Sevag’ın askerdeyken cinayete kurban gitmesi, katilin azıcık cezayla yırtması için yetkili birilerinin seferber olması, bu işin davasının bugüne kadar uzaması ve “olası kasıt” sonucuna ulaşması kadar utanç verici pek az olay vardır. Verdiği de yalnız utanç değil, aynı zamanda ölçü. Ölçü verici olay… da demeliyiz. Cibiliyet ölçüsü, haysiyet ölçüsü…
On yılı aşkın zaman önce, 24 Nisan 2011 günü, Batman/Kozluk’ta askerliğini yapan İstanbullu Ermeni genci Sevag Balıkçı, onun gibi askerî üniforma taşıyan er Kıvanç Ağaoğlu tarafından vuruldu, öldürüldü. Sevag Gümüşörgü Jandarma Karakolu’nda görevliydi, terhisine 23 gün kalmıştı. Karakol binası yenilenmişti, jandarmalar eskisinden söktükleri yeni binanın çevresine çekiyorlardı. Sevag’ı da o işe gönderdiler. Bir çavuş ya da astsubay değil, Kıvanç Ağaoğlu, yani bir er, dokuz kişilik ekibin başına konmuştu. (Görevinin civardaki Ermenileri öldürmeyi kapsadığını birileri ona belletmiş olmalı. Belki daha askere gelmeden.) Ekip bir saat kadar çalıştıktan sonra, bir ara, Kıvanç namlusuna mermi sürdü, silahının emniyetini açtı, silahı Sevag’a doğrulttu, tetiğe bastı. Yani birini silahla öldürmek için yapılması gereken bütün işlemleri kuralına uygun şekilde yaptı. Sevag can verdi.
Olay duyulduğunda, bildik devlet refleksleri devreye girdi. Tam da Ermeni Soykırımı’nın simgesel yıldönümü kabul edilen 24 Nisan’lardan birinde askerdeki Ermeni gencinin vurulup öldürülmesinin kaza olduğuna inanmamız istendi. Katilin şaka yaptığı, Sevag’ı öldürmeyi amaçlamadığı ileri sürüldü. Herkes, “arkadaşını istemeden öldüren” Kıvanç’a anlayış göstermeye, onu affetmeye, hattâ teselli etmeye hazırdı. Kıvanç üç ay kadar tutuklu kaldı. Olay öylesine ortadaydı ve inkâr edilmezdi ki, soruşturma yapılmasa olmazdı, mecburen yapıldı. Dava açılmasa olmazdı, mecburen açıldı. Yıllarca bin türlü hileyle sündürüle süründürüle olsa da çeşitli davalar görüldü, hafifletilmesi için uğraşılan çeşitli cezalara niyetlenildi, kararlara itirazlar edildi, dönüldü dolanıldı, nihayet geçen yıl, olayın üzerinden dokuz yıl geçtikten ve bu cinayetin kimbilir belki uyandırabileceği azıcık infiale dair ufak ihtimaller de uçup gittikten sonra Kıvanç Ağaoğlu, “olası kastla öldürme” suçundan 16 yıl 8 ay hapse mahkûm edildi. Tutuklandı da.
Kozluk Asliye Ceza Mahkemesi’nin hakimleri Kıvanç’ı öncelikle tedbirsizlikle, sorumsuzlukla itham ettiler. Mermi sürüp emniyeti açtıktan sonra silahı birine doğrultmanın tehlikesini bilmeliydi. Mahkeme kararında Kıvanç âdetâ teneffüste dalga geçip derse geç kalmış öğrenciye yapılacağı üslûpta ve dozda paylanıyordu: “Tüfeği kullanmasını gerektirecek bir durum veya tehlike hali” yokken “şakalaşmak maksadıyla da olsa kurma kolunu çekip bırak[ması]” olacak iş miydi allahaşkınıza? Mahkeme, Kıvanç’ın, “neticeyi istememesine rağmen öngördüğü”nü tesbit etmişti. Bu durumda kastın hiç varolmadığı söylenemezdi. Ama kasıt gibi kasıt da yoktu. Olmamalıydı. Ama olması da “olası”ydı. Bu durumda, aynı yerde askerlik yaptığı delikanlıyı Kıvanç Ağaoğlu’nun “olası kastla” öldürdüğüne hükmetmek gerekirdi. Cezası müebbet değil, 16 yıl 8 ay hapisti.
Kıvanç’ın “neticeyi -öldürmeyi- istemediğine” mahkemenin neye dayanarak hükmettiğini bilemiyoruz. Duruşmalarda kendisi ve avukatları yemin billah “öldürme kastı yoktu” demişlerdi, haliyle. Bunun dışında, hakimlerin elindeki verilere göre, bir asker, silahına mermi sürmüş, emniyeti açmış, silahı karşısındakine doğrultmuş ve ateş etmişti. Mahkemeye göre, öldürmek istememişti. “Çok ama çok üzülmesine rağmen” gibi başka ayrıntılar da sıkıştırılabilirdi karara pekâlâ.
Oysa hadisenin ayrıntıları yavaş yavaş öğrenildiğinde ortaya çıktı ki, Kıvanç Ağaoğlu düpedüz çekip vurmuş öldürmüştü Sevag Balıkçı’yı. Sevag’ın Ermeni oluşundan, cinayet gününün de 24 Nisan oluşundan başka herhangi sebep görülemiyordu ortada. Ve öğrenilmiş nefret yüzünden birini çekip vurmanın, üstelik bunu üzerinde askerî üniformayla, yine askerî üniformalı birine yapmanın cezası topu topu 16 yıldı, Yüce Adalet’e göre.
Üstelik bu 16 yıllık cezaya da on yıllık mücadele ile, zorla ulaşılabildi. Sevag’ın öldürülmesi davası -davaları-, uzun macera. Davaya önce Diyarbakır Askerî Mahkemesi baktı, katil hakkında “bilinçli taksirle adam öldürme” suçundan 3 yıl 9 ay hapis istenen dava, yalan ifadelerin yerine gerçeklerin geçişi, tanıklara baskı yapıldığının ortaya çıkışıyla, 4 yıl 5 ay 10 gün hapis gibi bir hükme ulaştı. Sevag’ın ailesi Askerî Yargıtay’a başvurup itiraz etti. Askerî Yargıtay Başsavcılığı, gerçi Kıvanç’ın yeterince dikkatli davranmadığı ve alt sınırdan biraz daha yüksek cezayı (4 yıl gibi) hak ettiği, ancak “sanığın eylemini kasıtlı yaptığına dair yeterli ve ikna edici delil bulunmadığı” gerekçesiyle, “temyiz taleplerinin reddi” yönünde görüş bildirdi. Çünkü karar “usül ve esas yönünden hukuka uygun”du. Ancak Askerî Yargıtay yine de kararı bozdu. Arada yasa değiştiği için dava bu defa sivil mahkemeye gönderildi; Kozluk Asliye Ceza’ya. Cinayetten yaklaşık yedi yıl sonra dava yeniden görülmeye başlandı. Ve işte, katilin 16 yıl hapse mahkûm edildiği karar bu sürecin sonucunda çıktı.
Bugün 24 Nisan değil. Mahkeme kararı geçen yıl verdi. Biz şimdi neden bu hadiseden bahsediyoruz?
Meselâ benim hiç aklımdan çıkmadığından mı? Zira Sevag’ın annesi Ani Hanım ve babası Garbis Bey’le tanıştığım akşam dolandığım tel örgülerden bir türlü kurtulamıyorum. Derhal üzerine basılacak hamamböceği olmayı istemiştim. Ertesi sabah uyanınca değil. Orada. Hemencecik. O kadar zarif, kibar insanlardı ki. Acılarını karşılarındakilere yüklememek, boynu büküklüklerini hissettirmemek için çaba harcıyorlardı. Oysa her gece camları açıp sabaha kadar haykırsalar hepimizin başını eğip yutkuna yutkuna dinlemesi gerekir. O insanlara değil destek, ufacık teselli bile olamadığımızı düşündükçe utancımdan yerin dibine geçiyorum. Yerin dibine dair konuşacağım birazdan.
Niye bugün bu cinayetten bahsediyoruz, açıklamak için Yüce Türk Adaleti’ne, şuna buna dönelim. Çünkü tedbirsiz Kıvanç’ın, en fazla içinden, “Geberirse gebersin, tohumuna para mı verdik?” demek sûretiyle sorumsuzluk ederek, silahını doldurup Sevag’a doğru tutup ateşlediği ve Türk Silahlı Kuvvetleri üniforması taşıyan Ermeni gencini istemeden öldürdüğü senaryosu Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin de aklına yattı. Yargıtay, Kıvanç’ın işlediği cinayet için münasip görülen “olası kasıt” değerlendirmesini ve verilen cezayı onadı.
Olası! Silahın emniyetini açıyorum, namluya mermi sürüyorum, silahı karşımdakine doğru kaldırıp, bedeninin öldürücü bölgesine kısacık mesafeden ateş ediyorum. Aa! O da nesi? Adam ölüyor!.. E, nereden biliyorsunuz kasıtla öldürdüğümü? Ben ölsün istemedim ki! Di mi?
Üye hakimlerden birinin şu tasviri, “olası” esprisini bozmaya yetmemiş: “Sanık mermiyi namluya sürmüş, maktule doğrultmuş, öleceğini bilerek ve muhakkak şekilde öngörerek ateş etmiştir. 1-2 metre mesafeden vücudun öldürücü nahiyesine bilerek ateş edilmesi sonucu meydana gelen ölüm, kasten öldürme suçudur” (vurgu benim -ük).
Maktûl öldürülmesi caiz biriyse belki de değildir, kimbilir…
Sevag’ın askerdeyken cinayete kurban gitmesi, katilin azıcık cezayla yırtması için yetkili birilerinin seferber olması, bu işin davasının bugüne kadar uzaması ve “olası kasıt” sonucuna ulaşması kadar utanç verici pek az olay vardır. Verdiği de yalnız utanç değil, aynı zamanda ölçü. Ölçü verici olay… da demeliyiz. Cibiliyet ölçüsü, haysiyet ölçüsü… Yerin dibine geldik.
Çünkü utanç, başından itibaren kendini katili korumakla vazifeli addedenlerle, cinayete yolaçan esas güdüyü, toplumun çoğunluğa mensup bireylerinin damarlarında dolaşsın diye doğuştan itibaren hepimize zerk edilen yapısal nefreti gizlemeye çalışanlarla, katilin cezasını nasıl hafifletiriz diye formüller geliştirenlerle sınırlı değil. Belki daha da utanç verici olan, 24 Nisan günü askerîyede işlenmiş bu cinayete dair memleketin muhaliflerinin takındığı, yani aslında takınmadığı tavır. Ne büyük partilerin umurunda oldu, Sevag’ın askerde öldürülmesi, ne güya iktidar adaylığına soyunmuş siyasetçilerin ne de en keskin grupların, en iddialı hareketlerin. Hepsi en fazla yasak savdılar. Esti mi ağaç deviren siyasî stil ikonu tipler bu nefret cinayetinde kendi üstün “duruş”larını ilgilendiren bir taraf göremediler.
Halbuki bu cinayet, özellikle de onun iki er sesini yükseltse canlarına okunan, askeriye gibi bir yerde gerçekleşmesi ama örtbas edilmek istenmesi kurcalansa, hakikatimize yaklaşırdık belki biraz. Haydi bu lüks talebi kenara koyalım, “ordumuz”, “Mehmetçiğimiz” dendiğinde mangalda kül bırakmayan her türlü devletsever, ordusever ahaliye sormak gerekmez mi: “Hiç mi utanmadınız sıkılmadınız ya?” Oğlanı askerdeyken öldürdüler, Ermeni diye. Üstüne bastınız geçtiniz.
Sevag’ı öldürenin kastını “olası” ilan edince omzumuzdaki ağırlık azaldı mı?
Azalmaz öyle…