Sizin rakamlarda bol oran vardır ama halkın ne hissettiğini soran yoktur. Acıyı ölçemez, korkuyu yüzdeye vuramaz, umutsuzluğun ve çaresizliğin artış hızını hesaplamaz.
“Halkın enflasyonu kişiden kişiye değişir.”
Türkiye İstatistik Kurumu Başkanı, her şeyin özünü cümleten ifade edivermiş bir cümlede.
Diyor ki, “İnsanlar hep kendi hissettikleri enflasyona bakıyor.”
Doğru. Öyle yapıyorlar. Halbuki sizin hissettikleriniz önemli.
Halbuki ey halkım, hislerinizi bastırmanız lazım.
Açlığınızı bastırmanız lazım.
İşsizliğinizi veya işinizi kaybetme korkunuzu bastırmanız lazım.
Üşümenizi bastırmanız, hissetmemeniz lazım.
Faturalarınızı, kesintilerinizi, ıssızlıklarınızı, kuraklıklarınızı, yokluklarınızı bastırmanız lazım.
Bunlara bakmamanız lazım, hislerinizi hiçleştirmeniz lazım.
Neye bakmanız lazım?
Size söylenen enflasyona…
Takdir edilen maaşa, ücrete…
Tarlada havaya, çarşıda cıvaya…
Arz ve farz edilen demokrasiye…
Münasip görülen haklara…
Tasvip edildiği kadar özgürlüğe…
Doğalgaza değil, verilen gaza…
Hakkaniyete değil, kısmete!
Öyledir, kişiden kişiye değişir…
Ama neden sadece “halkın enflasyonu” değişsin ki kişiden kişiye:
Kimlik de değişir, inanç da…
Fikir de değişir, ifade de…
Hayal de değişir, umut da…
Kılık da değişir, kıyafet de…
Şarkı da değişir, türkü de…
Şiir de değişir, şair de…
Söz de değişir, göz de, öz de!
Ne değişmemeli, Sayın TÜİK?
Hak, hukuk, adalet, fırsat eşitliği, özgürlük, kimliğine ve kişiliğine saygı, Anayasa’da kağıt üstünde duran, suya yazılmış gibi dibe vuranlar mesela?
Barınma da var, çalışma hakkı da. Kendini geliştirme hakkı da var, ifade de. Örgütlenme, toplanma da var, gösteri de. Hepsi işte.
Bu mevzularda, “Halkın hissettiği” nedir, var mı bir ölçünüz, cetveliniz, pergeliniz, endeksiniz, yüzdeniz, yüzeyden de olsa bir hissiyatınız?
Elbette siz sadece ölçümcüsünüz, hakkınızı teslim edelim. Ölçüsüzlüklerin sadece yüzde küçük bir neticesi sizin seyir defterinize yazılıyor.
Çocuğunu ısıtamadığı için kendini asan anneler, işten kovulunca intihar eden babalar, bu hayatta sıkışıp veda eden çocuklar, nefret edilen insanlar ve hayvanlar, hayatı karartılmış veya ömrü alınmış kadınlar; şarkısına türküsüne, söyleyen diline veya kalem tutan eline nefret salınmış olanlar, eza çekenler, olmadık suçlarla ceza çekenler o defterde yoktur.
Esasen çoktur ama esamisi yoktur!
Sizin rakamlarda bol oran vardır ama halkın ne hissettiğini soran yoktur.
Acıyı ölçemez, korkuyu yüzdeye vuramaz, umutsuzluğun ve çaresizliğin artış hızını hesaplamaz.
“İstatistik yalan söyleme sanatıdır” derler ya…
Yalancı olan bazı insanlardır. Sanatçı filan değildir; insanların, çocukların emeğiyle, ekmeğiyle, yüreğiyle, hayatıyla, umuduyla, hakkıyla, hukukuyla, hisleriyle oynayanlar.
Rakamlar da istatistikler aslında toplumu anlamak, siyaseti sorgulamak, devleti didiklemek, yönetenlerin sırlarını çözmek, sınıftan sınıfa ne olup bittiğini göstermek, bıkmadan anlatmak, hakikati aramak, gerçeği ortaya sermek, hakkını istemek, haksızların yüzüne çarpmak için de sokulabilir insanın yanına yanına.
Onları insanlardan kaçıranlara sanatçı değil, yalancı denmesi o yüzden olabilir mi Sayın TÜİK?
Halkın enflasyonu kişiden kişiye değişir, demişsiniz ya… Çok doğru.
Mesele zaten odur. Kişiden kişiye değişerek yaptığı sihirbazlık budur.
Bin kişiden bir kişiye kaynak aktarma ameliyesidir o.
Milyon kişiden on makama rakam nakliyesidir o.
On milyon kişiden ona buna can taşıma şebekesidir o.
Siz zaten bilirsiniz bunları…
Halk ise kişiden kişiye, kayıptan kayba, ayıptan ayıba hisseder!
Kısa sürer, uzun sürer, ama nihayetinde hisseder.
Tam burada bitirecektim. Sonra iktidarımızın da Nâzım Hikmet sevdiğini hatırladım. Dünkü yazımdan tabii!
“Yaşam maliyetini ölçmüyoruz” diyen TÜİK ile başlayan hisli yazıyı, “acı, ıstırap, açlık” hislerine dokunarak, yaşamın kimilerine maliyetini çoktan ölçmüş “Kemal Ahmet” şiiriyle bitireyim:
etiyle, kanıyla değil,
belki de heyecanıyla değil,
batırıp parmaklarını kanayan yarasına
beyninin ışığını sattığı için
bir ekmek parasına.
fakat ne yazık ki, o,
namludan kopan bir kurşun gibi haykırıp
karanlık acıların camını kırıp
güneşi dolu dizgin gözlerine dolduramadı!
gün geldi, ağrıdan ayakta duramadı.
ve işte o zaman
çocuğunu boğan
aç bir ana gibi,
bir çözülmez çemberin kıvranarak içinde,
boğdu kendi elleriyle yüreğini
bir rakı kadehinde.
tutunmak istedi, kaçtılar
çalıştı, kırbaçladılar;
susadı, kendi kanını içti o!
parça parça insan kafası satılan,
kaldırımlarında aç yatılan
bir caddeden
mukaddes bir ıstırap şarkısı gibi gelip
geçti o!