Yarın seçim günü. Eşine az rastlanır sertlik ve kutuplaşma ile geçen bir kampanya döneminden sonra beklenen gün geldi çattı. Muhalefet, ilk günden itibaren ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’e dönüleceğini söylüyor. Dolayısıyla sandığa giden seçmenler, sadece ‘tek adam’ Erdoğan’ın değil, siyasal sistemin geleceğine ilişkin de önemli bir karara imza atacak. Ancak ilgi ve beklentilerin yüksekliğine rağmen seçimden bir sonraki gün döneceğimiz gerçeklik, son bir ayda yapılan vaatler ve bundan doğan umutlar kadar parlak değil.
Son haftalarda seçimlere ilişkin yapılan tartışmalara iktidar temsilcilerinin seçim kampanyasında devlet imkanlarını tepe tepe kullanışı, oyların olması gerektiği gibi sayılıp sayılmayacağı endişesi, Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını kazanması halinde koltuğun devredilip devredilmeyeceği kaygısı, seçim gecesi ve sonrasında faşist saldırı ihtimalleri egemen oldu. Bunlara ek olarak sandığın getireceği sonuçlar, Türkiye’nin NATO içindeki rolü, ABD, AB ve Rusya ile ilişkileri ve başta Suriyeliler olmak göç politikasının geleceği gibi gündemler üzerinden tartışıldı.
Oysa yarın yapılacak seçimin sonuçları emekçilerin gündelik hayatı ve geleceği için büyük önem taşıyor ve ‘kolaycı iyimserlik’ten arındırılmış sınıf eksenli değerlendirmeleri gerektiriyor. Her şeyden önce tek adam rejiminden çıkışın ve her türden kurtuluşun kapısını aralayacağı düşünülen seçim sonuçlarının sürprizlere gebe olduğunu akıldan çıkarmamakta ve elden geldiğince hazır olmakta fayda var. Algı yönetimi ve halk avcılığının en düzeysiz örneklerinin iktidar aygıtınca sergilendiği, seçim zaferi için eldeki tüm imkanların seferber edildiği, burjuva demokrasisinin kurumsal çerçevesinin bile paramparça edildiği bir seçim döneminin ardından dönülecek gerçekliğin yolunu yokuşsuz olarak hayal etmek saflık olur. Seçimlerin adil ve kurallara uygun bir biçimde gerçekleştirilmesi, Erdoğan rejimine seçim yoluyla son verilmesi durumunda dahi pek çok problem Türkiye’yi bekliyor.
Seçimlerin Türkiye halklarının yakıcı sorunlarına otomatik olarak çözüm getirmeyeceğini düşünmemizi gerektiren pek çok neden mevcut. Bunlardan en önemlisi, siyasal muhalefetin en geniş kesimini temsil ettiği düşünülen Millet İttifakını oluşturan partiler arasında Erdoğan’dan kurtulmak dışındaki tek ortak noktanın sermaye kesimi ile olan barışıklığı. Kılıçdaroğlu liderliğindeki Millet İttifakı finans kapitalin ülke içi ve dışı merkezlerine güvence vermeye büyük özen gösteriyor. Kapitalist akla bu derece tabi bir muhalefet çizgisinin, iktidar olduğunda malum ‘3Y’; yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar konusunda izleyeceği politikalar konusunda iyimser olmak zor görünüyor. Millet İttifakı üyelerinin birlikte ve ayrı ayrı hazırladıkları uzun ve gösterişli proje metinlerinde işçi sınıfının sorunlarına, sendikal hak ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellere bu derece az değinilmesi gözden kaçırılamayacak bir işaret olarak önümüzde duruyor. Böylesi bir tercih ortadayken ve bu kadar büyük bir ‘siyasal ve yönetsel enkaz’ın hangi öncelik sırasıyla kaldırılacağını tahmin etmek zor değilken, ‘iyimser bekleyişler’in yerini seçimler sonrasında enerjik müdahalelere bırakması gerekiyor. Kürt meselesinin barışçı bir çözüme kavuşturulması konusunda ölü taklidi yapan, kirli savaş aygıtı NATO’yu destekleyeceğini açıkça ifade eden, en büyük adaletsizlik olan açlık ve sefalet günlerinde toplumsal barışı sosyoekonomik temeline oturtamayan yaklaşımlara karşı irade gösterilmesi gereken günler yaklaşıyor. Özellikle ve öncelikle başta yoksullar olmak üzere, deprem bölgesinde umutla bekleyen halka unutulmadıklarının gösterilmesi gerekiyor.
Seçime gidilen dönemde muhalif kesimde erken bir zafer havası ve bundan daha da tehlikelisi 14 Mayıs seçimlerinin her derde deva olacağı şeklinde bir yanılsamaya sıkça rastlandı. Ekonomik krizin geldiği boyut, derinleşen para krizi, 6 Şubat depremlerinden geriye kalan mağduriyet ve uyum içinde bir toplumsal yaşam hayalini kemiren sistemli yolsuzluklar ortadayken seçim gününün bir sonuç noktası olmak yerine gerçekliğe dönüşün başlangıcı olarak tanımlanması gerekiyor.
İşinde gücünde bir hayat sürdürenlerden aktif siyasal öznelere kadar geride bıraktığımız kampanya döneminden kaynaklanan bir ‘bıkkınlık hissi’ ve “Şu seçimler bitse de rahatlasak” beklentisi yaygın bir biçimde gözleniyor. Bu durum seçim kampanya döneminin düzeysiz ve hatta kirli içeriği nedeniyle anlaşılır olsa da bu ruh halinden kurtulmak büyük öneme sahip. Sandıktan çıkan sonuç ne olursa olsun Millet İttifakının seçim ertesinde hızla çözülme ve ‘Sağ fabrika ayarlarına dönme’ ihtimali, Emek ve Özgürlük İttifakının seçim sırasında ortaya çıkan ve tartışılması/çözümlenmesi ertelenen sorunları, Sosyalist Güç Birliğinin ortak bir liste ile seçime girmeyi başaramayışı ve genel olarak solun enerjisiz parçalanmışlığı, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” sloganını güncel kılıyor.