İşçi olmak dendiğinde genellikle anladığımız şey, üretim araçlarına sahip olmadığı için emek gücünü satarak geçinmekten ve tam da bu nedenle ekonomik bir sömürüye tabi olmaktan, buna bağlı olarak da düşük bir ücretle yaşamak zorunda kalmaktan başka bir şey değildir. Lakin bu bize bir işçinin yaşamı ve gerek iş yerinde gerekse gündelik hayatında karşılaştıkları hakkında çok az şey anlatmaktadır. Ama kıyafetinden ve konuşmasından dolayı küçük görülmekten korktuğunu, yaptığı iş bedeninde cisimleştiği için örneğin nasırlı ve büyük ellerinden utandığı için ellerini saklamaya çalıştığını, orta ve orta-üst sınıftan insanların çoğunlukla kendisine selam vermeden geçip gittiğini, kendisine saygı gösterilmezken sürekli başkalarına saygılı davranmak zorunda kaldığını, iş yerinde sürekli olarak denetime maruz kaldığını ve bu nedenle özerk çalışanlara ya da özerk olmaya özendiğini biliyorsak işçi olmanın kültürel anlamı konusunda çok daha fazla şey söylüyoruz demektir.
Bütün bunları boş yere söylemediğimizin bir örneği, çalışılan sektöre göre farklılık göstermekle birlikte işçilerin iş yerlerinde “tuvalet” süresinin kısıtlanması, hatta yer yer yasaklanmasından başka bir şey değildir. İşte işçi olmanın kültürel anlamı da bir noktada burada yatar. 2019 yılının son aylarında çıkan bir haber, bu durumun ne türden bir saçmalığa kadar gidebileceğini göstermiştir zaten: Klozetler yaklaşık 13 derecelik açıyla öne doğru eğik yapıldığında işçiler en fazla beş dakika oturabiliyorlarmış ve bu müthiş icadı(!) utanmayıp uygulamaya bile koymuşlar. Hatta ABD’de kanatlı hayvan üretiminde çalışanların tuvalete gitmeleri yasak olduğu için altlarına bez bağladıkları haber olmuştu. Bir başka haber, regl olan kadın işçilerin tuvalete gitmesinin yasaklandığını bildiriyordu. Bu, sömürü ilişkisinin bokunu çıkarmak(!) olarak görülebilir elbette, ama aslında onun çok bariz bir yansımasıdır, zira mutlak artı-değeri artırmanın en kolay yolu, işçileri çok daha fazla uzun saatler çalıştırmaktan başka bir şey değildir, bu nedenle çalışanları sürekli fazla mesai yapmaya zorlarlar, tuvalette geçirilen zaman da patronlar açısından bir artı-değer kaybı anlamına gelir.
Bu tür bir uygulama zaten iş hukukuna aykırıdır, ama asıl önemlisi, üretim ilişkisinde insanın değil de metanın öne çıkarılmasının, daha da önemlisi insanların sırf işçi olmaktan kaynaklı ne türden onur kırıcı uygulamalara maruz kaldığının açık bir örneği olmasıdır.
İnsanlar gerek iş yerinde gerekse iş dışı gündelik hayatlarında kendi kişisel dünyalarında yaşamazlar. Bu nedenle diyelim tuvalet kısıtlaması, işçilerin kendilerine duydukları öz saygıyı ortadan kaldırdığı gibi, bütünüyle onur kırıcı bir uygulamadır. Sonuçta yabancılaşmaya neden olan bir üretim biçiminin egemenliği altında yaşayan bir toplum sadece insanın yeteneklerini geliştirmesine engel olmaz, böyle bir toplumda aynı zamanda insan onuruna da saygı gösterilmez. Soyut liberal teoriler ya da insan haklarına ilişkin ayağı yere basmayan beyannameler ne derse desin, böyle bir toplumda insan onuruna ve değerine ilişkin fikirler ve öneriler sadece fikir alanında ve felsefi bildirilerde kalacaktır maalesef.
Bu nedenle, neredeyse son 20 yıldır işçilerin onurlarını korumak için sendikalaştıklarını söylemeleri hiç de boş yere değildir. Çünkü sınıfsal ve kültürel hiyerarşilerin kökleşmesinin işçiler açısından en önemli sonuçlarından biri, onurunu koruma ve böylece öz saygının dert edilmesidir. Tam da Engels’in vurguladığı gibi, gönüllü, üretken bir iş insan için ne denli büyük bir eğlence ise, mecburi bir çalışma da en acımasız ve en onur kırıcı ceza anlamına gelir. Her gün sabahtan akşama kadar insanın istemediği bir şeyi yapmasından daha korkunç bir şey olamaz. Ve bir insan kendini ne denli çok işçi olarak görürse, yaptığı iş kendisine o denli nefret dolu gelir. İşte bu nedenle iş yerinde karşılaşılan her türlü onur kırıcı ve aşağılayıcı uygulama, işçinin sadece yaptığı işten nefret ettiğini değil, aynı zamanda kendi öz saygısını ve onurunu korumak için mücadele etmesi gerektiğini de gösterir. Kaldı ki saygı ve onur arayışı, işçilerin ortaklaşa deneyimleri olduğundan onları harekete geçiren etkenler olabilir. Yani bu duygular nedeniyle ve aynı duyguları paylaştıklarını düşündükleri diğer insanlarla ortaklaşa bir çıkarın görünür olması mümkündür.
Bütün bunlar ortadayken, sermaye sahipleri daha fazla kâr için regl olmayı, işemeyi, olmadı sıçmayı bütünüyle yasaklamıyorlarsa eğer, bilin ki akılları yetmediğindendir, yoksa, utandıklarından değil.