Ülke olarak mevcut hukukun yorumlanması ve adlandırılması yönünden olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla biz hukukçular için dönemin doğru bir biçimde analiz edilmesi gerekmektedir. Neyin ne olduğunu ortaya koyabilelim ki ne istediğimizi de somut olarak ifade edebilelim.
Aslında bu “olağanüstü dönemin” yeni olduğunu söyleyemeyiz. Yıllar içerisinde başta Anayasa olmak üzere yürürlükteki hukukun nasıl işlevsiz ve eğilip bükülebilir hale geldiğine hep birlikte şahit olduk. Sahi gerçekten de bu durum hukukun ayaklar altına alınması mıdır? Bizce hayır.
Ne kadar acı da olsa söylememiz gerekiyor ki yürürlükte bir hukuk vardır. Mevzuatın dikkate alınmıyor olması hukukun yokluğuna değil başka bir hukukun varlığına işaret etmektedir. Ve bahsettiğimiz hukuk doğrudan yönetenlerin o anki ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Mevcut hukuk düzeni yönetenlerin, bu yönetim biçimden rant sağlayanların “haklarını” pek ala korurken toplumun geri kalanını düşman olarak konumlandırmaktadır.
Çoğumuzun aşina olduğu düşman ceza hukuku teorisi mevcut hukuku anlamlandırmakta oldukça ufuk açıcıdır fakat yetersizdir. Ne de olsa düşman ceza hukuku, temel yasal güvencelerin uygulandığı kişilerin yani yurttaş ceza hukukunun varlığıyla anlam kazanmakta, yasaların uygulandığı ve uygulanmadığı bireylerin karşıtlığına dayanmaktadır. Oysa bırakalım ceza hukukunu, egemenlerin menfaatine karşı en ufak bir tehdit oluşturabilecek hiçbir yasa toplumun bütünü için uygulanmamaktadır. Öte yandan mesela Terörle Mücadele Kanunu uygulanabilecek en geniş biçimiyle yürürlüktedir. Yetmediği yerde ise iş, bir KHK’ya bakmaktadır.
Bizce yaşadığımız sürecin adını doğru koymalıyız. Bir iç savaş hukuku ile karşı karşıyayız. Bahsettiğimiz iç savaş belki de aklımızda ilk canlanan haliyle cephelerde yürümüyor ama yaşananları da tam olarak açıklıyor. Depremi düşünelim. Bu katliam sadece imar mevzuatının uygulanmamasının mı veya devletin organizasyon bozukluğunun mu sonucudur? İlkine cevabımız nettir bizim bildiğimiz imar mevzuatı zaten yürürlükten kalkalı çok olmuştur. Yürürlükteki imar mevzuatı rantı maksimuma çıkarılmasını ve yönetenler arasında nasıl paylaşılacağını; hangi bürokratın, hangi il yöneticisinin yüzde kaç pay alacağını düzenlemektedir. Sadece Resmi Gazete’de yayımlanmamıştır. İkinci olarak ise zaten devletin, hayat kurtarma üzerine bir çabası olmamıştır. Arama kurtarma çalışmalarında görmediğimiz organizasyonu banka kasalarının “kurtarılmasında”, kuyumcuların yağmalanmasında görmek gayet mümkündür. Üstüne üstlük öyle bir afet yaşadık ki devlet, insanları kurtarmak yerine adeta ölümlerin artması için çabalamıştır. Deprem bölgesinde en basitinden hala su yokken insanlar sel altında kalmaktadır. Öyleyse bu bir iç savaş değildir de nedir? Milyonlarca insanların protesto düzenlemesine kapalı olan meydanların çetelere, cihatçılara nasıl açılabildiğini hepimiz biliyoruz. Yürürlükten kaldırılması tartışılan 6284 kadınlar için zaten fiilen uygulanmazken, Boğaziçi Kayyumu Naci İnci’ye 6284 uyarınca koruma kararı verilmedi mi? Yahut kısa çalışma ödeneği döneminde tam zamanlı çalışma yaptıran işverenlerin SGK cezaları bir tebliğ ile iptal edilmedi mi? Artık hukukun, bizim açımızdan tahakküm dışında bir işlevinin kalmadığını söylememiz gerekiyor. Dolayısıyla mevcut hukuktan “beklentilerimiz” de buna göre şekillenmeli.
Şimdi önümüzde tekrar bir seçim var ve ne yazık ki bizler hala mevzuat tartışmalarına gömülmüş durumdayız. Evet, Erdoğan’ın 3. Kez aday olması Anayasa’ya aykırı. Peki daha önceki seçimler Anayasa’ya uygun muydu? Uygunluğunu tartıştığımız Anayasa dahi çalınmış bir referandumla yürürlüğe girmedi mi? Üstat olarak nitelendirdiğimiz meslektaşlarımız, değerli profesörlerimiz, hocalarımız bizce tartışmada yanlış yere odaklanıyor. Yürürlükte olmayan mevzuatı uygulatmaya çalışıyoruz. Peki uygulayacak olan kim? Seçim bürosu gibi çalışan YSK mı yoksa noterden farkı olmayan mahkemeler mi? Anayasa’dan başlayarak tüm mevzuatın hala resmen yürürlükte olması sadece bir aldatmacadan ibaret. Yoksa Anayasa’nın açık hükmüne rağmen bakanların istifa etmeden aday olması yahut diploma tartışması nasıl açıklanabilir?
Seçimlerle ilgili olarak hemen her parti adalet vaad ediyor. Vaadettikleri adaleti nasıl tesis edecekleri ise hepimiz için bir soru işareti. Adalet iddiasında olan siyasi partiler, bu adaleti nasıl sağlayacaklarını da açıklamalıdırlar. Halka karşı suç işlemiş olan kim olursa olsun ancak bu ülkenin namuslu hukukçuları tarafından yargılanırsa adaletten bahsedebiliriz. Göstermelik mahkemelere karnımız tok. Biz artık eskiye geri dönmenin mümkün olduğunu, her şeyiyle çürümüş bu yargı sisteminin ihya edilebilir olduğunu düşünmüyoruz. Yeni bir hukuka ihtiyacımız var ve bunu en baştan yaratmalıyız. Kendi yazdıkları kanunları dahi uygulamayanları halkın kanunlarına göre yargılamayız. Bu kanunları kaleme alan, kendi çıkarlarının derdinde olan bir avuç azınlık değil; direnen işçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar olmalıdır. Nitekim direnenler, yeni bir hukukun nüvelerini zaten ortaya koymaktadır. İşçilerin fiili grevlerle kazanım elde etmesi, öğrencilerin kararlılıkla sürdürdükleri mücadeleleri, Kürt halkının inadı ve daha nicesi herkese örnek olmalıdır.
Ortaya koyduğumuz tablonun, özellikle biz hukukçular için, rahatsız edici olduğunun farkındayız. Ancak durumu gerçeğe uygun tarif etmek zorundayız. Seçim gecesi bir “atı alan üsküdarı geçti” veya “adam kazandı” durumunda daha YSK’ya dilekçe vermekten çok daha fazlasını yapmalıyız. YSK’dan, mahkemelerden umacak medet kalmadı. Ne istediğimizi önümüze koymalı, onun için mücadele etmeli ve örgütlenmeliyiz. Seçimin sonucu ne olursa olsun bugünden başlayarak biz istediğimizi ne kadar güçlü dile getirirsek o kadar kazanım elde edeceğiz.