5.5 C
İstanbul
27 Aralık Cuma, 2024
spot_img

Suriye’de komünistlerin gözünden Baas rejimi ve Esad sonrası Suriye

Beşar Esad yönetiminin HTŞ tarafından 12 günde devrilmesinin ardından Lazkiye’de Saer Dib ve Fatih Camus’un liderliğinde kurulan komünist “Suriye Demokrasi Topluluğu”, Suriye’nin geleceğine dair beklentilerini anlattı.

Suriye’de HTŞ’nin 12 günde Beşar Esad’ı devirmesi sonrası Medyascobe Haber Müdürü Göksel Göksu’ya konuşan komünistler sürece dair değerlendirmeler yaptı. Mahallelerde, şehirlerde yerelden yükselen bir örgütlenme gerçekleşiyor. Lazkiye’de Saer Dib ve Fatih Camus’un başını çektiği “Suriye Demokrasi Topluluğu” da o oluşumlardan biri.

”Fatih Camus:2 bin kez yaşadım bu duyguyu, 2 bin kez öldüğümü sandım.”

Fatih Camus 1981’de kurulan Suriye Komünist İşçi Partisi’nin kurucu üyesi. Asıl mesleği tıp doktorluğu olan Saer Dib bugün ünlü bir çevirmen ve yazar. O da Komünist İşçi Partisi üyesi. İkisi de Baas rejiminin işkencehanelerinden geçmiş, ikisi de Tedmur ve Sednaya Cezaevlerini görmüş, ikisi de ağır bedeller ödemiş iki komünist. 1987 yılında tutuklanan Saer Dib, sorgu aşamasında gördüğü işkence sonucu ayağındaki dört parmaktan olmuş, felç geçirmiş, bugün bile sağ kolunu kullanmakta güçlük çekiyor.

“Benim tutuklandığım dönemde, asıl işkence cezaevlerinde değil, istihbarat birimleri tarafından sorgu aşamasında yapılıyordu” diye anlatıyor o günleri, yeraltındaymış işkencehaneler ve uygulanan işkence yöntemlerini bugün bile tarif edemiyor. Cezaevinden çıktıktan sonra da bitmeyen bir baskı anlattığı: “Hiçbir şey yapamadım. Yurt dışına çıkacağım zaman ya izin vermiyorlardı ya da giderken de gelirken de istihbarat birimlerine bilgi vermek zorunda kalıyordum.”

19 yılını cezaevlerinde geçiren Fatih Camus ise ilk kez tutuklandığı 1982 yılında 50 gün süren sorgu aşamasının ardından da yaşadıklarını “Komünist İşçi Partisi kurucularından olduğum için başkalarıyla kıyaslandığında bana kat be kat fazlasını uyguladılar. Öyle anlar vardı ki, öldüğümü sandım. Abartmıyorum belki 2 bin kez yaşadım bu duyguyu, 2 bin kez öldüğümü sandım. O kadar büyük bir acıydı” diye anlatıyor.

”Tedmur ve Sednaya hapishaneleri”

İki komünistin de ilk durağı Tedmur Hapishanesi. Saer Dib bir yıl sonra sevk edildiği ve bugün “İnsan mezbahası” olarak anılan Sednaya’da 1991 yılına kadar kalmış. Camus beş yılın sonunda sevk edilmiş yine Tedmur’dan Sednaya’ya. 2000 yılına kadar halka açıldıktan sonra bizim de görme olanağı bulduğumuz demir parmaklıkların ardında… “Ama o yıllarda koşullar farklıydı” diyor ikisi de… 2011 yılından sonra işkencehaneye dönmüş Sednaya.

Cezaevinden çıktıktan sonra bu kez başka türlü bir işkenceyle karşı karşıya kalmış Camus. Devlet Güvenlik Mahkemesi tüm vatandaşlık haklarını elinden almış. Hiçbir yerde çalışamıyor, emekli olamıyor, oy kullanamıyor, ders bile veremiyormuş o yıllarda. Üstelik bu kararı bozma yetkisi sadece cumhurbaşkanındaymış. Yani o cezaevinden çıktığında babasının ölümünün ardından 34 yaşında olmasına rağmen iktidara gelen ve bugün ülkesinden kaçan  Beşar Esad’ın iki dudağının arasındaymış kaderi. Rejimin devrilmesiyle kararın da geçerliliğini yitirmiş olacağını umuyor.

”Baas rejiminde komünist olmak”

Baas rejimi döneminde komünist olmanın ne demek olduğunu en iyi onlar biliyor. Hareket alanının ne kadar kısıtlı olduğunu şu sözlerle anlatıyor Saer Dib:

“Daha önce de baskı vardı ama 2011’den sonra baskı katlanarak arttı. Öyle ki rejim bizi silahlı gruplardan daha büyük bir tehdit olarak gördü. O dönemde Suriye’deki tüm muhalif kesimleri içine alan ‘İç muhalefet’ adıyla bir koalisyon kurulmuştu. Muhalefet gücünü birleştirdi. Katılanlar arasında Suriye’nin ünlü komünistlerinden Abdülaziz El Hayyer de vardı. Siyasete Demokratik Baas Partisi  çatısı altında başlayan Hayyer, siyasi yaşamına 1981’de kurucuları arasında yer aldığı Komünist İşçi Partisi’nde devam etti. Bizim partinin kurucuları arasındaydı yani. Baştan beri devrimin silahlı bir devrime dönüşmesine karşı çıktı, bunu da farklı muhalif grupların 2012 Temmuz’unda bir araya geldiği Kahire toplantısında dile getirdi. O toplantıda bazı muhalif gruplar silahsız bir devrim önerisine karşı çıktı. Koalisyondaki ilk ayrışma o toplantıda ortaya çıktı. Şiddete ve silaha karşı olmasına karşın aynı yıl bir konferansa katılmak için gittiği Çin’den döndüğünde, ülkeye girer girmez tutuklandı ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Akıbeti bilinmiyor.”

O yıllarda tutukluların büyük çoğunluğu Müslüman Kardeşler üyeleriymiş, “İkinci sırada Irak Baas partisi üyeleri yani sünni Baasçılar, üçüncü sırada ise bizler yani Komünist İşçi Partisi üyeleri geliyordu. Sıralama Demokrat Baas Partisi, Solcu Komünist Partisi diye devam ediyordu” diyorlar.

”8 Aralık bir devrim mi?”

8 Aralık’a bir günde gelinmediğini anlatıyor Saer Dib, Göksel Göksu’nun Golani’yi sormasıyla, sürecin 1970’te başladığını söylüyor:

“1970-1980 yılları arasında halk Hafız Esad diktatörlüğüne karşı direniyorduk. 1980’de Hafız Esad’a düzenlene suikast sonrası, o dönemde savunma birliklerinin başında olan kardeşi Rifat el Esad, intikam almak için Tedmur Hapishanesi’ni kana buladı. Cezaevine giren birlikler 3 saatte 1200 kişiyi katletti. Sonraki yıllarda rejime tehdit olarak gördükleri kim varsa herkes hedefteydi. Müslüman Kardeşler, solcular, siviller… Rejim kurduğu düzeni, 2011 yılındaki Arap Baharı’na kadar uyguladığı baskı ve şiddet sayesinde sürdürdü. Yıllar süren baskı ortamı bir yerde patlayacaktı, bu şekilde patladı. 2011’de insanlar sokaklara döküldü, rejime hayır demeye başladı ama silahsızdılar. Esad rejimi ise riskle karşı karşıya kalınca silaha sarıldı. Haliyle şiddet şiddet doğurdu.”

Gelinen noktada iki faktörün etkili olduğunu söyleyerek devam ediyor Saer Dib Suriye’deki barışçıl gösterilerin nasıl silahlı çatışma iklimine dönüştüğünü anlatırken. “İlki şu” diyor, “Tunus ve Mısır’ın ardından bu sürece sonra müdahale etmek isteyen ülkeler vardı ve sonradan gördük ki özellikle körfez ülkeleri bu sürecin içinde yer aldı. Şu çok önemli, ben kesinlikle silahlanmayı doğru bulmuyorum ama anlattığım süreç silahlı grupların ortaya çıkışının tesadüf olmadığını gösteriyor. Beşar Esad’ın yıllar boyunca hiçbir müzakereye açık olmaması, hiçbir çözüm arayışına yönelmemesi sonucunda bu noktaya geldik. Ve karşımızda Golani’yi bulduk.”

Filistin ve Lübnan‘nın güneyindeki gelişmelerin etkisine de dikkat çekerek devam ediyor sözlerine:

“Ben şöyle yorumluyorum; önce Aksa Tufan’ı başladı. Bölgedeki tüm ülkeler çekmecelerini açıp önceden sakladıkları planı çıkardılar. Gördük işte Nasrullah’ı öldürdüler, sonra Gazze’deki katliamlar vs. Böyle bakınca ben ülkelerin kendi aralarında yaptıkları bir anlaşma sonucunda bu noktaya geldiğimizi düşünüyorum. Hatta anlaşmanın içinde rejimin başı olarak Beşar Esad’ın da olduğu görüşündeyim. Ama ne yazık ki arkasında bitkin bir ülke bıraktı. Yıllar boyunca sadece Captagon ticareti ile uğraşmış, dünyanın parasını toplamış , ülkeyi, tekrar ele geçirdiği bölgeleri çürümeye terk etmiş. Ülkenin doğru dürüst bir askeri gücü kalmadı, yıllarca Rusya’dan ve İran’dan aldığı destekle ayakta kalabilmiş ve dolayısıyla artık herkes ‘bu rejim artık kimsenin işine yaramıyor’ dedi ve sonunu getirdiler. Bundan yola çıkarak Golani aslında bu çelişkinin ürünü. Bir yanda ayaklanan, isyan eden bir halk, diğer tarafta dış faktörlerin katkısıyla ortaya çıkmış bir durum var. Bu gerçeği görmek zorundayız.”

“Bir yanda Golani var diğer yanda özgür, demokratik bir Suriye talep eden halk… Sizce ortak bir noktada buluşmak mümkün olacak mı?” diye soruyorum “Şu an sahada elinde silah olan tek güç HTŞ. Bizim ise şu aşamada odaklanmak istediğimiz iki şey var; birincisi sivil barış ve aslında sivil barış için dış faktörlerin Golani’ye de baskı yaptığını hatta onu zorladığını düşünüyoruz. Odaklanmak istediğimiz ikinci şey de sivil düzene demokratik yollardan geçiş yapmak. Ve bu süreçte artık hiçbir şekilde kan dökülsün istemiyoruz, daha fazla savaş olsun istemiyoruz. Şunu söylemek zorundayım, biz Birleşmiş Milletler’in 2015’te kabul edilen 2254 sayılı kararına uymak gerektiğini düşünüyoruz.” cevabını veriyor.

“Asıl devrim 2011’de başladı”

Saer Dib’e “HTŞ’nin iktidarı ele geçirmesini devrim olarak görüyor musunuz?” diye soru soran Göksu,  bu durumu doğru yorumlamak gerektiğine dair bir açıklama alıyor ve başlıyor komünistler nedenini açıklamaya:

“Çünkü asıl devrim 2011 yılında başladı. Halk 2011’de ayaklandı ve ayaklandığında ne onları temsil eden bir siyasi parti vardı ne de bu ayaklanma örgütlü bir ayaklanmaydı. Bu tür durumlarda sokağa inen halk, hedefine ulaşana kadar geri çekilmez ve bu hedefe hangi yoldan daha kolay ulaşabiliyorsa o yolu seçerler. El Nusra, HTŞ, ÖSO gibi örgütlere katılmaların nedeni bu. O yapılanmaları hedefe giden yolda bir araç olarak gördükleri için katıldılar bu örgütlere. HTŞ‘li olan bir genç belki de bundan sekiz yıl önce silahlanmaya karşıydı, ama işkenceleri gördü, varil bombaları atılırken çaresizliği yaşadı. Bir aidiyete ihtiyacı vardı ve karşısında bu yapılanmaları buldu. Silahlı örgütlere bu şekilde katılan çok örnek var. Bu nedenle önümüzdeki tablo çok karışık. HTŞ ile ilgili çok eğlenceli söylentiler var. Kimi 8000 kişiyle geldiklerini söylüyor kimi sadece 800 kişiyle rejimi devirdiler diyor. Bu da işin bir başka boyutu.”

”Golani Baas rejiminden daha az tehlikeli değil”

Fatih Camus Golani’nin Baas rejiminden daha az tehlikeli olmadığını söyleyerek araya giriyor bu noktada:

“Önümüzdeki tablo aslında iki güç arasındaki çatışmanın sonucu. Bir tarafta baskıcı bir diktatörlük rejimi diğer tarafta ise faşist radikal bir örgüt var. Bizim örneğimizde halkın başka liderler tarafından yönetilmesi mümkün değildi, elde sadece bu radikal güç vardı. Bana sorarsanız, Golani’nin temsil ettiği radikal zihniyet, yıkılan Baas rejiminden daha az tehlikeli değil.”

Ve ülkenin bir yol ayrımında olduğunu anlatıyor hiç ara vermeden:

“Şu an önümüzde iki senaryo var. Ya Suriye’de kurulacak yeni yönetim Türkiye örneğini model alacak ya da Suriye’de radikal selefi bir devlet göreceğiz.

Eğer ikinci seçenek hayata geçerse bu kesinlikle daha fazla kan alacağı anlamına gelir. Bu seçenek yeni bir intikam sürecine girilmesine yol açacak ve iç savaşın kapısını aralayacak. İlk seçeneğe dönecek olursak, eğer Türkiye’deki yönetim örnek alınır da yeni yönetim bunun üzerinden şekillenecek olursa, içinde bulunduğumuz koşullarda, bundan daha iyisini bekleyemeyiz.”

“BM kararları kırmızı çizgimiz”

Ülkenin içinden geçtiği süreci özetleyen iki komüniste “Peki bu süreçte siz ne yapıyorsunuz?” diye soruyor Göksel Göksu. Saer Dib alıyor sözü. 8 Aralık’tan sonra içinden geçilen hassas süreçte aktif rol almaya karar verip hemen kolları sıvamışlar ve ‘Suriye Demokrasi Topluluğu’ adıyla yeni bir oluşum kurmuşlar. Aralarında geçmişte siyasi düşüncelerinden dolayı tutuklananlar, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında çalışanlar ve normal vatandaşlar var. Ortak hedefleri sivil barış ortamına demokratik yollardan geçiş sağlanması için çalışmak. Ama olmazsa olmazları var “Bu doğrultuda idarenin yönetimde kalacağı üç ay içinde Birleşmiş Milletler’in 2015’te kabul edilen 2254 sayılı kararına uyulması bizim için çok önemli. Üç aylık sürecin sonunda geçici bir hükümet kurulması, yeni bir anayasa yazılması, seçim yapılması ve tüm Suriyelilerin bu sürece dahil edilmesi şart” diyorlar. Hassasiyetin nedeni Golani yönetimindeki geçici idarenin BM kararını geçersiz saycağına dair aldıkları duyum. BM kararları kırmızı çizgileri “bunu kesinlikle kabul etmiyoruz” diyorlar ve geçiş sürecini en az hasarla atlatmak istiyorlar.
Saer Dib şöyle özetliyor grubun yol haritasını: “Ülkemiz yaralarını bütün bunların uluslararası camianın gözetiminde güvenli, demokratik yollardan yapılması halinde sarabilir Bu çok önemli. En az bu kadar önemli olan bir şey daha var o da Suriye’nin toprak bütünlüğü. Kurduğumuz oluşumun bir amacı da Suriye’deki entelektüel gruplarla normal halk halk arasındaki kopukluğu gidermek. Biz bu bağı kurmak için de çabalayacağız.”

 

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN ARALIK SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,930AboneAbone Ol