“İyi bilinen şey, tam da iyi bilindiği için, aslında bilinir değildir. Bilgi sürecinde kişinin kendisini ve başkalarını yanlış yönlendirmesinin en yaygın yöntemi, bir şeyin iyi bilindiğini farz edip o şekilde kabul etmektir.”
Hegel
Burjuva siyaseti topluma tuzak kurmaktır ve bu işi de büyük ölçüde ‘siyasi parti’ denilenler sayesinde başarıyorlar… Hâkim söylem, siyasi partileri ‘demokrasinin vazgeçilmezi’ sayıyor. Demokrasiyle uzaktan-yakından ilgisi olmayan söz konusu örgütlerin nasıl olup da demokrasinin vazgeçilmezleri sayıldığı pek sorun edilmiyor… Bizzat kendisi demokratik işleyişe sahip olmayan bir örgüt, nasıl demokrasinin aracı olabilir? Aslında kitleler, sahnelenen sahte demokrasi oyununun sadece figüranları, “sayın seyirciler” … Parti başkanları partileri bir şirket gibi yönetiyorlar… Başkan tek karar vericidir… Aralarında 20 yıldan fazla başkanlık yapanları vardır… Kurullar da seyirciyi oyalamak içindir, bir işlevleri yoktur…
1923-46 aralığı sayılmazsa ki, o dönemde devletten görece özerk bir siyasi parti yoktu. Tek parti diktatörlüğü geçerliydi, seçimler göstermelikti. Cumhuriyet döneminde birden fazla siyasi partinin katıldığı doğrudan yapılan ilk seçim 1946’daydı… Fakat bir şey vardı: sadece ikinci bir partinin seçime katılmasına izin verilmişti ki, o parti de CHP’den kopan ve bir muvazaa partisi olan Demokrat Parti’ydi. İlerleyen dönemde halk tarafından kurulan, “gerçek muhalif” partilere ‘izin verilmedi’… Vermek zorunda olduklarında da gelişmesinin önü kesildi… Siyasi partiler genel bir çerçevede kutsal devletin, müesses nizamın partileriydi… Kutsal devlet anlayışının geçerli olduğu yerde yurttaşa da yer yoktur… Bizde imparatorluğun tebası, padişahın kulu, hiçbir zaman Cumhuriyet’in yurttaşı olamadı… Zira ortada bir cumhuriyet yoktu… Siz adını öyle koydunuz diye öyle olması gerekmiyordu… Aksi halde şeylerin seyri farklı olurdu… Kavramların, kelimelerin içerikleri ekseri mefhum-u muhalifinden giderek dolduruluyor. Padişahlık değil, o halde cumhuriyettir deniyor… Bir şeyin olmaması, başka şeyin olduğu anlamına gelir mi?
İnsanlar devlet partilerinden birine değil de diğerine oy verdiklerinde ‘iktidardaki partiyi’ değiştirebiliyorlar ama şeylerin seyrini değiştiremiyorlar… Zira, seçenle seçilen arasında gerçek bir temsil ilişkisi yok… Oyu alan, oyu vereni temsil etmiyor… Tam bir sirk oyunu oynanıyor. Netice itibariyle her durumda bir ‘devlet partisine’ oy verildiğine göre… 75 yıldır sahnelenen ‘demokrasi oyunundan’ sonra geldiğimiz yer ortada değil mi?
Türkiye’de şeylerin seyriyle yüzleşmenin, şeylerin gerçeğine nüfuz etmenin bir tek yolu var: Yaklaşık yüz yıllık bağnaz resmî tarihle, resmî ideolojiyle cepheden bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya cüret etmek… Bizde maalesef öyle bir şey yapmaya cüret ve cesaret eden pek yok… Tam tersini yapıyorlar, resmî ideolojiyi, resmi tarihi yeniden ve yeniden üretmeye devam ediyorlar… İşte aydın denilen kitle böyle bir şey… Sömürü düzeninin ‘egemen ideolojisini’ üretmekle, yeniden üretmekle meşguller…
Türkiye’yi 20 yıldır bir dinci parti yönetiyor. Bu, Cumhuriyet döneminin yaklaşık beşte biri… İyi de dinci parti neden onca yıldır iktidar? Türkiye’deki rejim laik olmadığı için… Eğer rejim söylendiği ve cunta anayasanda yazılı olduğu gibi laik olsaydı, özgürlüklerin, sosyal eşitliğin, laikliğin, demokrasinin iflah olmaz düşmanı bir parti onca yıl iktidar olabilir, ülkenin varını-yoğunu yağmalayabilir, talan edebilir miydi?
Mülk sahibi egemenlerin çıkarı toplumu kutuplaştırmayı, ‘düşman kamplara’ bölmeyi gerektirir… Kitleler ne kadar ‘parçalanmışsa’ aldatmak, oyalamak ve tabii yönetmek de o kadar kolaylaşır. O işi de büyük ölçüde siyasi partiler eliyle kotarıyorlar… Çok partili döneme geçiş sonrasında kutuplaştırma istisna değil. Kuraldı. 10 yıl iktidarda kalan Adnan Menderes’in Demokrat Partisi [D.P.] toplumu o kadar kutuplaştırmıştı ki, kahvehaneler ve camiler bile ayrışmıştı… Bir parti ne kadar çok iktidarda kalırsa, kutuplaştırma yeteneği de o ölçüde büyüyor. 20 yıldır iktidar olan AKP kutuplaşmayı bir üst düzeye taşıdı… Artık kendini desteklemeyen herkes düşman sayılıyor…
İktidar olan her partinin yegâne kaygısı iktidardan gitmemektir. Bunun için her yol deneniyor. En çok yaptıkları da seçim kanunuyla oynamak… Her iktidar partisi bir sonraki seçimlere yeni bir seçim kanunuyla gidiyor… Aynı seçim kanunuyla üst-üste iki kere seçim yapıldığını bilen varsa söylesin… Gerçekten muhalif partilerin önünü kesmek için seçim kanunu bir koz olarak kullanılıyor… Türkiye İşçi Partisi kurulduğunda nisbî temsil sisteminde milli bakiye vardı ve 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi, %2,9 oyla 15 milletvekili çıkarmayı başarmıştı… Daha sonra milli bakiye sistemi kaldırıldı… 1982 sonrasında %10 barajı kondu. Gerçi asıl amaç Kürtlerin politik sürece katılmasını engellemekti ama temsili de bütünüyle güdükleştiriyordu… Mesela seçime katılan dört partinin her biri %9 oy alsa, bu oy kullananların %36’sının oyunun çöpe atılmasıdır… Seçimin kendisi anti-demokratikken seçimler hala demokrasinin bir aracı sayılabilir mi? Aradan geçen dönemde onca seçim yapıldı, iktidar defalarca değişti ama %10 barajına hiç dokunulmadı… İşlerine geldiği için… AKP %10 barajı sayesinde tek başına iktidar oldu… %34 oyla Meclis’te %65 sandalyeye sahip oldu…
Fakat beklemedikleri bir şey oldu. 2015 seçimlerinde Kürtler %10 seçim barajını tarumar ettiler… Artık eski hesaplar tutmuyordu… Şimdilerde işin içinden nasıl çıkacaklarını kara kara düşünüyorlar… Kürtler oyunlarını bozdu bir kere… Partiyi kapatmak veya bir şekilde seçime sokmamak arasında gidip-geliyorlar. Lâkin nafile… Boşa koyuyorlar dolmuyor, doluya koyuyorlar almıyor misali, ne yapacaklarını bilemiyorlar…
Mevcut siyaset yapma anlayışı ve siyasi örgüt modelleriyle şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil. Geniş emekçi kitleler, ezilen ve sömürülen sınıflar siyasetin etkin özneleri haline gelmeden, şeylerin seyrini kalıcı bir şekilde değiştirmek mümkün olmayacak…