Ekonomik kriz, ekonominin gidişatı üzerine tartışmalar oldukça yoğun ve oldukça güncel. İktidar cephesi, devlet, Saray Rejimi, aslında hiçbir sorun olmadığını, her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. Pahalılık yok, işsizlik yok, açlık hiç yok. Hadi diyelim ki pahalılık var, o da Allah’ın işidir. Diyanet İşleri, hiç utanmadan, “yokluk, pahalılık Allah’ın işidir” diyebiliyor. Demek olmayan pahalılık, artık kabul ediliyor. Allah’tan ya da Saray Rejimi’nden kaynaklanıyor olsun, demek ki var. Demek oluyor ki, Saray Rejimi, dini ekonomik politikalarını halka açıklamak için daha komik tarzda kullanmaya başlamıştır. Yolu, Karaman açmıştır, 17-25 Aralık dosyaları patladığında, peygamberin de %10 aldığını söylemiştir.
Demek oluyor ki, bir saptama yapmalıyız: Diyanet İşleri, artık, tek iş yapmaktadır: Saray Rejimi’nin, en çok da Erdoğan’ın söylediklerini, her gün, ama her gün, uygun bir açıklama ile, peygambere ve/veya Allah’a dayandırmak.
Eğer siz, kalkıp “fiyatları Allah bilir, onun işidir” deseniz, emin olun sizi dinle alay etmekten, halkın inançlarını dalga konusu yapmaktan yargılamak üzere içeri alırlar.
Faiz meselesine Nas ile, fiyatlara başka bir sure ile yaklaşan bir iktidar, elbette enflasyon ve işsizlik için de bir açıklama bulacaktır.
Faiz meselesi: Nas
Fiyat artışları: Allah’ın işi
Yoksulluk ve yokluk: Allah’ın işi
İşçi cinayetleri: Fıtrat (yani Allah ne yazmışsa o)
Çalınan paralar-rüşvet: Peygamber de alırdı %10
Açlık: Yok öyle bir şey
İşsizlik: Tümden uydurma
Enflasyon: Allah’ın dolaylı işi, doğrudan değil.
Bilmem gördünüz mü, sürekli Bahçeli’yi suçluyorsunuz, oysa Devlet hiçbir şeye muktedir değil, ne yapsın? Adam açık olarak askıda iş, askıda ucuzluk, askıda aş, askıda püskevit önerecek değil ya! Atasagun, yakında Ağar-Soylu ve diğerlerini de alarak askıda uyuşturucu önerebilirler. Hem bu işsizliğe de çare olur.
Erdoğan, bir gün, “kuru ve suluya zam yapıyoruz ama sürekli alıyorlar” demişti. Sulu, yanlış anlaşılmasın “Sülü” değil, yani Soylu’dan söz etmiyor, ona zam yapmıyorlar. Sulu, rakı oluyor. Zam yapıldığı hâlde rakı tüketimi azalmıyor. Konya’nın en çok rakı tüketilen yer olması da bence aykırı ama son derece olumludur. Hep “rakı-balık-Ayvalık” olmaz. O lükse girer. Oysa Konya’da rakı, mezelerle gider.
Peki Erdoğan’ın kuru dediği ne? Kuru, kuru fasulye değil herhâlde. O hâlde, kokain midir? Kokain cenneti olmuş bir ülkeden söz ediyoruz. Afgan delikanlılarını bilmeyiz ama, büyük paralarla daire, pardon vatandaşlık alan Afganların bu işle bağlantısı olmalıdır. Öyle ya, bir kilo kuru ile, nasıl bir daire alınabilir, milyonluk mu?
Burada bir soru çıkıyor; kuru ve suluya zam yapıyoruz, diyor Erdoğan, iyi ama, fiyatları Allah belirlediğine göre, bu çelişik bir durum mudur? Diyanet’in bu konuda bir açıklama yapması gerekir, öyle muğlak bırakmamak gerek, Diyanet nur gibi açıklamaları ile, bu konuyu da aydınlatmalıdır.
Şimdi tüm bunlar olup biterken, koca koca ekonomistlerin, hayır efendim “faiz neden, enflasyon sonuç” açıklaması yanlıştır, hayır efendim memlekette işsizlik artmaktadır, hayır efendim bu iş cinayetleri önlenebilir, hayır efendim yakında daha büyük bir sorun oluşacak ve dolar fırlayacak vb. demeleri, allah aşkına sizce uygun mudur?
– SSK ve Bağkur emeklilerinin sayısı 8,5 milyon. Toplam emekli sayısı da 13 milyonu biraz geçkin (13 milyon 400 bin kişi, bunun 3 milyon 950 bin kişisi dul ve yetim, 9 milyon 321 bini ise emekli). Bu emeklilerin büyük çoğunluğu, 3500 TL maaş alıyorlar. Temmuz zammı ile birlikte. 2004 yılına kadar, emekli aylığı, asgarî ücretten daha yüksek idi. 2004’ten bu yana iş değişti. Saray Rejimi, egemenler, açık oynuyorlar. Diyorlar ki, emekli adam demek, işe yaramayan adam demektir. Bu adamın artı emeğine el koymak mümkün değil. Bu durumda, bunların yaşaması demek, ekonomi için bir yük demektir. Onlardan alırken, sigorta primi, vergi almak mübahtır. Ama bu paraları toplayan devlet, emeklilik için onlara mümkün olan en düşük ücreti vermelidir. Bu yazı siz okurlarla buluştuğunda, muhtemelen 3500 TL emekli aylığı, 150 dolar edecektir.
2003’te, emekli aylığının en düşüğü 332 TL, asgarî ücret 225 TL idi.
Ama iş bu kadarla sınırlı değildir.
Bu arada, çalışırken de, emekli olduğunda da bir emekçinin sağlık hizmetleri ücretsiz değildir. Dün de bu sorun vardı. Ama tekellerin ve uluslararası sermayenin hizmetinde büyük iş gören Saray Rejimi, işi daha ileri götürmüştür. Sağlık harcamaları, emekli maaşlarını, eğer doktora giderlerse, geçmektedir.
Bu sizce, yokluk, yoksulluk ve hayat pahalılığı olarak ele alınırsa, Allah’ın işi midir? Yaratan, emeklilere, emekçilere, bunu mu yazmıştır? Bu değiştirilemez bir yazgı mıdır? Öyle ise, neden, bir avuç tekelin, Saray zenginlerinin, parababalarının, bankaların kârlarına kâr, servetlerine servet katılmaktadır? Bu da Allah’ın işi midir?
– 16 milyon 270 bin kişi sigortalı işçi. Bunun 9 milyonu, son Temmuz 2022 ayarlamaları ile kuşkusuz daha da fazlası, asgarî ücret alıyor.
Bir de asgarî ücretin altında alanlar var.
Bir de sosyal güvenlik sistemine dahil olmadan, sigortasız, kaçak çalışanlar var. Bunların sayısının 5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Mevsimlik tarım işçileri de buna eklenmelidir.
Bunlara çocuk işçileri de eklemeniz gereklidir.
İşte tüm bunların yoksulluğu, tüm bunların fakirliği, açlığı “Allah’ın işi”dir, öyle mi?
Bu yazı sizinle buluştuğunda, Kaldıraç sayfalarında yayınlandığında, asgarî ücret, en son zamla birlikte, 300 dolar civarında olacaktır.
Türk-İş, ki kendisi sendika mafyasının odağıdır, devlet sendikasıdır, diyor ki, açlık sınırı 6.800 TL’dir.
Bir evin kirası acaba ne kadardır?
– 750 bin kişi, bireysel kredi borçlarını ve kredi kartı borçlarını ödeyemiyor. İnsanlar bir yandan sürekli borçlanıyor ve borçlarını borçla ödüyorlar. Ama bu 750 bin kişi, artık borçlanamıyor da. Çünkü zaten var olan borçlarını ödeyemedikleri için, kredi de alamıyorlar. Bunun belki 3-5 katı kişi, borçlarını yeni bir borçla ödüyor. Yakında, bunların bir bölümü de, borçlarını ödeyemeyenler kitlesine katılacaklar.
– Bankalar, kârlarına kâr katıyorlar.
Devletin, Saray Rejimi’nin Nas-faiz politikalarına uygun olarak %14 ile, devletten para alan bankalar, aynı akşam, aynı parayı, devlete %30 faiz ile geri veriyorlar.
İstanbul Sanayi Odası (İSO) toplantısında, MB Başkanı, bir soruya tuhaf bir yanıt veriyor. MB Başkanı’na sorulan soru, %14 faiz var diyorsunuz ama biz %36 ile kredi alıyoruz şeklinde idi. Bu soruya MB Başkanı, “alma abi” diye yanıt verdi. Gözleri parıldayan Nebati Bakan’dan sonra, MB Başkanı da, kendini aştı ve “alma abi” dedi.
Oysa Diyanet İşleri’ne sormalıdırlar, ne yanıt vermeliyiz? Diyanet’in yanıtları yanında MB Başkanı’nın “abi” yanıtları tuhaf kaçmaktadır. Bakan Nebati, daha duyarlıdır, “gözlerin parıldaması”ndan söz ediyor. Bu gözlerdeki ışık, kutsal bir elin, Erdoğan’ın kendini göreve getirmesi ile başlamıştır. Bu kutsallık, onun gözlerine vurmuş, ışık hâline gelmiştir. Ne de olsa Erdoğan’a dokunan her kişi cennetliktir. Ama Nebati’nin kutsal ışığı çabuk sönmüş gibidir, zira, işçiler hariç herkesin kazançlı çıktığı bir ekonomi olduğunu itiraf etmiştir. Demek, Allah, bir tek çalışanlara kötü kaderi uygun görmüştür. Buna da şükretmek gerekir.
Bir banka, eğer hiçbir iş yapmazsa, devletten %14 ile alıp, mesela akşam %26 ile devlete aynı parayı geri verirse, büyük bir kâr elde edecektir.
Demek Nas, faiz politikaları, faiz lobisine yaramaktadır.
Bunun en somut kanıtı, tefeci sayısında ortaya çıkan artışta görünmektedir. Factoring bir yana, diğer tefeciler de alıp başını yürümektedir ve tefecinin faizi yüzde 40’ları geçmektedir. Bir kere bankadan kredi alamayan küçük esnaf, doğal olarak tefecinin eline düşmektedir. Kendi alacakları olan çeklerini, %40 ile kırdırmaktadır. Bu ise, mafya hukukunda büyük bir gelişme de demektir.
Sadece Sezgin Baran Korkmaz’a bakmak yeterlidir. Kendisi ayakkabı boyacılığından geldiğini söylemektedir. Ve zirveye çıktığında, bir de ne görsün İnan Kıraç’ın ortağıdır, Soylu’nun iş ortağıdır, para aklama sisteminin odaklarından biridir, Saray’ın gözdesidir. Ve bir yanında ise emekli askerler, NATO mekanizmasından gelen Ergenekon subayları vardır.
Bankalar bir yana, holdingler, kâr rekorları kırmaktadır. Yağmaya katılanlar, rekor kelimesinin az kalacağı ölçüde paralar kazanmakta, servetler edinmektedir. Allah’ın sevgili kulu Erdoğan ve ailesi, ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetme iddiasında epeyce ilerlemiştir. Ama muhtemeldir ki, eski generaller gibi bir şirkete danışman olamayacak performansa sahiptir.
– Öğrencilerin Kredi Yurtlar Kurumu kredilerinin faizleri, Nas’a tabi değildir. Bu faizler sürekli artmaktadır. Bakan ise, “KYK bir faiz uygulaması değildir” diye bir açıklama yapmıştır. Nas’a uygun olmalıdır. Yalnız, en doğru olanı KYK’nin Diyanet İşleri’ne, doğrudan Ali Erbaş’a bağlanmasıdır. Bu konuda Bahçeli de bir fetva verebilir ve Diyanet İşleri, böylece, MEB’i doğrudan devralabilir. Bilal Oğlan’ın buna ne diyeceğini şimdilik bilmiyoruz.
Şimdi tüm bu ekonomik manzaradan biraz uzaklaşalım.
Ekonomistler, MB’nin -55 milyar dolar rezervi olduğunu söylüyorlar. İşçiye soralım, ne kadar paran var, o da bize yanıt versin, -55 liram var. Bu ne demektir? Param yok ve üstüne üstlük 55 lira da borcum var demektir. MB’nin -55 milyar dolar rezervi var demek, aslında hiç rezervi yok ve dahası, 55 milyar dolar tutarındaki bir dövizi de önceden harcamış bulunuyor.
MB’nin döviz rezervleri, birkaç kalemden oluşuyor. Mesela, bankada kendisine ait döviz olabilir. İşte bu yok. Mesela, bankalarda kişi ve şirketlerin yatırdıkları döviz toplamından bir karşılık MB alır. Bu güvencede dursun diyedir. Hani bankalar batarsa diye. Buna “munzam karşılık” deniyor. Eskiden bu daha düşük bir oranda idi. Son birkaç yılda birkaç kere artırıldı. Diyelim ki, bankalardaki toplam dövizin %20’si, %25’i vb. MB’de durmaktadır. İşte bu paranın da 55 milyar doları harcanmış demektir. Yani, bankalarda dövizi olanlar, aynı anda paralarını geri çekseler, bunu karşılayacak para yok demektir.
Ayrıca, başka ülkelerin MB’lerinden swap yolu ile alınan paralar da, döviz rezervinin içindedir.
MB, birçok yol ve yöntemle, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, Saray çevresine, işadamlarına vb. döviz aktarmaktadır. Bu aktarmaların sonucunda 128 milyar doların buharlaştığı, çok işittiğimiz bir gerçektir.
Şimdi, bu durumun toparlanması için, Erdoğan, her kılı kutsal adam, Reis, “önümüzdeki yılın Şubat ve Mart aylarında enflasyonun düşmeye başlayacağını” söylemektedir. Sanıyoruz ki, bunu birden çok kere söylediler. İlki, 2022 yılının Nisan-Mayıs ayları idi. İkincisi Ağustos ve Eylül idi. Ve nihayet kış ayları denildi. En son Erdoğan, bunu 2023’ün Şubat ve Mart aylarına kadar uzattı. Bu böyle uzayacak gibidir.
Ama biliyoruz ki, enflasyon rakamları yalandır. Her söyledikleri gibi, enflasyon rakamları da yalandır. Her gün gelen ölü asker sayısı, TSK’nin kayıpları vb. de yalandır. Yalan söylemedikleri hiçbir konu yoktur.
Artık bu yalanlar işe yaramıyor. Onlar da, dini daha da acımasızca, hoyratça kullanmaya başladılar. Okumuş olanlara, yalan istatistikler veriyorlar, halka dinî fetvalar veriyorlar. Bu aslında çöküşün işaretidir.
İyi ama, ekonominin düzelmesi ne demektir? Mesela bankalar, tekeller için zaten işler yolundadır. Kârlarına kâr katıyorlar. Onlar sadece bunun sürdürülemez olduğunu, büyük bir duvara çarpmak üzere olduklarını söylüyorlar.
Faizi Nas ile yüzde 14’te tutup, gerçekte faizi artırdıklarının kabul edilmesini istiyorlar. Oysa Diyanet bu konuda fetva vermelidir, faizin hepsi haramdır ve yüzde 14 bu konuda bir günahsızlık çizgisi değildir. Diyanet’ten bunu beklemek elbette hakkımızdır.
Saray Rejimi ile birlikte yükselen ekonomik çeteler, işlerin yolunda olduğu konusunda bir soru işaretine sahiptir. İyi ama bu ekonomik değildir. Onlar kârlarına kâr katıyorlar. Ekrem İmamoğlu, Temmuz 2022 sonunda, artık dayanamıyor olsa gerek, bir veri açıkladı. Buna göre, 85 milyar dolarlık bir rant ürettiklerini, yağma yaptıklarını söyledi. 130 projede, 85 milyar dolarlık rant. İşleri yolundadır. Ama korkuları var: Saray Rejimi bunalımdadır ve bunun böyle gitmeyeceğini kendileri de biliyor. Bu nedenle, paralarını güvenceye almak istiyorlar, paralar yurtdışına çıkarılıyor. Buradan Avrupalı ve ABD’li şirketlere paylar, kazançlar oluşuyor.
Onların ekonomisi de iyidir.
Ama ufukta, sürekli artacağı kesin olan gıda fiyatları sorunu vardır. Türkiye, eskiden lise kitaplarında yazdığı üzere kendi kendine yeterli bir tarım ülkesi değildir artık. Cargill dışında tarımın gerçek durumunu bilen yoktur. Gıda fiyatları, artan enerji maliyetleri olsun olmasın artacaktır.
Ufukta, yenilenmesi zorlaşmakta olan dış borçlar vardır. Türkiye’nin CDS’i 900’leri bulmuştur. Bu yaklaşık olarak, dünya piyasalarının yüzde 9 üzerinde, minimum yüzde 9 üzerinde kredi almak demektir. Ki, birçok kurum Türkiye’ye yüzde 20’lerin altında faizle para vermemektedir. Bu durum, var olan borçların yenilenmesini zora sokacaktır. TC devleti, Saray Rejimi, bu süreci savaş politikaları ile telafi etmek zorundadır. Savaş, Saray Rejimi için, Batı ile uzlaşmanın yoludur da. Tetikçilik görevi, sadece istek olmaktan çıkmış, zorunlu bir hâl almıştır. Irak içlerinde Kerkük hedefli Kürt katliamları, ABD, NATO ve AB desteklidir. Zaho katliamı budur. TC devleti, bu nedenle rahatlıkla kimyasal silahlar kullanmaktadır. Buna rağmen kayıpları çok fazladır. Ama TC devleti, Batı için vazgeçilmez olduğunu anlatmak için, bu savaş politikalarına devam edecektir. Bu yolla, kredi bulmanın yollarını aramaktadır. Ama bu yüksek faizle bulunacak döviz kredileri, sürdürülebilir bir durum yaratmaktan uzaktır.
Kaldı ki, artan dış ticaret açığı, dövize olan ihtiyacı daha da artırmaktadır. Turizm sezonunun getireceği döviz miktarı da, hayal edildiği gibi değildir. Olması da mümkün değildir. Zira, TC devletinin savaş politikaları, içeride ve dışarıda savaş çığırtkanlığı, süreci olumsuz etkilemektedir.
Bu koşullarda dövizi frenlemek için yapacakları faiz artırımı da işe yaramayacaktır. Bu sadece Nas meselesi değildir. Aldıkları hiçbir önlem artık işe yaramayacak durumdadır. Çok yüksek bir faiz artırımı, süreci durdurmaya yetmeyecektir.
Öte yandan, TÜİK ne derse desin, işsizlik sürekli artmaktadır. Bu durum daha da ileri gidecektir. İflaslar artacaktır. Yeni yatırım eğilimi yoktur.
Demek oluyor ki, Ekim ile başlayacak yaz sezonunun sonu, hayatın, işçi ve emekçiler için daha da zorlaşacağı bir dönemdir.
Tüm bunlar kader midir?
Gerçekten yoksulluk, açlık, yokluk, işsizlik bir kader midir?
Elbette değildir.
Elbette, işçi sınıfının, halkın, kadınların, gençlerin, emekçilerin kendi kaderlerini kendi elleri ile yazması mümkündür.
Gezi ile başlayan, kitleselliği azalarak ama ülkenin her alanına, her fabrikaya yayılan direnişin tek çıkış yolu olduğu artık bir gerçektir.
İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, ülkenin kaderini, kendi kaderleri ile birlikte yazma potansiyeline, gücüne sahiptir. Bunun sadece bir ihtiyaç olmasından söz etmiyoruz, bu aynı zamanda bir somut gerçekliktir, mümkün tek çıkış yoludur.
Bunun için, hem direnişi daha da geliştirmemiz hem de daha örgütlü hâle getirmemiz gereklidir.
Direniş, aynı zamanda direnen herkesin birbiri ile dayanışma geliştirmesinin de yoludur. Direnen işçiler, sınıf kardeşliğini öğrenmektedir. Kendi direnişinde destek alamayan bir işçi, başka direnişleri yalnız bırakmaması gerektiğini öğrenmek zorundadır. Karşımızda egemen sınıf, bir bütün olarak dikilmektedir. Biz de, tüm işçiler, bir sınıf olarak kendi gücümüzü birleştirmek, bir sınıf olarak davranmak zorundayız. Her koyun kendi bacağından asılır sözünü bir yana bırakmalıyız, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine, sarılmamız gereken ilkedir.
Direniş, aynı zamanda bir öğretmendir. Bize, nasıl mücadele etmemiz gerektiğini öğretmektedir. Her direniş bize, dost ve düşman ayrımını bir kere daha göstermektedir. Bu süreç içinde hepimiz, devlet sendikalarının, sendika mafyasının nasıl düşmanımız olduğunu, nasıl enerjimizi ve öfkemizi emdiklerini görme şansını elde ettik. Bu paha biçilmez bir bilgidir.
Direniş, kendi gücüne güvenmeyi öğretmektedir. Her direniş, bize gücümüzün birliğimiz ve örgütlülüğümüzden geldiğini, üretimden gelen gücümüzü ancak böyle kullanabildiğimizi göstermektedir. Bize ölümü, bize yoksulluğu, bize açlığı, bize işsizliği, bize işçiler arasında rekabeti, bize köleliği dayatanların, aslında bizim birliğimiz ve örgütlülüğümüzden korktuklarını, çok ama çok korktuklarını bilince çıkartmamız gereklidir.
Biz işçiler, biz direnenler, daha ileri örgütlülükler geliştirmeliyiz. Biz işçilerin, devrimci mücadeleye, devrimci örgütlenmelere öcü gibi bakmaktan, düzenin kafamıza işlediği bu korkudan kurtulmamız gereklidir.
Dünyanın farklı yerlerinde direnenlerin yöntemlerinden öğrenmemiz gereklidir.
Her direniş bizim için bir okuldur. Devrimin okulu budur. Direnen, eyleme geçen, hakkını arayan, soru soran öğrenebilir. Seyreden öğrenemez. Mücadeleye dört elle sarılmamız gerekir. Bu nedenle, bizden ayrı dünyanın herhangi bir yerinde gelişen direnişlere, kendi mücadelemizin bir parçası olarak bakmalıyız.
Tüm bu yoksulluk, tüm bu açlık, sağlık ve eğitim hizmetlerinin ranta dönüştürülmesi, ağırlaşan çalışma ve yaşam koşulları kader değildir. Bu kaderi yazanları biliyoruz. Bunlar, burjuvalardır, egemenlerdir, tekellerdir, bir avuç parababasıdır ve onların has iktidarı, has devleti Saray Rejimi’dir. Saray Rejimi’ni yerle bir etmek, alaşağı etmek, bizim ellerimizdedir. Bunun için mücadele, bunun için direniş, bunun için dostu düşmanı ayıracak bir bilinç, bunun için tüm hünerimizi yansıtan bir örgütlenme gereklidir. Gücümüzü buraya vermeliyiz.
Öfkemizi biriktirmeliyiz. Öfkemizi, en yakınlarımıza kusarak bir şeyi değiştiremeyiz. Öfkemizi onun kaynağı olan düzene, onu ayakta tutan devlete çevirmemiz, öyle biriktirmemiz gereklidir.
Önümüzde çetin bir mücadele dönemi vardır. Egemenler, kendi cennetlerini sürdürmek için, bizim her direnişimize daha büyük şiddetle saldırmaya devam edecektir. Saray Rejimi, devlet, her hak arama eyleminin karşısına, polisi ile, askeri ile, yargısı ile, basını ile ve tüm şürekâsı ile dikilecektir. Buna devam edecektir. Biz işçiler, biz kadınlar, biz gençler, tüm bu sisteme karşı, topyekûn bir mücadele geliştirmek için, daha ileri örgütlenmeler yaratmalı, devrimci saflara katılmalıyız.