Türkiye’yi yönetenler salgın politikasına ilişkin şöyle ilkeler benimsediler, gördüğümüz üzre: (1) Hasta sayısı, özellikle ölü sayısı az gösterilecek. (2) Parasız her türlü hizmetten olabildiğince kaçınılacak, (3) Uzun boylu kapanmaya girişilmeyecek.
Kovit-19 salgını konusunda Türkiye’yi yönetenlerin bugüne kadarki kararları ve uygulamaları, gerçek bir ulusal sorun ve birçok kişinin yargılanmasını gerektiren suçlar içeriyor. Eğer hemen bütün hayatî konuların toplumca düşünülmesini taşınılmasını engelleyen o ceberrut işi bahane, hayatta tek mevzuda bahane olmaktan çıkıp ciddîye alınır sebep kimliği edinebilecekse, o da bu. “Millî Güvenlik” ve bu defa bolca şekerin üzerine krema ilavesi mahiyetinde yanına katılan “Ulusal Çıkar”ın birlikte yarattığı ortam, evet, iç bayıcı, mide bulandırıcı; lâkin bu defa bu kavramları ortaya sürmeyi meşru kılan iktidar zafiyeti var ortada. Ve hepimiz biliyoruz ki, bu zafiyet, dizginsiz tahakküm iştah ve afiyetinin mahsûlüdür. Yani zafiyet değil marifetten sözetmeliyiz.
“Millî Güvenlik”in “Millî”sinin milleti değil yalnız devleti ifade ettiği, “Ulusal Çıkar” deyince çıkarından bahsedilenin de ulus falan değil, ulusa hükmederek çıkarını koruma-geliştirme kudretine sahip zümreler olduğu hepimizin mâlûmu. Hangimizin bunu söyleyeceği, hangimizin saklayacağı, konjonktüre ve esas olarak iktidarda kimin bulunduğuna bağlı. Fakat muktedirlerle ilişkisi nasıl olursa olsun herkes bilir ki, her iki kavram da toplumun kaderine dair kararlara toplumun kendisini yaklaştırmamak için tedavüldedir.
Oysa millî güvenlik ve ulusal çıkar diye birşeyler elbette var ve hepimizi ilgilendiriyor. Onlar ilgilendiriyor, tamam da, bizim onlarla ilgilenebilmemiz için siyasetin konusu olmaları gerekiyor. Yani siyasî partiler, hareketler, zihni fikir üreten, ağzı laf yapanlar, ülkenin millî güvenliğinin nasıl daha iyi sağlanacağına, ulusal çıkarların nasıl korunup geliştirileceğine dair farklı yaklaşımlarını, önerilerini çarpıştıracaklar ki, siyaset olsun.
Fakat bizim toplumumuz siyasetin bu aslî alanlarına adımını atmaya kalktığı anda cezalandırılacağını bilir. Hem bu yüzden hem her türlü ilahın yerine devleti geçirmenin hikmetine inanmışlık yüzünden hem de bazı adımların bedelinin birilerinin gelip bacaklarını kırması olduğunu bilecek kadar yaşamışlık görmüşlük yüzünden, herhangi bir mevzunun bu iki kavramdan birine iliştiği hissedildiği anda herkes bunlardan uzak durur. “Höyt, Ulusal Çıkar o!” diye haykırıldığında, “Şşşt! Çek ulan elini oradan, Millî Güvenlik orası!” diye bağırıldığında işin bitmiştir. Çünkü haykırılması, bağırılması bile gerekmeksizin bu aşağılayıcı oyuna katılmak, ömrünü devletin hışmını üzerine çekmeden tamamlayabilmenin önkoşuludur.
Tabiî aynı tedbir ve çekincelerin siyasetçiler, siyasî partiler için de geçerli oluşu, bireylerin nemelazım sağduyusunun yolaçtıklarıyla kıyaslanmayacak çapta sonuçlar doğurur: Siyaset, yapılması gereken alanın onda birine sıkışır ve esas meselelerin hiçbirini içermez. Önüne dosya koyarlar, kanlısı kansızı her türlü sabotajı yaparlar, şehrini başına yıkarlar, artık kimsen ona göre…
Virüs salgını ve buna karşı ne yapılacağı, şüphesiz “ulusal” çapta meseledir. Daracık muktedir çevresi dışında kimsenin erişemediği odalarda, kimsenin öğrenemediği gerekçelerle alınan fakat herkesin uymak zorunda olduğu kurallar, bizim ülkemiz için tipik olanın da ötesinde “millî güvenlik” ve “ulusal çıkar” manzaraları yarattı.
‘Bilim Kurulu’ muamması
Karşımıza “bilim kurulu” diye sahiden bu işteki “bilim” unsurunu temsil edebileceği görülen birileri çıkarıldı. Basitçe, hiçbirimiz, hangi kararın bu kurulun yetkisinde olduğunu uzun süre bilmedik. Böyle bir kurulun varlığının bilinmesinin tek etkisi, yönetenlerin kararları bu bilimciler heyetinin önerileri doğrultusunda aldığı yanılsamasını yaratmak oldu. Ancak mevcut yönetim tarzımız, baştaki tek-adam dışında birilerinin -bırakın sahiden almasını- karar alıyor gözükmesini bile kaldıramıyor. Bu yüzden orada, tepede, nasıl bir ilişkinin kurulduğunu asla anlayamadık. Günün birinde, bilim kurulunun -en azından bazı üyelerinin- bazı karar ve uygulamaları doğru bulmuyor olabileceğine dair sızıntılar arttığında, sağlık bakanı çıkıp, açıkça, bilim kurulunun karar yetkisinin bulunmadığını söyledi. Bütün bu süre boyunca, bilim kurulundan kimsenin -şeklen değil, içerikçe- açık-net itirazına, hele -bünyemize yabancı bir Japon âdeti olduğu için belki de asla beklemememiz gereken- istifasına şahit olmadık.
Oysa bazı hekim dostlarımız, bilim kurulundaki meslektaşlarının uzmanlığına güvenilebilecek kimseler oluşlarına dayanarak, salgına karşı mücadelenin bizim koşullarımıza göre nisbeten düzgün yürütülebileceğini umduklarını söylemişlerdi başlangıçta. Gördüğümüz nedir? Ölüm istatistiği düşürebilmek için 65 yaş üstüne uygulanan aşağılayıcı ayrımcılığı, devlet masrafa girmesin diye ergen yaştaki çocukların bütün gün eve tıkılmasının yolaçacağı vahim problemleri görmezden gelen, milyonlarca işçinin hayatının gözen çıkarılmasını dert etmeyen birtakım bilim insanları! Eğer böyle değilse, itirazın belirtisi nerede? Kimseye haksızlık etmek istemeyiz (herkesi bağlamayayım, ufak bir azınlık grup olarak istemeyiz yani), ancak bu bilim kurulunda yeralan herkes, sadece sağlık sorunundan da ibaret olmayan devâsâ bir toplumsal sorunda, yalnız ve yalnız muktedir çıkarı ve devlet otoritesi korumaya yönelik olarak yürütülen uygulamadan sorumlu hale düştü. İlle kavga kıyamet rezalet çıkartılması gerekmiyordu ki! Nazik dille de dikkat çekilebilirdi yapılan yanlışlara.
Şimdi sosyal-demokrat veya liberal usûlü ara bulmacı zihniyet şöyle itirazları besleyebilir: Canım, belki toplantılarda falan söylüyorlardı eleştirilerini, ama işte, mâlûm, tek-adam, vesaire…
Bize ne? Sahiden bize ne? Çünkü olan oldu. Bizzat bilim insanlarının “şöyle yapmazsak şöyle olur” dediği her şey olmakta.
Sorumluluk alanı
Çünkü devletin imkânları böyle bir felaket durumunda toplumu, insanları korumaya değil, muktedirler zümresinin hakimiyet araçlarını güçlendirmeye, o zümreyi besleyen çıkar çarkını büyütmeye, yurttaşlar üzerindeki denetim-gözetim ağını yaygınlaştırıp derinleştirmeye, iç güvenlik aygıtını daha da daha da daha da büyütüp silahlandırmaya, silaha, savaşa, yabancı ülke topraklarında ordular kurup donatmaya ve bir türlü tasarruf edilemeyen her türlü “itibar”a harcanıyor. İşte bu, bütün boyutlarıyla siyasetin konusu olması gereken, gerçek millî güvenlik ve ulusal çıkar sorunudur.
Gerekli tedbirin alınmayışının sebepleri elbette bilim kurulunun sorunu değil. Ama alınmayışının sonuçları doğrudan onların sorumluluk alanına giriyor.
Tıpkı “ulusal çıkar” bahanesiyle aylar boyunca hepimize yalan söylenmesi gibi. Bunun farkında mı değildiler? Biliyor idiyseler, buna ne uğruna katlandılar? Deprem yardımıyla uğraşırken, bazı acil durumlarda, yetkili insanların gözümüzün önünde halka yalan söyleyişlerine tanık oluyor, sesimizi çıkarmıyorduk. Diyelim kaymakam, söz vermişti, şuradaki çadırkente kepçe gönderecekti, ses etmeyelim, yollasın da insanların işi görülsün, varsın yalan söylesin, ne yapalım, falan diyorduk. Bilim kurulu böyle bir yaklaşımla mı davrandı? Sesini çıkarmadan orada oturup, hepimize yalan söylenişini mi izledi? Zaten tedbirsizliğe, şuursuzluğa bunca meyyal ahalimizi ürkütmeyecek şekilde çizilen tablonun salgının yayılma hızını katlayışı karşısında ne hissettiler, ne düşündüler?
Di’li geçmişle konuşuyoruz, çünkü artık bunların önemi kalmadı.
Türkiye’yi yönetenler salgın politikasına ilişkin şöyle ilkeler benimsediler, gördüğümüz üzre: (1) Hasta sayısı, özellikle ölü sayısı az gösterilecek. (2) Parasız her türlü hizmetten olabildiğince kaçınılacak, (3) Uzun boylu kapanmaya girişilmeyecek.
Bunların gerisinde yatanları da şöyle özetleyebiliriz, anlayabildiğimiz kadarıyla: (1) Muktedirler, ayrıcalıklılar, zenginler, sesi çok çıkacak, mesele yaratacak kalburüstü ahali büyük kayıp vermeyecektir, (2) Hastalıktan yoksullar (işçiler!) öldü diye toplumdaki siyasî dengeler fazlaca oynamaz, hele devlete bağlılık azalmaz, (3) Devlet imkânlarının kullanılışındaki öncelik alanlarıyla oynamak iktidar yapısını tehlikeye sokar, buna gerek yok, (4) Yine de propaganda önemli, infiale meydan verilmemeli: başarı izlenimi için salgının yaygınlığını ve ölü sayılarını az göstermeliyiz.
Normal olarak, şunları sayıp dökünce akla şöyle sorular gelmeli: Peki bu böyle gider mi? Nereye kadar gider? Yerli-millî felsefemizde bu sorulara zaten pek yer yoktu, iç-dış bütün politikaların yalnız iktidarın bekâsına hasredildiği son birkaç yıldır “uzun vade” kavramı anca ertesi sabah namazına kadar uzanabildiğinden hiç yer kalmadı. “Gitmezse o vakit düşünürüz.” Budur. Evet, bu kadar. Sahiden böyle olduğuna inanmayan, başından sonuna S-400’ler macerasını gözünün önüne getirsin. (Bu açıdan zorlanmayacak, çünkü şimdi ABD yaptırımlarıyla birlikte mevzu daha da ilginç şekillerde, sahiden ötesinin berisinin hiç mi hiç düşünülmediğini kanıtlayarak tekrar ortaya geliyor.)
Toparlayayım: Toplumu koruma dışında, bambaşka amaçlarla bize yalan söylendi. Bu tutum salgının daha da yayılmasına yolaçtı. Devlet imkânları vatandaşı korumak için seferber edilmedi, edilmiyor. (Burada da işyerlerinin, sermayelerin el değiştirmesi gibi çirkin emeller güdülüyor mu, açıkçası şüphelenmek hakkımız.) Yani ortada üç suç var: (1) Yalan, (2) Fazladan hastalık ve ölüme yolaçma, (3) Vatandaşı riske atma.
(Güya politik olsun diye yapılırken apolitikliğe sürükleyen, felaket tellallığının ötesine geçemeyen kendini ispat ayinlerinden birini daha düzenleme peşinde değilim, bunları yazarken. Bilim kurulunun bu sürece katılış tarzının beni özellikle üzdüğünü belirterek bitirmek isterim. Bireysel iyilik-kötülük dışında bir meseleden bahsettiğimiz umarım açıktır.)