14-28 Mayıs seçimleri, yoksulluğun derinleştiği; beslenme, barınma, sağlık gibi en yaşamsal ihtiyaçların bile toplumun geniş kesimleri tarafından karşılanamadığı; hukukun hükümsüz kılındığı; yargının, muhalifleri susturma aracına dönüştüğü; devlet kurumlarında yaşanan çürümenin -pandemide, depremde vs- onbinlerce yurttaşın yaşamına mal olduğu koşullarda yapıldı. Seçime gidilen süreçte muhalefetin çok bariz bir hata yapmadığı taktirde 21 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin, sorumlusu olduğu ekonomik, sosyal ve siyasal çöküntünün içinden çıkarak seçimi kazanabilmesi pek olası görülmüyordu.
Ancak muhalefet seçim sürecinin başından itibaren kabul edilmesi imkansız hatalar yaptı. Buna AKP’nin tüm devlet olanaklarını kullanması, seçimde yaratılan baskı ortamı, hukuk ihlalleri de eklenince AKP/Saray iktidarının seçimi kazanmasının önü açıldı.
Muhalefetin yaptığı hataların başında, Cumhur İttifakı’nın “Kürt düşmanlığı” üzerinden toplumu kutuplaştırmayı ve muhalefeti bölmeyi amaçlayan seçim stratejini aşacak bir perspektif izleyememesi geliyordu. Oysa Kürt hareketi ve Yeşil Sol Parti, cumhurbaşkanı adayını destekleyerek Millet İttifakı’na toplumsal barışın sağlanması için tarihi bir fırsat sunmuştu. Tek adam rejimine son vererek “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” ile adaleti, demokrasiyi tesis etmek için yola çıkan Millet İttifakı bu fırsatı değerlendirmek yerine Cumhur İttifakı’nın ırkçı söylemlerini daha da yükselterek hem kendisiyle çelişti hem de iktidarın bu stratejisini boşa çıkarabileceği yanılgısına düştü.
Muhalefetin diğer büyük hatası ise halkın yaşamakta olduğu ekonomik ve sosyal sorunları doğru tespit edip, çözüme dair ikna edici politikalar üretememesiydi. Millet İttifakı’nın gerek 30 Ocak 2023 tarihinde açıklanan Ortak Politikalar Mutabakat Metni gerekse İttifak’ın iktidara gelmesi halinde ekonomi yönetiminde söz sahibi olacağı düşünülen Ali Babacan ve Bilge Yılmaz gibi isimler, AKP’nin sadece son birkaç yıldır uyguladığı politikaları eleştiriyor, AKP’nin bu birkaç yılın öncesine kadar uygulayageldiği ekonomi anlayışını sürdüreceklerini beyan ediyordu.
Muhalefetin bu tespiti yanlıştı; zira Türkiye’nin ekonomik ve sosyal çöküşün eşiğine gelmesi sadece son birkaç yılın meselesi değil, uzun yıllardır uygulanan neoliberal politikaların doğurduğu yapısal sorunlardı. Söz konusu isimlerin küresel ekonominin düzenleyici kurumlarına ve dolayısıyla yerli-yabancı sermayeye güven vermesi ve Türkiye’nin yeniden “yatırım için cazip” bir ülke haline gelmesi; yapısal sorunları çözemeyeceği gibi emeğin ve doğanın daha fazla sömürülmesine neden olacaktı. Başka bir ifadeyle sermayenin çıkarlarının sürdürülebilmesi için yük -80’lerden bu yana olduğu gibi- emekçi ve yoksul halk kesimlerinin üzerine yıkılacaktı.
Seçimin ardından kurulmakta olan yeni cumhurbaşkanlığı kabinesinde ekonomi yönetiminin başına -tıpkı Millet İttifakı’nın savunduğu gibi- ekonomiyi küresel kurumların belirlediği çerçeve içine çekeceği bilinen Mehmet Şimşek’in getirileceği anlaşılıyor. Bu durumda, ekonominin nasıl yönetileceği konusunda emekçi ve yoksul halk kesimleri için seçimi Millet İttifakı’nın mı yoksa Cumhur İttifakı’nın mı kazandığının pek de önemi olmadığı görülmüş oluyor.
Ekonomi politikalarında AKP/Saray rejimiyle farkını ortaya koyamayan muhalefet, bu politikaların yarattığı sosyal problemlerin çözümü konusunda da halkı ikna edecek bir alternatif sunamadı. Bu bağlamda AKP’nin 2002’de ilk kez iktidara gelmesinde önemli bir etken olan “inanç temelli sosyal güvence düzeneği”ne karşılık olarak -piyasayı kıble edinmekten vazgeçemeyen- muhalefet “hak temelli sosyal güvence sistemi”ni tam anlamıyla savunamadı örneğin.
Savunduğu “üçüncü yol” siyasetinin argümanlarını yeterince geliştiremeyen ve halka anlatamayan Emek ve Özgürlük İttifakı’nı da muhalefete yönelik eleştirilerin dışında tutmak maalesef mümkün değildir.
Sonuç olarak, muhalefet ne toplumsal barışın ne insanca çalışma koşullarının ne de sofradaki ekmeğin küçülmesini engelleyecek politikaları halka sunamadı ve ekonomik, sosyal ve siyasal çöküntüye rağmen hileyle, riyayla, baskıyla tehditle de olsa, sandıktan yine AKP/Saray rejimi çıktı.
Sandıktan çıkan bu sonucu, muhalefetin halkı ikna edecek bir alternatifi ortaya koyamamış olması gözardı edilerek ve otokratik bir rejimde demokratik bir seçim mümkünmüş gibi bir anlayışla “halkın çoğunluğunun AKP/Saray rejimini desteklediği” biçiminde değerlendirmek doğru değildir.
14-28 Mayıs seçimleri, Türkiye’de totaliter bir rejimin varlığını ve tüm devleti sarmayacak biçimde kurumsallaştığını tereddüde mahal bırakmayacak şekilde bir kez daha göstermiştir. Bu koşullarda seçim sandığının ve parlamentonun; demokrasinin, barışın, sofradaki ekmeğin teminatı olmasını beklemek abesle iştigal olur. Demokrasi, barış ve hak mücadelesi bundan böyle eşitsizliklerin, ayrımcılığın, zulmün, sömürünün yaşandığı alanlarda olmak durumundadır!