şirketin gelir ve giderleri arasında nasıl ilişki varsa, devletin de gelir ve giderleri arasında benzer bir ilişki kurulması gerektiğini savunur. Sermayenin bu ön kabulü, emekçiden yana olduğunu iddia eden iktisatçı ve maliyecilerin büyük çoğunluğu tarafından tekrarlanmakta, bütçe açıkları “israf” olarak nitelenmekte, çözüm olarak da “kamuda tasarruf” önerilmektedir.

Aynı şeyi üç aşağı beş yukarı IMF de söylüyor.

Oysa devlet herhangi bir şirket değildir. Devlet, harcamalarını gelirleriyle (yani vergilerle) karşılamak zorunda değildir. Devlet para politikası araçları yoluyla kendi borçlanma maliyetini belirleyebileceği gibi, gerekli gördüğü durumda yoktan para yaratabilir ya da kamu bankacılık sistemini kullanarak fiilen bu kapıya çıkacak işlemler yapabilir.

Dolayısıyla kamu maliyesine şöyle yaklaşılmalı: Devlet, içine giren paranın yok olduğu, dışına çıkan paranın da varlık kazandığı bir kara kutu gibidir; vergi toplarken bir miktar geliri yok eder (buna V diyelim); harcama yaparken de bir miktar gelir yaratır (buna da G diyelim). Devlet, eğer (G-V) sıfırdan büyükse net gelir yaratıyor yani genişletici bir maliye politikası yürütüyor, küçükse net gelir yok ediyor yani daraltıcı bir maliye politikası yürütüyor demektir.

Eğer derdiniz emekçiden yana bir maliye politikası önermekse; genişletici ya da daraltıcı politikaların enflasyon etkilerinden önce tartışmanız gereken iki soru var:

  1. Devlet kimden vergi alıyor ve kimden almıyor; yani kimin gelirini yok ediyor ve kiminkine dokunmuyor?
  2. Devlet kime doğru harcama yapıyor ve kime doğru yapmıyor, yani kime gelir yaratırken kime zırnık koklatmıyor?

Bu soruları sormadan bütçe dengesi, kamuda tasarruf gibi kavramlarla tartışmaya başladığınızda, enflasyonun objektif olarak kötü bir şey olduğunu peşinen kabul etmiş olursunuz. Bu kabul evrensel bir doğru falan değildir, finans sermayesinin çıkarıdır. Enflasyon bütün diğer ekonomik olgular gibi taraflıdır ve teorik olarak devlet, görece yüksek enflasyonun bulunduğu bir ekonomik ortamı da işçi sınıfının çıkarına yönetebilir. Dolayısıyla işçi sınıfı açısından sorun enflasyon değildir; sorun devletin sermaye devleti olması ve her koşulda işçi sınıfının zararına ve sermayenin yararına politikalar uygulamasıdır.

***

Ama biz önce yukarıdaki iki sorunun Türkiye için cevaplarına bakalım:

Birincisi, Türkiye’de vergi sistemi benzerine az rastlanır derecede sınıfsaldır; sermaye sınıfı kayırılmakta ve vergi işçi sınıfı ile orta sınıflardan alınmaktadır. Şöyle ki;

  • Yüksek gelirliden daha fazla vergi almanın temel yolu olan artan oranlı gelir vergisi prensibi Türkiye’de sermaye sınıfına hiç dokunmuyor: 2024 yılı uygulamasına göre en yüksek gelir vergisi diliminde vergilendirme oranı yüzde 40 ve bu oran yılda brüt 3 milyon TL (yani ayda 250 bin TL) kazancın üzerine uygulanıyor.[2] Yani muayenehanesi olan bir doktor ile Koç ya da Sabancı ailesinin herhangi bir üyesinin geliri aynı vergi oranlarına tabi. Üstelik sermaye sınıfı gelirini saklama ve kaçırma konusunda toplumun geri kalanının sahip olmadığı araçlara sahip ve bunları ziyadesiyle kullanıyor.
  • Sermayeye yönelik temel dolaysız vergilendirme kalemi olan ve şirket kârlarından alınan kurumlar vergisi söz konusu olduğunda, Türkiye dünya çapında bu kalemin toplam vergi gelirleri içerisinde en düşük paya sahip olduğu ülkelerden biri.[3] Burada da muafiyetler ve ödenmeyen vergilerin affedilmesi gibi uygulamaların yanı sıra, şirketlerin kârı düşük gösterebileceği pek çok yöntem mevcut.
  • Vergilerin genel yapısına bakıldığında ise, Türkiye’de vergi gelirlerinin ortalama üçte ikisinin dolaylı, yani gelirden değil harcamalar başta olmak üzere gelirin kullanımından alınan ve zengin fakir ayırt etmeyen (Ali Koç da siz de bakkaldan bir şişe kola aldığınızda aynı KDV’yi, cep telefonu aldığınızda aynı ÖTV’yi ödersiniz) vergilerden karşılandığını görüyoruz.[4]

Kısacası Türkiye, sermaye sınıfı için adeta bir vergi cenneti ve liberallerin papağan gibi tekrarladığı “devlet kocaman” yalanlarının aksine, sermaye sınıfı pek vergilendirilmediği için, Türkiye’de devletin vergi gelirlerinin ekonomideki payı yüzde 20,8 ile “gelişmiş” ülkelerin tamamının gerisinde. Örneğin bu oran liberalizmin kalesi olan ABD’de yüzde 27,7, sosyal devlet prensibinin en güçlü uygulandığı ülkelerden Fransa’da ise yüzde 46,1. [5]

Devlet harcamaları söz konusu olduğunda ise Türkiye’de çok temel bir eğilim sürekli olarak işliyor: Devlet, yerine getirmesi gereken herhangi bir fonksiyonu, mümkün olan her durumda özel sektöre devrediyor. Yani vergiler eski deyimle “yol, su, elektrik” olarak yurttaşlara geri dönmüyor, yurttaşlar devletin asli görevleri arasında olan hizmetlerin neredeyse tamamını özel sektörden satın almak zorunda kalıyor ve devlet, bunların bir kısmının fiyatlarını sübvanse ederek özel sektöre kaynak aktarıyor. Paralı otoyollar, geçiş garantili köprüler, bakım masraflarından kaçınıp vatandaşların canına mal olan elektrik dağıtım şirketleri, kamusal eğitimin niteliksizleşmesi, yurttaşları özel hastanelere yönlendiren sağlık sistemi gibi olguların tümü buraya bağlanıyor; devlet kendisi daha ucuza yapabileceği sayısız işi daha pahalıya şirketlere yaptırıyor.

Liberallerin bir diğer yalanı da Türkiye’de enflasyonun sebebinin bütçe açıkları olduğu iddiası. Oysa Türkiye bütçesi özel olarak dünya ortalamasının üzerinde bir açık vermiyor.[6] Dolayısıyla, ekonomideki payı görece küçük ve dünya ortalamasına benzer bir ortalama açık veren Türkiye bütçesinin, dünya ortalamasının çok üzerinde olan enflasyonun sebebi olduğu iddiası saçma. Ayrıca, Türkiye bütçesinin verdiği açık sermaye sınıfından almadığı vergiler ve bu sınıfa doğru yaptığı harcamalardan kaynaklanıyor.

***

Öte yandan, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda bir kamu maliyesinin talep edilmesi için sadece “bütçe disiplini” takıntılı neoliberal devlet modeline karşı çıkılması yeterli değil. Çünkü devletin mevcut sınıf karakteri çerçevesinde genişletici maliye politikaları da halkın hayrına olmuyor; genişletici ve daraltıcı maliye politikaları, sermaye sınıfının iki ayrı öbeğine yarıyor ve hangisi kazanırsa kazansın emekçi halk kaybediyor.

Bu durumu şöyle özetleyebiliriz: Devletin genişletici maliye politikaları uyguladığı dönemlerde, neredeyse hiçbir mal ya da hizmet doğrudan devlet tarafından üretilmediği için sermaye sınıfının meta üreten kesimlerinin karşı karşıya olduğu talep büyüyor. Bu kesimler de artan talebe kısmen üretimi, kısmen de fiyatları artırarak yanıt veriyor. Genişletici maliye politikaları bu yüzden, yani devletin piyasa fiyatları üzerinde bir kontrol sahibi olmamasından dolayı enflasyon artışıyla sonuçlanıyor. Bu olduğunda, bu sefer devlet enflasyonu düşürmek için daraltıcı maliye politikalarına yöneliyor, vergi gelirlerini artırmak için halka daha fazla yükleniyor (örneğin KDV ve ÖTV oranlarını artırıyor ya da yeni vergiler uyduruyor) ve yine halka yönelik kamu harcamalarını kısarak refah azalmasına sebep oluyor.

***

Dolayısıyla Mehmet Şimşek’in söylediklerini tekrarlayıp “kamuda tasarruftan” bahsederek işçi sınıfının çıkarı savunulamaz. Bugün devlet zaten konu halka hizmet olduğunda ziyadesiyle tasarruf yapıyor; okul tuvaletlerindeki sabuna varana kadar pek çok harcama kaleminin üzeri çizilmiş durumda. Talep edilmesi gereken, devletin gelir ve harcamalarının yurttaşların çıkarlarını gözetecek bir biçimde yeniden yapılandırılması, örneğin sermayenin daha fazla vergilendirilmesi veya halka hiçbir faydası olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatının kapatılmasıdır.

Türkiye’de böyle bir yeniden yapılanma, ancak çok kapsamlı bir devletleştirme hamlesi ile birlikte mümkün olur: Kamusal hizmet niteliğindeki tüm sektörler (altyapı, ulaştırma, haberleşme, enerji, eğitim ve sağlık) tamamen devletleştirilmeli; gıda, giyim ve barınma gibi halkın temel ihtiyaçlarına yönelik mallar üreten sektörlerde de kapsamlı devletleştirmeler ve yeni kamu yatırımlarıyla piyasa fiyatlarını kontrol edip enflasyonu frenleyecek devlet tekelleri oluşturulmalıdır. Böylelikle genişletici politikalar sermayenin kâr hırsı yüzünden sadece fiyat artışlarıyla sonuçlanmaz ve bu politikalarla gerçek üretim artışları yaratılabilir hale gelir.

Sıradan yurttaşların yararına işleyecek bir kamu maliyesi de ancak devletin bu kapsamda bir yeniden yapılandırılmasıyla mümkün hale gelir. Ama bu köşede geçen hafta sorduğumuz soru, bu konuda da geçerli: Bu kapsamda bir dönüşüm yapılacaksa, neden sosyalizme ilerlemek yerine yarı yolda durulsun ve devlet kapitalizmi kabullenilsin ki? Özel sermaye var olduğu müddetçe daima halkçı devlet politikalarını baltalayacak, hiçbir şey yapamazsa en azından ülkeyi terk ederek yoksullaşmaya sebep olacaktır. Bu yüzden tüm özel sermayenin devletleştirileceği, tüm mal ve hizmetlerin devlet işletmelerinde üretileceği bir merkezi planlama modeli çok daha halkın çıkarına olur.

Kuşkusuz emekçi halkın çıkarından yana olan herkes böyle bir devrimci dönüşümü savunmak zorunda değil. Öte yandan, eğer tutarlı olunacaksa, “kamuda tasarruf” ya da “halkın kendi çıkarına bir maliye politikası uygulamayan iktidarı sandıkta cezalandırması” gibi köşesiz önerilerden fazlası yapılmalı. Ülkede sosyal demokrasinin ve sarı sendika bürokrasisinin çizdiği sınırlara tabi olmadan, emekten yana radikal ve gerçekçi politika önerileri formüle eden, sayıları hiç de az olmayan ama her biri çok değerli Marksist ve post-Keynesçi iktisatçı da var zaten.

Söz konusu politika önerileri ancak arkasına sınıfsal bir güç yığıldığında gerçekten anlam kazanabilir; ama bunun toplumsal zemini de giderek oluşuyor. Daha geçtiğimiz günlerde, vergi teşviklerine yönelik karar alma yetkisi bakanlar kurulundan alınıp Erdoğan’a verildi ve bu teşviklerin Resmî Gazete’de yayınlanma kuralı kaldırıldı. Çünkü sermaye sınıfının neredeyse vergiden muaf ekonomik yaşantısı giderek daha fazla öfke çekiyor ve minareye kılıf takmak gerekiyor.

Mevcut düzende iktidara gelen herhangi bir sermaye partisinin halkın çıkarlarını önceleyen bir maliye politikasını kendiliğinden uygulaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Öte yandan, bu karakterde politikalar oy baskısıyla değil ancak eylem baskısıyla hükümetlere dayatılabilir. “Vergide adalet” de (tabii özel mülkiyet düzeninde olabileceği kadarıyla) ancak işçi sınıfı eylem sopasını eline aldığında sağlanır.

Dipnotlar:

[1] https://haber.sol.org.tr/haber/patronlar-vergi-odesin-talebine-tehdit-g….

[2] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2023/12/20231230M2-12.pdf

[3] https://www.oecd-ilibrary.org/corporate-tax-revenues_5a0764e2-en.pdf?it… (Sayfa 18’deki tabloya bakınız).

[4] https://www.dunya.com/kose-yazisi/dolayli-vergi-yukunde-tarihi-zirve/69….

[5] https://www.oecd.org/tax/revenue-statistics-turkiye.pdf

[6] Şuradan dünya ortalamasıyla ve aynı gelir grubundaki ülkeleri ortalamasıyla karşılaştırmalı biçimde bakılabilir: https://prosperitydata360.worldbank.org/en/indicator/WB+CCDFS+fby.

KaynaksoL

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol