40’ıncı sanat yılını geride bırakan Türkiye şiirinin usta kalemlerinden aydın ve devrimci Şükrü Erbaş’la şiire ve şiirin gücüne dair…
Şiir, insanın savunmasız halde çırılçıplak çıkmasıdır okuyucunun karşısına…
Bazen koca bir felsefeyi bazen bir ömrü tek satıra sığdırabilmektir; 300 sayfalık bir kitaba sığdıramadığını anlatır o tek satırla… Etrafını ışıl ışıl aydınlatan bir devrimci ve aydın kelimesini dibine kadar hak eden şair Şükrü Erbaş’ın bazı satırları da sadece okuyucunun ruhunu delip geçmiyor, 1 dakikalık bir romana dönüşüyor.
– “…yetmiyor ölüm acısı yoksul hayatlara
çocuk tabutlarından madalya dağıtıyor devlet polise…”
– “…kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde “önce vatan” yazısı bir hüzün değil midir?
Bunca kanın helalini kim kime nasıl öder, mezar taşlarıyla barış olur mu…”
Aşkı sanki elinizle tutabilecekmişsiniz gibi somut bir hale dönüştürebiliyor mesela, bir heykeltıraşın taşa can verebilmesi misali… Tüm umudunu barışa, aşka ve insan sevgisine bağlayacak kadar naif ama kör romantiklerden de değil; kötülere de edecek birkaç kelamı oluyor: ‘Canı cehenneme’ diyor bir şiirinde mesela, “Canı cehenneme, camlarında paramparça cesetler uçarken dünyayı tüketenin canı cehenneme!”…
Bana şairler kötü olamazmış gibi geliyor çünkü kötüler şiir yazamaz bence. Hiçbir diktatörün şiir yazdığını duymadım mesela. Herkes şiir yazabilseydi, belki de dünyada kötü insan kalmazdı. Hayatı ve insanı umursadıkları için… Aksi taktirde niye bir şair grevlerde, eylemlerde en ön safta durur ki? Çünkü söz konusu insansa gerisi teferruat, Erbaş için… Bütün mücadelesi daha iyi bir dünya, daha iyi bir nesil için… Ancak ne yaparsan yap, bu ülkede birilerinin onaylamadığı bir şey yapmaya gör, onca yaptığın şey, yazdığın satır, söylediğin söz anında unutulur ve birilerinin hedefi haline gelirsin. Ne büyük cesarettir bir insanın kafasındakileri oto-sansürsüz ifşa etmesi ve aldığı tepkilere göğüs germesi! 1994’de Milliyet’de yayımlanan, feodalizmi ve gelenekleri yargıladığı “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” şiiri hakkında suç duyurusunda bulunulmuş mesela, imzasız mektuplar almış, söyleşilerde üzerine yürünmüş; hatta köylüleri gerçekten öldürmeyi isteyip istemediği sorulmuş. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bile kendisini uzun uzun eleştirmiş; köylülerden uzak durmasını ve sanatını başka bir alanda icra etmesini öğütlemiş. ‘Gönül yorgunluğu’ yaşamış bu yüzden. En son bu yıl Sabah Gazetesi’ne verdiği röportajdan sonra linç kültürünün sol tandanslı olanına kurban edilmeye çalışıldı. Çok sistematik saldırılardır bunlar; sanki bir köşede sevdikleri aydın, akademisyen, gazeteci, yazar ve sanatçıların onların onaylamayacağı bir şey yapmalarını beklerler ve ellerine koz geçtiği anda da hemen üstüne çullanarak, ismini kara listeye alırlar. Çünkü sevdikleri isimler onlardan başkasını sevmemeli, başkasıyla konuşmamalı, kendilerinden başkasıyla iletişime geçmemeli!
Nezaketli, duyarlı ve naif insanlara karşı bir hassasiyetim var, hele karşımdaki bir şiir üstadı olunca bu hassasiyetim daha da artıyor. Bütün yoğunluğuna ve yorgunluğuna rağmen bana, sorularıma ve işime inanılmaz bir özen gösterdi. Bazı insanların yüzüne bakınca kalplerini görebiliyorsunuz, böyle kalplerini göstermekten çekinmeyen masum insanları kırmamak lazım! Sonra iyice yalnız kalmayalım.
‘ŞİİR YAZMAK İNSANI PARÇALAYAN BİR SÜREÇ’
Bir sanatçının kafası bizlerden daha farklı işler ya, bir şairin kafasının daha da farklı işlediğine inanıyorum. Sanki aldıkları her soluk, dokundukları her eşya ve canlı ya da gözlerine takılan her şey bir dizeye dönüşüyormuş gibi… Yanılıyor muyum?
Buna ‘evet, tam da böyle yaşıyorlar’ demek, şair dediğimiz insanlara peşin peşin bir ayrıcalık tanımaya götürür bizi. Bir genel değerlendirme olarak, derin bir huzursuzlukla yaşadıklarına ben de inanırım. Yaşanılan gerçekliği durmadan sorgulama, şairleri de diğer yaratıcı alanlarda etkinlikte bulunan insanlar gibi bir çatışmaya götürür. Bu çatışma giderek bir mutsuzluk bilincine dönüşür. İnsanı bir can sıkıntısı yumağına döndürür. Bu kuşatmayı kıracak, değiştirecek bir bakışa, bir dile götürür yazan kişiyi. Ancak hiçbir şair, bütün zamanını şiirin yazılma sürecindeki psikolojiyle yaşayamaz. Bu sürecin çok karmaşık, çok zor, ağır bir süreç olduğunu söylemekle yetineyim. Bu süreçte insanın aklı da kalbi de, olağanın dışında, kolay açıklanamaz bir işleyişe bürünür. Bir anlamda insanı parçalayan bir süreçtir bu. Yine de Eluard’dan ödünç alarak, “şiir hiç de anormal bir şey değildir, insan zekasının doğal davranış türlerinden birisidir” diye bitireyim.
Peki, internet ve sosyal medya şiirin dünyasını etkiliyor mu? Ya da şiirin hayatta kalmasına katkıda mı bulunuyor?
Nasıl çetrefilli bir durum… sayıya gelecek bir yanı yok ama abartarak ve sembolik bir sayı olarak kabul edelim, o medyada günde bir milyon şiir paylaşılıyor. İnsanlar kendi yazdıklarını, sevdiği şairlerin dizelerini, saça-savura, yıka-boza sabahtan akşama, akşamdan sabaha paylaşıyorlar. Paylaşılan her bir şiiri / şiirimsiyi de binlerce insan beğeniyor. Bu durumun şiirimize bir katkısı var; hem nicel hem de nitel olarak çok fazla katkısı var diyebilmemiz için, şiirimizin yapı taşı şairlerin (Dağlarca, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Necatigil, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever, Metin Altıok, benim kuşağımdan daha pek çok şair) şiir kitaplarının yılda hiç olmazsa toplam on bin – yirmi bin baskı sayısına ulaşması beklenir değil mi? Eğer sayılar böyle değilse, bütün bir toplum kötü bir yanılsamayla avunup duruyoruz demektir. O ortamda şairlerin şiirlerinin nasıl yanlış kullanıldıklarına hiç girmeyelim. Ben de kullanıyorum birisini ama ne yazık ki tam bir panayır yeri olarak görüyorum. Ben biraz muhafazakarım sanırım; şiir, insanların hayatında kitap olarak varsa vardır ancak. İnsan belleğini birkaç saate indiren bir ortamda şiir nasıl kalıcı olabilir ki?
Hiç şiirlerinizi dünyaya saldığınız için pişmanlık yaşadınız mı? İç dünyanızı insanlarla paylaşmak yorucu ve ağır geliyor mu?
Behçet Necatigil, ‘şiir yazmak, kapatmalarla dolu bir haremi ele güne açmak gibi’ der. Başka çareniz, yolunuz yok. En özelinizi, en ağır acınızı, en mahrem arzunuzu, bir yolunu bulup yazacaksınız. Sizde bir sorunsala dönüşmüşse, acıya, öfkeye dönüşmüşse, insanın varoluşuna bir saldırıya dönüştüğünü görüyorsanız, toplumun en kutsalına dokunacaksınız. Devlete dokunacaksınız. Yoksa kendi kendinize sansür uygulamaya başlarsınız. Yoksa sözünüz, içinizdeki acıyı ifade etmede çok yetersiz kalır. Kendinizden yola çıkmazsanız, başka hayatların içine giremezsiniz. Bunu yapmadığınız zaman şiir yazamazsanız, roman yazamazsınız, müzik yapamazsınız, tiyatro yapamazsınız. Yazmada her şey olur ama pişmanlık asla olamaz. Belki şunu hissedersiniz; yıllar geçmiştir, şiiriniz çok daha yetkin bir yere varmıştır, eski şiirlerinizi zayıf bulabilirsiniz. Ama onlar olmasaydı bugünkü şiiriniz olmazdı. Bunu bilir susarsınız.
Anlık takdirler ve anlık paylaşımlardan beslenen okuyucuya bu anlamda güveniyor musunuz?
Okuyucuya güvenme konusunda… siz sadece kendinize güvenirsiniz. Yazdıklarınız toplumun ortak bilinçaltını yakalamışsa kimseden korkmazsınız. Okuyucuya güvenmek netameli bir tanımlama aslında; peki kime güveneceksiniz, ille de güvenmek diyeceksek. Kaldı ki daha önce de pek çok yerde söyledim; okur sınırsız, uzak ve homojen olmayan bir kitledir; tanısanız da ona göre tutum alacağınız bir kategori değildir yazmak eyleminde. Açıkça görülen çok art niyetli bir tutum yoksa, siz insanların beğenilerini anlamaya çalışırsınız, saygı duyarsınız. O kadar. Ama bildiğinizden şaşmazsınız.
Anlaşılmak sizin için ne kadar önemli peki? İlle de kafanızın içindekileri okuması gerekir mi okuyucunun?
Hepimiz insani bir refleks olarak, söylediğimiz sözün bizim yüklediğimiz anlamla karşımızdakine ulaşmasını isteriz kuşkusuz. Zaman zaman, ‘şimdi bu dizeye benim yüklediğim anlamı acep kaç kişi aynı yoğunlukta algılar’ diyorum, sonra hemen bu düşüncemi siliyorum aklımdan. Bu gerekmiyor. Kimler hangi geçmişten, kültürden, çocukluktan, acıdan, hayalden… gelir, bilemeyiz ki… dolayısıyla, herkes oluşup geldiği akılla, duyguyla, rüyayla, gerçekle, kişilikle algılayacaktır okuduğunu. Buradan bizim hiç öngöremeyeceğiz anlamlar çıkaracaktır. Böyle olmalıdır. Yoksa bir sanat yapıtı, sadece yaratıcısının anladığı, bir seferde tüketilen bir tüketim nesnesi olacaktır. Diğer bir deyişle sanat yapıtı olmayacaktır.
Peki, çözülmesinin zorluğu şiirin değerini arttırır mı?
Elbette hayır. Ne anlaşılmasının kolaylığı, ne de zorluğu bir şiiri değerli ya da değersiz yapar. Tersine, bizim ve dünyanın bütün büyük şiirlerine bakınız, hepsi de okuru bilmece çözmeye götürmeden, malumatfuruşluk taslamadan, o dilin bütün duruluğu ve derinliği ile insanın ruhunu ve yaşadığı gerçekliği hallaç pamuğu gibi atmış, bir dil şöleni olarak yüreğimize akıtmıştır. İşin bir başka yanı da şudur: bazı şiirler bize kapalıdır; şiir birikimimiz o şiirin kapısını aralamakta henüz yetersizdir; zamana ihtiyacımız vardır… bu şiirleri kötülemek de doğru değildir. Ya da anlayamadığımız bu tür şiirler kötü şiirler değildir. Bizim bir bütün olarak edebiyatla kurduğumuz ilişkiye bağlıdır bu tür değerlendirmeler.
‘BÜTÜN GERÇEK ŞAİRLER, YAZAMASALARDI ÖLÜRLERDİ’
Rilke ‘Genç Şaire Mektuplar’ında soruyor: Şiir senin için nedir? Ne gerek var? Yazmak zorunda mısın?
O kitapta şöyle sorar Rilke, “gecenin en geç ve en derin saatinde kendinize sorunuz, şiir yazmasaydım ölür müydüm, cevabınız evetse yazınız” der ve ekler: “bir şeyi şiirin dışında bir yolla dile getiriyorsanız şiir yazmayınız.” Franz Kappus’a yazdığı bu mektuplar (hepsi 9 tanedir) pek çok genç şair için olağanüstü bir kılavuzdur. Evet, çok abartılı, şairane bulunmazsa, sanırım bütün gerçek şairler, yazmasalardı ölürlerdi. Elbette fiziki bir ölüm değil kasıt. Yeraltı suları gibi kendi içlerine gömülür giderlerdi. Başka hiçbir insanın söyleyemeyeceği sözler; insan ruhunu, yaşadığımız gerçekliği başka hiç kimsenin o şekilde algılamayacağı, dönüştüremeyeceği sözler bize ulaşmamış olacaktı. Eğer insanın içinde o yakıcı cevher varsa, en ağır baskılar altında bile, en büyük yoksunluklarda bile bir yolunu bulup bize ulaşacaktır. Çünkü şiir, şairin kendisine indirdiği bir varoluş ayetidir. O ayet yoksa o şair yoktur.
Bir yerde ‘Şiirin dili sıradanlıktan kaçınır ama en iyi şiirler de sıradanlığı kutsar’ diye bir cümle okumuştum. Bunu nasıl açıklarsınız?
Bu sözde bir yanlışlık olmalı. Eğer “sıradanlığı kutsar” yerine “sıradanlıktan doğar” diye bitseydi anlaşılabilirdi. Şiirin dili, günlük konuşma dilinin de, düz yazı dilinin de ötesinde, tam anlamıyla bir üst dildir. Konuşup yazdığımız dilin yıkılıp yeniden kurulduğu bir dildir. Tabii ki sıradanlıktan fersah fersah kaçacaktır. Böyle olunca sıradanlığı kutsaması söz konusu olamaz. Böyle büyülü bir dil, en sıradan, gündelik şeyleri bile tanrısal bir mucizeye dönüştürecektir. Öyle ki okur, yaşadığı bir aşkın, ölümün, toplumsal bir yıkımın şiirini okuduğunda, benim yaşadığım, tanık olduğum bu mu, diye şaşırıp kalmalıdır, kalacaktır.
Bazı şairler şiirin yaşayan bir canlı gibi olduğunu, doğduğu andan itibaren onu ‘düzeltme’ ya da ‘geliştirme’ şansınız olmadığını söylüyor, çünkü çıktığı rahime geri girme şansı yok! Düz metinler ise öyle değil, defalarca o rahme geri girebiliyorsunuz. Sizin için de bir şiir doğduğu anda doğmuş mu oluyor? Geri dönüşüm mümkün mü?
Şiir ayet değildir, şair de tanrı… böyle bir dokunulmazlığı olamaz şiirin. Bu biraz yaptığı işe mistik bir öz yüklemeye yönelik, aklı şiire yük sayan, biraz narsistik bir düşünce. Elbette yazılma sürecinde, bitti dedikten sonra da pek çok kez düzeltilebilir. Çok az şiir, ilk doğuşu gibi kalır. Öyle güçlü bir doğuştur ki, üzerinde oynadıkça, düşündükçe bozduğunuzu görürsünüz. Mallermé, “ilk dize Allah vergisidir, ondan sonrası çalışma ister” der. Buradaki kasıt, ilk dizelerin doğuşunun verili akılla kolayca açıklanamayacağı ama sonrasının baştan sona şiirin üzerine kapanan bir çalışma isteyeceğidir bizden. Böyle bir çalışmadan ben, anlamdan sese, ritimden uyağa, dize içi ses uyumundan, sesin geriye çekildiği yerlere kadar belki de defalarca üzerinde çalışılacağını anlıyorum. Bütün bunlar ‘düzeltme’den yapılabilir mi hiç?
Peki, şiir gerçekten şairin yazdığı gibi çevrilebilir mi? Minik de olsa bir şey eksik kalırmış gibi geliyor bana.
Minik değil, kocaman şeyler eksik kalır. Benim sık kullandığım bir söz vardır; eski bir Mink yazısı, “Şiir her halükârda bir ihanettir. Rengi deseni yerli yerinde bir kumaşın ters yüzü gibidir” der. Şiir hangi dilden çevrilirse çevrilsin, çevrildiği dil içinde başta ses olmak üzere, ölçü, ritim, anlam, uyak… pek çok şeyi kaybedecektir. Daha doğrusu çevrildiği dil içinde, o dilin yapısal özelliklerine göre yeniden kurulmak zorunda kalacaktır. Bu, hiçbir dilde anadilindeki tadı vermeyecektir. Şiir, kendi diline bile çevrilemez, sözünü unutmamalı. Bir başka önemli durum da, çeviri, sadece sözcüklerin çevrilmesi değildir ki; iki kültürünün çevrilmesidir. Konuşmalarımda verdiğim bir örnektir, Necatigil’in şu dizesini hangi dile çevirirseniz çevirin, ses paramparça olacaktır: ‘Sevgili seslendiğin serinlik bir serap.’
Nesillerarası şiir birikimi ve miras aktarımı nasıl gerçekleşiyor?
Çok eskilerde, söylenen şiirlerin henüz yazıya (cönk defterlerine, divanlara vb.) geçmediği zamanlarda sözlü gelenekle, köy kasaba gezerek, kahvehanelerde, meydanlarda okunarak taşınıyordu. Bizim halk ozanlığı, Kürtlerin dengbejlik geleneği buna çok açık bir örnektir. Günümüzde artık yazıyla, kitapla taşınıyor. Kitabı da geçti sanırım “dijital ortam” denilen bir başka ortamda saklanıyor, taşınıyor.
Şairlerin bir anda ilhamla oturup bir şeyler karaladığı zamanlar size de oluyor mu?
Ara ara bir içe doğuştan söz edilebilir elbette. Ancak bu, herkesin biraz alayla sözünü ettiği ‘ilham perisi’yle ilgili bir durum değildir. Bizi, zamanın her hangi bir yerinde bir şeyler söylemeye götüren, çok karmaşık bir sürecin dışa vurumudur. Biz, oluşturduğumuz etik ve ideolojik değerlere, yaşama felsefemize, kendimizle ve dünyayla kurduğumuz varoluş ilişkisine göre, bilinçte bilinçaltında birikip duran bir dünya sorunun bir yerinde söz söyleme ihtiyacı duyarız. İlham dediğimiz budur. Sonra oturur, çırpına çırpına bu gelen sözlerden, dizelerden bir yapı kurmaya çalışırız. Şiir dediğimiz bu yapıdır.
Hiç şiirin sizi korkuttuğu ya da fazla tevazuya ittiği oldu mu? Olduysa, nasıl bir deneyimdi sizin için ve sonrasında sizde ne gibi değişiklikler oldu?
Cahit Külebi’den bir alıntı: “Şiir benim için her zaman bir mahcubiyet duygusu olmuştur.” Benim için de tam böyledir. Nedenini açıklamak sözün büyüsünü bozar diye korkarım. Nedense yazdıklarımın -insanlar ne kadar severlerse sevsinler- onların huzurunu bozduğunu düşünürüm. Düşünsenize, ne kadar şikâyet ederlerse etsinler, yaşayıp gittikleri alışıldık bir hayatları var ve sen yazdıklarınla bunun nasıl boğucu, yıkıcı, aptalca, yanlış vs. olduğunu söylüyorsun onlara. Böyle bir tedirginlik duyarım. İkincisi de yeni bir dosyaya başladığımda, önceki kitapların oluşturduğu düzeyin altına düşme kaygısı çok yorar beni. Sadece benim bileceğim bir korkudur ki, yazmamı akıl almaz biçimde zorlaştırır. Şu tevazu konusuna gelince… yine bir alıntı, Ritsos’tan: “İnsanları eşit kılmak içindir şarkımız” der bu büyük Yunanlı şair. Yazdığım her şiir, söylediğim her söz, insanların kalbinin hizasında var olmak içindir. Tevazudan başka sizi insan edecek bir imkanınız yok. Bir de dedem Yunus’tan söz alayım: “Bana rahmet yerden yağar / benim yüzüm yerde gerek” der bu büyük bilge. Ben, okurlarımla insan olmanın ve paylaşmanın hazzını öyle çok ve güzel yaşıyorum ki… korku olursa bu büyünün bozulmasından olur ancak.
‘DİNSEL-ULUSAL DEĞERLER, TOPLUMUN HASSASİYETİ GİBİ NEDENLERLE HİÇBİR SANAT YAPITINA SANSÜR UYGULANMAMALI!’
Siyasi nedenlerden dolayı hapse atılan Yunan şair Yannis Ritsos, hücresindeyken şiirlerini sigara kağıtlarına yazar ve ceketinin astarının içine saklarmış. Tahliye olduğunda üzerinde yüzlerce şiirle kaplı bir ceket varmış. Ukraynalı şair İrina Ratushinskaya da hapisteyken şiirlerini sabunlara yazmış. Ancak ezberlediği zaman ellerini yıkıyormuş. Yazmasalarmış akıllarını yitirirlermiş gibi geliyor bana… Nedir bu sınır tanımayan tutku, engellenemeyen dürtü? Siz de yazamasanız ölür müsünüz?
Bizde ve dünya edebiyatında daha pek çok çarpıcı hikâye var bu durumla ilgili. Kısaca, bir varoluş mucizesidir bu. İnsandaki bu gücün iki büyük nedeni var sanırım: ilki, hiçbir baskının yok edemeyeceği bir özgürlük tutkusu; ikincisi de tam da bu tutkuda varlık bulan, hiçbir engelin susturamayacağı bir yaratıcılık dürtüsü… Elbette bu iki dürtü insanda öyle kendiliğinden oluşacak ya da gökten vahiy iner gibi insana bahşedilecek güçler değildir. Bir insanın kendi varlığını sorgulamasıyla başlayan, varlığına kendi dışında verilmiş bütün anlamları reddederek kendi anlamını oluşturmak çabasıyla yol alan, bütün bir dünyayı ve insanı savunduğu değerler doğrultusunda yeniden kurmaya varan, akıl almaz bir mücadele gerektiren süreçlerdir. Kendisini böyle bir yere taşımış insanın elinden hiçbir hapishane özgürlüğünü alamaz, fiziki varlığını ortadan kaldırmanın dışında hiçbir şiddet de yapıp yaratacaklarına engel olamaz.
En sevdiğim şairlerden Emily Dickinson, “eğer okuduğum şey bütün bedenimi hiçbir ateşin ısıtamayacağı kadar üşütüyorsa, bilirim ki o şiirdir. Eğer fiziksel olarak kafamın tası yerinden oynuyorsa, bilirim ki o şiirdir” demiş. Sizin şiir tarifiniz nasıldır? Siz de fiziksel olarak o depremleri yaşar mısınız?
Aşktan ölüme, benim o ana kadar bütün bildiklerimi birdenbire hükümsüz kılan, zayıf düşüren, önceden duymadığım bir eksiklikle beni yüz yüze getiren, aklıma ve kalbime o güne kadar yaşamadığım heyecanlar katan, gerçekliği büyülü bir dile dönüştüren her söz benim için katıksız şiirdir.
Son yıllarda edebiyatta sansür konusu epey tartışılıyor. Mesela ‘Zümrüt Apartmanı’ndaki pornografik anlatım çok tepki çekti ya da Paulo Coelho’nun ‘11 Dakika’ adlı romanındaki ‘Kürdistan’ kelimesi sansürlendi. Şiirde sansür bütün dengeyi bozar mı?
Zümrüt Apartmanı sansürün dışında bir kötülüktür. Pornografiden çok daha ağır bir pedofili, edebiyatın yaratıcılığı ile, estetiği ile uzak yakın ilgisi olmayan bir ‘şey’dir. Bu bağlamda şunu eklemek isterim; kendi bedenlerinin bilincinde olan iki insan arasındaki her türlü ilişki, sanata, edebiyata dönüşmüş olmak kaydıyla elbette yazılacaktır, yazılmıştır. Coelho’nun kitabından Kürdistan’ı çıkarmak ise tam bir sansür örneğidir ve yayınevi de kitabı hemen toplattı. Ne siyaseten ne de kamu ahlakı, dinsel-ulusal değerler, toplumun hassasiyeti gibi nedenlerle hiçbir sanat yapıtına sansür uygulanmamalı elbette. Yaşadığımız zamanda bunun tartışılması bile abes. Kişinin kendine uyguladığı da dahil, her türlü sansür, insanın özgürlüğüne bir saldırıdır. Anlatım olanaklarına bir saldırıdır. Varlığına bir saldırıdır.
Siyaset şiirin içine ne kadar ve nasıl giriyor peki? Ülkemizdeki siyaset kaosu üretkenliğinizi etkiliyor mu mesela?
Siyaset yediğimiz ekmeğe, içtiğimiz suya, aldığımız havaya, yattığımız yatağa, yürüdüğümüz sokağa ne kadar giriyorsa, şiire de o kadar girer, girmeli. Bunda korkacak bir şey yok. Bundan kaçmak, yaşanılan kötülüğün üretilmesine pasif bir biçimde katkıda bulunmaktır. Gözetilecek tek bir şey var, iki alanın dilini birbirinin yerine ikame edecek bir saçmalığa düşmemek. Bu, şiiri de öldürür, savunduğumuz siyaseti de öldürür. Yaşadığımız siyasi kaosa gelince… saldığı bütün korkuya rağmen üretkenliğimi hâlâ etkilemiyor ama bütün bir toplumun olduğu gibi benim de psikolojimi her gün biraz daha bozuyor. Yaşım itibariyle ülkenin epeyce kötü, acı, yıkıcı dönemlerini yaşadım ama bu kadar akıl dışı, ahlak dışı, utanmaz, insanı haysiyetinden vuran, çökerten, kendi düşüncesi dışında herkese hakaret eden, artık yalan olma değeri bile kalmamış yalanlarla var olmaya çalışan bir dönem de siyaset de görmedim.
‘BENİM ŞİİRİMLE DAĞA ÇIKAN VAR MI BİLEMEM AMA DAĞA ÇIKANLARDAN, İÇERİ GİRENLERDEN PEK ÇOK İNSANIN BÜYÜK BİR TUTKUYLA OKUDUĞUNU BİRAZCIK BİLİYORUM’
Şair Mehmet Said Aydın söyleşimizde “bizim köyde Şivan Perwer dinleyip dağa çıkan insan vardı” demişti. Müziğin öyle büyük bir gücü varmış. Şiirinde böyle bir gücü var mı sizce? İnsanın kendi hayatından vazgeçirebilecek kadar…
Sadece müziğin değil hemen bütün sanatların insanlar üzerinde inanılmaz etkileri var elbette. Ancak müzik, şiirden de önce, ‘aklı incitmeden cana geçtiği’ için (Fuzuli), etki gücü çok daha büyük. Eğer derin bir yaranız varsa, bu etki sizi dağa da çıkarır, düze de indirir. Benim şiirimle dağa çıkan var mı bilemem ama dağa çıkanlardan, içeri girenlerden pek çok insanın büyük bir tutkuyla okuduğunu birazcık biliyorum. Bir de, sık karşılaştığım bir durum, imzada ya da söyleşilerde, el ele tutuşmuş iki genç, ‘hocam biz sizin şiirinizle tanıştık, nişanlandık ya da bilmem kaç yıldır evliyiz’ diye geliyor, heyecanlarını paylaşıyor. Uzun süre cezaevinde yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş o kadar çok insandan duydum ki, ‘şu kadar yıl sizin şiirlerinizle yaşama gücü buldum içerde’ sözünü. Çok acı bir sevinç bu. Sevinç bile değil. Tuhaf bir duygu. Hem onurlandırıyor, hem korkutuyor. Sanırım dünyada daha içten ve kalıcı bir bağ olamaz insanlar arasında.
Ömür Hanım’ı sormadan edemeyeceğim.
Ömür Hanım, o kadar çok soruluyor ki… şaşırıp kalıyorum. Bir süre sonra söylediklerim birbirine benzeyip gidiyor. Söylediklerimden bir toplamı, tekrar demezlerse okurlarımız, paylaşayım: Ömür Hanım… 1983 yılında, kendi içimden çıkarıp dünyanın ortasına bıraktığım; kendimi, bir başkasıymış gibi kendime anlattığım; yalnızlığımı, yine kendi yalnızlığımla ete kemiğe büründürdüğüm bir varoluş acısıdır. Sonra zaman zaman, gördüğüm, tanıdığım, sevdiğim, acısını çektiğim kimi insanlara; arzuları, rüyaları bir kan pıhtısı gibi gövdesinde boğulan kimi hayatlara bir kimlik gibi giydirdim. Sonunda 45 yıllık dünya sevincim, Köroğlu’m, şahgülüm, canımda sonsuz bir güzelliğe, sonsuz bir ayrılığa dönüşen Hatice oldu. Şimdi artık bir hayaldir, hatıradır, yaralı bir yalnızlıktır. Simsiyah kapanıp yazdığım bir acı, şimdi binlerce insanda varlık buluyor, yaşama gücüne dönüşüyor, dünyayı ve insanı kavramanın kapısını aralıyor, eşiğine sevinçler kederler düşürüyor. Hüzünle seviniyorum. Ne diyeyim başka…
Sabah Gazetesi’ne verdiğiniz röportaj sonrası büyük tepkilere maruz kaldınız. Ne söylersiniz hakkınızda yazılanlar için?
Sabah’ta yayımlanan söyleşi üzerine bir yaylım ateşi gibi yapılan hakaretlerle gelince… bunun, bu noktadan sonra zerre kadar anlamı yok ama söyleyeyim; söyleşinin Sabah’ta yayımlanacağını bilmiyordum. Günaydın dediler bana. Gerçi o da aynı çatıda bir gazeteymiş. Bilmiyordum. Birkaç kez olmaz dedim, sonra öyle bir noktaya geldi ki, söylediklerimden korkuyormuşum gibi bir duygu yaşamaya başladım. Orada söylediklerimin altını bin kere çizerim. O günlerde yazdım, söyledim. Benim hayatıma ve şiirime nokta halel getirecek bir sözümü söylesinler, şiiri bırakırım. Benim sözüm yayımlandığı yere göre anlam değiştirmez. Bir insanın düşünce ve yazı dünyasını bu kadar rezilce yağmalamak utanç verici. Benim için değil, onlar adına utanç verici. Keşke o arkadaşlar da Bingöl’den Kızıltepe’ye, Osmaniye’den Giresun’a, Samsun’dan Antakya’ya, Hamburg’tan Mannheim’a, İzmir’den Adana’ya, Antep’e… gitseler de bu büyük devrimci düşüncelerini, akıl almaz bir geniş yelpazede kendilerini dinlemeye gelen insanlara; o yaralı, o ince, o güzel çocuklara anlatsalar. Onlardan gelecek o yakıcı sorulara insanların haysiyetini kırmadan birkaç cümle söyleseler. Özetle acıklı bir siyasi saçmalık.
Eski bayramları özleyen biri olarak bir bayram mesajı isteyeceğim sizden…
Bayramla ilgili ne söyleyeyim ki… bütün bir toplumun, coğrafyanın, tam bir istilacı, yağmacı tutumuyla alt-üst edildiği bir günde, insan nasıl güzel sözler edebilir ki… Ben göremesem de, bir gün hayatın bütün alanlarında bir barış yaşanacaktır. Hem de insanın acılarının da hayallerinin de bir gökkuşağı gibi bu kötü zamanların üstüne örttüğü bir dünya şenliği yaşanacaktır. O zaman kadar yüreklerindeki süveydayı saygıyla öperim.