Kavramlar, her bilim dalı için olduğu kadar, sınıf mücadelesinde de çok önemlidir. Bilim derken, sanat ve edebiyatı dışında bırakmadan söylüyoruz.
“Günlük düşünce” ile, “bilimsel ve sanatsal düşünce” arasında bir ayrım koyuyoruz. Bunu “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” isimli çalışmada, Deniz Adalı’nın yazılarında görmek mümkün. Bu bizim için bir vurgudur. “Günlük düşünce” ile, bir yılın 365 gün olduğunu söyleriz, ama bu aslında tam “doğru” değildir. Bilimsel dilde, yıl kaç gündür sorusunun yanıtı, “dünyada bir yıl 365 gündür” şeklinde olur. Günlük dilde, kadınlara “namus” diye dayatılan ahlâkı düşünün, bununla, bilimsel anlamda etik, asla aynı şey değildir. Günlük dilde “güzel” ile sanatta veya eylemde estetik aynı şey değildir. Günlük dilde “çirkin” denilenin, kendine has bir estetiği vardır.
Bilim ve sanat, insanın günlük faaliyetlerinden doğar kuşkusuz. Gökyüzünden düşmez, yerden fışkırmaz. Ama yine de kendine has bir dil oluşturur ve bu dilde kavramlar çok önemlidir.
Devrimci mücadele, düzeni değiştirmeyi hedefler. Onun da, kendine has kavramları olur. Birçokları için örgüt, bir otoritenin altına girmek ve kendini kısıtlamaktır. Oysa bizim için örgüt, ortak eylemi zafere götürecek bir araçtır ve güç toplama ve yönetme işinin temelidir, toplumsal öznedir ve mücadeleyi geliştirebildiği sürece özgürlüktür.
Kavram olarak özgürlük, çok ilgi çekicidir. Şükür ki, hâlâ öyledir. Hâlâ insanlar, ister köle olsunlar, ister meta toplumunda tüketici hâle gelmiş ve özne olmaktan çıkmış olsunlar, sık sık “özgürlük”ten söz ediyorlar.
Kimine göre özgürlük, kafana göre takılmaktır. Kimine göre özgürlük, aile baskısından kurtulmaktır. Oysa, bilimsel anlamda öyle değildir.
İnsan toplumsal bir varlıktır.
Öyle olduğu için, özgürlüğünü kaybetmez. Tersine kazanır. Ama toplumsal ilişkiler, ağlar, onu köle hâline getirmişse, o bu toplumsal bağları görmezden gelerek, arkadaşının önerilerine hayır demek için “sana ne, ben özgürüm” diye haykırıyorsa, özgürlüğü anlamamış demektir. Yanlış bilmek, işi hep zorlaştırır.
Derler ki, gerçek daha basittir. Sadedir. Ama eğer senin yanlış bir bilgin var ve onunla ilerliyorsan, her zaman yanlış tutumlar almaya başlarsın ve doğru ile yanlış birbirine karışmaya başlar. O zaman gerçek “basit” değilmiş gibi görünür.
Diyelim ki, bir kadın, mevcut mülkiyet ilişkileri altında, bir yandan cinsel bir meta olarak pazarlanıyor, diğer yandan birçok toplumsal kuralla “namus” objesi hâline getiriliyor, öte yandan evine bağlı bir yaşama mahkûm ediliyorsa, bu onun eşi ile ilgili, sadece ailesi ile ilgili bir sürecin sonucu değildir. İşin derinine inmek gerekir. Bu derine inme süreci, bir tepki ile, en yakın olana isyanla başlayabilir. Sakıncası yoktur. Ama eğer orada kalırsa, aslında hiçbir yere varmaz.
Bilim ve sanat, günlük düşüncenin sınırlarını aşarak, bize, gerçeklik hakkında daha derin bilgiler sunar. Bilim, bize hareketin yasalarını anlama şansı verir. Ve eğer bunları anlarsak, neyin, o hareketin içsel zorunluluğu olduğunu kavrayabiliriz. Diyelim ki, mülkiyet ilişkileri ile mesela erkek egemen sistem arasında ilişki kurabiliriz. Mesela evliliğin aslında mülkiyet ilişkileri ve miras hukukunun bir çekirdek örgütlenmesi olduğunu anlayabiliriz. Bunu bilirsek, bir adım atarken, “özgür” olma şansımız olabilir. Diğer hâlde, olup biten bir kader olarak görünür ve kadere isyan, bir gençlik hastalığı olarak algılanır, o kadar. Sonra, sisteme uyum sağlama süreci başlar.
Mesele kapitalist sistemi, içinde yaşadığımız toplumu doğru anlamakla ilgilidir. Hem genel olarak kapitalist sistemi hem de içinde yaşadığımız ve belli bir tarihe sahip toplumumuzu anlayabilirsek, birçok şeyin arkasındaki gerçeği görebiliriz. Bu da bize, karar verirken, eyleme geçerken, seçim yaparken, bir “özgürlük” alanı sağlayabilir.
Bir insanın bir başka insanı köle hâline getirmesi süreci, insanoğlu varolduğunda var olmadı. Yani, eğer birisi bir yazgı yazdıysa, başlangıçta, köle diye bir şey yazmadı. Nedense, kölelik için binlerce yıl geçmesi gerekti. Büyük oyuncu, nedense, en başından kimseyi köle yazgısı ile var etmedi.
Köle sahibi olmak ve köle, iki karşıt sınıf şeklinde bölünmüş toplum, belli bir toplumsal gelişim sürecinde ortaya çıktı. Kölelik ortaya çıktığında, özgürlük talebi de çıkmış olmalıdır.
Köle sahibi olmak, öyle kolay iş değildir. İnsanın bir üretim aracı olmalı ve o üretim aracının sahibi olarak kabul edilmeli. Dahası, üretim aracı sahibi olmayanlar olmalı ve onların emeği, o üretim aracılığı ile kendilerine yetecek olandan fazlasını üretebiliyor olması gerekir. Ve tabii bu da yetmez, bu kölenin, gönüllü olarak köle olmayı kabul etmiş olması olasılığının çok küçük olması nedeniyle, köle sahibinin elinde bir zor aracı, kılıç olmalı.
Demek, özgürlük kavramının kutsallığı, insanlığın uzun tarihi içinde, böyle başlamış olmalıdır. Ve bugün, 1948’de BM kararı ile kölelik kaldırılmış olduğu hâlde, hâlâ köleler var. Sadece modern işçilerden söz etmiyoruz, bildiğiniz köleler varlar.
İşin temelinde mülkiyet var. Bu bildiğiniz anlamda bir sandalyenin mülkiyeti, bir ceketin mülkiyeti değildir. Bu, üretim araçlarının mülkiyetidir.
Üretim araçları mülkiyeti, esir-efendi diye arzın evlatlarını iki yana ayırmıştır. Gerçekte ise, üretim aracı, daha önceden üretilmiş cansız emektir. Bu açıdan, o üretim aracı, toplumca üretilmiştir. Yani, karakteri gereği toplumun olduğu hâlde, şimdi özel mülkiyettedir. Ve üretim aracının sahibi, elbette üretilenin de sahibi olur. Üretilen, kendisine yetenden fazladır ve bunu pazara çıkartır. Meta üretimi böyle başlar.
Tüm sınıflı toplumlar boyunca sürer.
Deniz Adalı okuyanlar, bizim, sınıflı toplumları, kendi içinde bir süreklilik içinde ele aldığımızı bilirler. Yani bize göre, ilkel komünal toplum, sınıflı toplumlar ve komünizm vardır. Sınıflı toplumlar ise, kendi içinde, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum olarak ayrılırlar. Bu, vurgudur, ama çok önemlidir.
Bu nedenle, meta üretiminin başladığı sınıflı toplumun ilk hâlinden bugüne gelişi izlemek daha olanaklı oluyor. İşte kapitalizm meta toplumudur derken bunu ifade ediyoruz. Bu hem meta üretiminin evrenselleştiğini hem de her şeyin, her türden insan ilişkisinin de metalaştığını bize gösterir.
Adalı’nın yukarıda adı geçen kitabında, meta toplumu, meta fetişizmi ve tüketim toplumu üzerine epeyce detay bulacaksınız. Biz burada tüketim toplumu ve sanat üzerine durmak istiyoruz.
Bilimsel ve sanatsal düşüncenin, düşünce tarihinde günlük düşünceden ayrılmak demek olduğunu yukarıda kısaca belirttik. Günlük pratikten doğan, nihaî kaynağı günlük pratik olan, insanların kendi yaşamlarını sürdürmek için maddi malların üretimi ve kendi neslini devam ettirmesi olan bilimsel ve sanatsal düşünce, o pratikten kopar, gelişir. Böylece, gerçeği daha farklı olarak görmeyi sağlar. Bundan sonra ise, bilimsel ve sanatsal düşüncenin, tekrar o günlük pratiğe gelmesi, dönmesi gerekir. Bu nedenle, bilim insanları ve sanatçılar, toplumsal düşüncede önemli bir rol oynarlar. Böylece, diyelim ki, bir sanatçının, kendi üretimini topluma aktarması gerekliliği ortaya çıkar.
Etik ve estetik, aslında bu insan eylemi ile ilgilidir. Günlük yaşamımızda yer alan, toplumsal ortalama bilincin (ki bu egemenin bilincidir) bize öğrettiği ahlâk ve güzellik, etik ve estetik kavramlarından oldukça uzaktır.
İçinde yaşadığımız toplum, meta toplumu demek olan kapitalizmdir. Ve kapitalizm, tekelci aşaması ile birlikte, kabaca 1900’lerin başı ile birlikte, artık bir tüketim toplumuna dönüşmüştür.
Kişi, tükettiği ölçüde ve tükettiği şeylere göre bir “değer”dir. Bu süreci, kitlesel üretim, tekelci pazar hâkimiyeti, onun gerektirdiği şiddet ve tüm bunların ortak çocuğu demek olan reklamcılık şekillendirmiştir, şekillendirmektedir. Tekrardan zarar gelmez ama düzenli Kaldıraç okuyanları sıkmamak için, tekrar Adalı’nın “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” kitabını önermek istiyoruz. Hem o kadar geniş bir tartışmayı bu konu bağlamında sürdürmek de zordur.
Bu süreç, sanatsal faaliyetleri de kapsıyor.
Tüketim toplumu, bir yandan, kişiyi tüketici hâline sokuyor. Diğer yandan da, “her şeyi” tüketim nesnesine dönüştürüyor.
Tüketici hâline gelmiş olan kişi, aslında artık özgür değildir. Ama çelişkiye bakın ki, o kendini daha “özgür” hissediyordur. Bira içmekte özgürüm, şu elbiseyi almakta özgürüm, şu şarkıyı dinlemekte özgürüm, şu TV kanalını dinlemekte özgürüm, şu kadar satın almakta özgürüm, tatile gitmekte özgürüm.
Ne çok “özgürlük” var. Ama hepsi paraya bağlı. Ne kadar satın alma gücün varsa o kadar “özgür” oluyorsun.
Durun olmadı galiba, ben cildimi güzelleştirecek bir malzeme almakta param kadar özgürüm belki ama, o malzemenin cildimi kanserle tanıştıracağını bilme hakkım yok. Ben aslında kola içmekte özgürüm ama, o kolanın içindekini bilme hakkım yok. Ben aslında Televole izlemek istemiyorum, ama onu izlemekte özgürüm. Aslında tüm TV kanalları aynı ama ben istediğimi izlemekte özgürüm. Aslında, çok giysim olsun istiyorum ama bazlarını giymekte hiç de özgür değilim. Dahası, benim giydiğimi zaten herkes de giyiyor ama ben kendimi hep farklı hissediyorum, çünkü o markayı aldım. Aslında ben tatile gitmekte özgürüm ama galiba gidemiyorum. Ben aslında İstanbul’da yaşamamakta özgürüm ama burada yaşamak zorundayım. Ben çalışmak istemiyorum ama çalışmak zorundayım. Ben fikirlerimi söylemekte özgürüm ama, bana farklı bir fikir söyleyenleri dinlemek bile istemiyorum. Ben düşünmekte özgürüm ama konuşmak başıma iş açar.
Çok özgürüm dedikçe, çok köle olduğumuzu anlıyor olabilir miyiz?
TV program yapımcıları, “kaliteli programlar” yapmak istiyoruz ama halk seyretmiyor, daha çok Televole seyrediyor, diyorlar. İyi ama, “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?” Başka programlar yapıldı da, halk mı seyretmedi? Sen TV kanallarını pislik akıtan kanallara ve reklam ile dönen bir sisteme çevirmiş iken, bunları her gün seyretmeye mecbur kalan halk mı suçlu oldu şimdi?
Sanatçı, aslında toplumsal gerçekliği daha farklı ve daha duyarlılıkla gören bir kişidir. Böyle olmalıdır değil, öyledir, değilse sanatçı değildir. O hâlde, bugün, sanatçı olmayan, pek çok sanatçımız var. Hele devlet sanatçıları, bir ayrı tür, bir ayrı insan çeşidi olmalıdır. Duyarlılık ve toplumsal gerçekler söz konusu olunca, devlet sanatçıları, özel bir türdür; sadece para düşünen, sadece sığıntı olan bir tür.
Kişi tüketici ise, bir anlamda bir nesnedir, hiçtir ve reklam hedefidir. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir şeydir. Özne olmaktan çıkmış olmak demektir. Tükettikçe var olmak, aslında tekellerin nesnesi olmak demektir. Reklamcılar, seni avlarlar. Sen bir avsın ve istedikleri senin olduğu ölçüde parandır, bunun için ayartıcı birçok söz duyarsın ve aslında seni bu nedenle, “özel varlık” olarak inceler, sınıflandırırlar. A grubu müşteri, tatminsiz müşteri vb. Bununla da bitmez, sana, aslında insan doğası budur derler. Sen böylece “normal”, “istenen” olursun.
Bir de buna her şeyin tüketilmesini eklemek gerekir. Sen işçisin, çalışma ve uyuma dışında mesela günde 4 saatin mi var, bunu nasıl tüketeceksin? Sana, sen zaten yoruldun, şimdi tüket ve eğlen derler, elbette paran kadar.
Aşk, her tür insan ilişkisi, tüketim üzerine kuruludur. “Ben bugün bir erkekle, çok güzel zaman geçirdim.” İşte işin sırrı budur. Her şey sahtedir ve nihayetinde yorulunca, sen aslında kendinin de tükendiğini anlarsın. Zaten yaşın onlara para kazandıracak yaşı geçmişse, kalan birikimine el koymak ve seni mezara göndermek için sistem hazırdır.
Sanat da, sanatçı da bunun içindedir.
Çakma sanatçılardan söz etmiyoruz. Diyelim ki, düşünebilen, diyelim ki, kendisi dışında toplumsal gerçekliği anlamış olanlardan söz ediyoruz, yani bize en yakın olanlardan.
Diyelim ki, ressamsın, ya da mesela müzisyen. Sana bir “sponsor” lazım. Akbank, İstanbul Bienali’ni sunar. İşte sihirli kelimeler bunlardır. Sanat dostu olarak Akbank, İstanbul Bienali’ni sunuyorsa, orada para aklamak dışında bir iş, rastlantı sonucu olabilir.
Sponsor, zehirlidir.
Gerçek anlamda sanatçı, eğer sponsora ihtiyaç duyuyorsa, o ve sanatı zehirlenmeye başlamış demektir.
Nasıl ki bilim, tekellerin kasasına girmiştir, aynı biçimde sanat, tekellerin karanlığına sığınmış gibidir.
Bu sadece üretim sürecini kapsamaz.
Sanatçı, eserlerini sergileyecekse, sistem, tekeller, müzeler dahil, o sergi mekânlarını, kendi çıkarlarına göre düzenlerler. İlk gözetilen şey, halka uzak olmasıdır. Saklamak anlamında değil, ama boğmak anlamında. O gösterişli müzelere çamurlu ayaklarla girilmez ve o müzelerde öyle şeyler vardır ki, gerçek bir sanatçının eseri müzeye girdiğinde, soluklaşmaya başlar. Mekân, onu boğmaya başlar.
Sadelik yerine sanat üretiminde bireysellik ve karmaşa egemen olur. Sunumda da görkem. O kadar görkemli alan vardır ki, eser artık görünmez.
Sanatçı kendi üretimini, doğrudan halka sunacak mekânlardan yoksun bırakılmaya başlanır. Bu durumda, sanatçı, eserini satmak için hareket ettiği an, çarkın içine girmiş demektir.
Öte yandan, sanatçı, kendini geçimini farklı yolla sağlayıp, ekonomik bağımsızlık elde edebilirse, iş değişmeye başlar. Ama bu kapitalist meta ekonomisinde, oldukça zordur, profesyonelliği önleyecek bir şey olarak görülür ve sanatçı için fazla külfet doludur. Eğer sanatçı, “profesyonelliği” reddederek, amatör bir ciddiyetle çalışır ve geçimini başka yollarla sağlayabilirse, işte o zaman taviz vermeme olanağını elde edebilir.
Burada da sanatın, sınıf savaşımı ile iç içe girme meselesi başlar.
Gerçek anlamda sanatsal üretim, o zaman yapılabilir hâle gelir. Eğer aileden gelen bir gelirle sanatçı, sistemin dışında bir üretim yapabiliyorsa, durum farklı olabilir. Diğer hâlde, pazara göre şekillenmek veya sınıf savaşımının içine girmek dışında yol kalmaz.
Sistemin içine girip, pazar için üretim yapıldığında, eserin sahibi olan seyirci nitelik değiştiriyor ve eseri satın alıyordur. Bu durum, pazara göre şekil almayı beraberinde getirecektir. Pazara sunulan her eser, metadır ve meta, talebe göre ambalaj ve içerik sahibi olmalıdır. Sanatçı, pazar için üretim ile, eğer iyi satıyorsa kendini özgür ilan edebilir ama, aslında sanatsal bir üretim yapmıyordur, varsa bir birikimi tükeniyordur. Ülkemizin iyi satan ressamları, mesela Devrim Erbil, mesela Bedri Baykam, bunlar sadece örnek, hemen hepsi, tükenmiştir. Ne yaptıkları sanattır ne de kendileri sanatçı. Ne toplumsal gerçeklikle bir ilgileri ne de etik ve estetik değerleri vardır. Pazar için üretirler ve kendilerini tüketirler. İyi ressam demek, cambaz ve pazar ilişkilerini iyi bilen ressam demektir. Sade değildirler ama havalıdırlar. Onlar da zaten, artık asistanlarına iş yaptırırlar. Eserleri metadır ve bant sistemi içinde üretime girmektedirler. Kendileri, kendi alanlarının kapitalistleridir.
Mekân olarak sanat, halka ulaşmak için, bazı durumlarda fırsatlar elde edebilir. Bu, toplumsal süreçlere, duyarlılığa, mücadeleye bağlıdır. Ama sanatçı, tüm mekânın kendisine kapatıldığı anda, sözünü sokakta söylemekten geri durmamalıdır. Bu elbette paralı bir alıcı kitlesi bulmamak demektir. Ama zaten alıcı değil de, sanatın gerçek sahibi olacak olan izleyiciye yönelmek gerekir. Bu da, sanat üretiminin niteliğini değiştirmek demektir.
Rönesans, herkesin üzerinde durduğu bir aydınlanma dönemidir. Orta Çağ karanlığının yıkılışıdır. Bu konuda bilim insanları ve sanatçılar etkilidir. Ama yine de dünyanın döndüğünü, dünyanın evrenin merkezi olmadığını, dolayısıyla da kilisenin evrenin merkezinde, siyasal iktidarla birlikte tanrının temsilcisi olmadığını söyleyen bilim insanlarından çok, sanatçıların cesur hamleleri perdeyi yırtmıştır. Aydınlanma, bilim ve sanatın katkısı ile ortaya çıkmıştır.
Bugün karanlık bir tekeller çağı yaşıyoruz. Bu çağ, Orta Çağ’dan daha örgütlü bir karanlığın ifadesidir. Bu karanlık tekeller çağını yırtacak devrimlerde, bilim ve sanat insanlarının büyük rolü olacağını düşünmek mümkündür. Yeter ki, bilim ve sanat insanları, kendilerini, örgütlü bir devrimci pratiğin içinde bulsunlar. Başka da yolu yoktur.
Şöyle bir soru vardır elbette; bizim örgütlü mücadelemiz, bugün, bilim ve sanat insanlarının örgütlü mücadeleye katılmasına olanak tanıyabilecek olgunlukta mıdır? Bu sorudur. Kanımca, bilim ve sanat insanları, bunun bir yolunu bulduklarında ya da biz bunun bir yolunu onlarla birlikte yaratabildiğimizde bu sorunun olumlu yanıtı ortaya çıkmış olacaktır.
Bugünden bildiğimiz, bizim organik olarak mücadeleye katılacak bilim ve sanat insanlarına ihtiyacımız olduğudur. Bugünden bildiğimiz, bilim ve sanat alanında, gerilla savaşını andıran bir mücadele olmadan, sürekli sonuçlar elde edilemeyeceğidir. Bugünden bildiğimiz, gerçek anlamda sanat ve bilimin buna ihtiyaç duyduğudur. Biz, bilim ve sanatın, özgün dokunuşunu, cesur ve ufuk açıcı hamlelerini ihtiyaç olarak görüyoruz. İşçi ve emekçiler buna ihtiyaç duymaktadır. Bunlar olmadan, mücadeleyi ancak yavan bir mücadele olarak yürütebiliriz. Onların katkısı, organik bir katkıdır ve aslında onları tarihe yazdıracak olan da bu organik duruşları olacaktır.
Elbette, herkes “özgür”dür.
Ancak toplumsal ve tarihsel gelişim, sınıflar mücadelesi, bize birçok şeyi yapma görevi vermektedir. Bu görevi anladıktan sonra, hiç hileye başvurmadan, herkes özgürdür ve bu hâli ile o özgürlüğe saygımız olur. Biz mücadele etmekte, başkaları karanlığa sığınmakta özgürdür.
Bugün dünyada, ama yakından bildiğimiz ülkemizde, sanatçıların katkılarına, işçi sınıfının önderliğindeki devrim ve sosyalizm mücadelesi ihtiyaç duymaktadır.