Halk isyanlarının başladığı 2011 yılından bu yana bu ülkelerin kadınları bütün bölge kadınlarına ilham kaynağı oldular…
Bu coğrafyada kadınların acıları da çok, direnişleri de… Yakın tarihte halk ayaklanmaları yaşandı, kimileri devrim dedi, kimileri “Arap Baharı” olarak isimlendirdi. Sonrasında baharın getirdiği savaşlar, savaşların getirdiği yoksulluk, bütün bölge halklarını etkiledi belki ama en fazla etkilenen kesim kadın ve çocuklar oldu. Özellikle bu sözde baharın uğradığı ülkelerde kadınların bir dönem yaşadıkları hayal kırıklığı çok derin. Çünkü kadınlar lehine köklü bir değişim bekleniyordu ve aslında devrimler her zamankinden daha olanaklı görünüyordu. Hatta kimilerine göre bu süreç “Arap feminizminin baharı” olarak tanımlanmalıydı. Çünkü Mısır’dan Tunus’a, Bahreyn’den Yemen’e, Arap İsyanlarının zuhur ettiği yerlerde ön saflarda yer alan kadınların oranı oldukça yüksekti. Bu yüzden “Arap Feminizminin Baharı” denildi bu sürece., Nereden biliyoruz? Nisan 2012’de İstanbul’da düzenlenen 12. AWID Uluslararası Kadın Hakları ve Kalkınma Forumuna bölgeden katılan kadın heyetinin gündeminde “Arap Feminist Baharını başlatmak için ortak bir çağrı oluşturulması” talebi vardı.[1] Ancak Mısır, Tunus ve Libya’da rüzgar yön değiştirdi, kadınların zaferi ile radikal İslamcıların zaferi arasında ters orantılı bir seyir gelişti. Adeta altın tepsi içinde bir bahar” sunulan Müslüman Kardeşler’in kazanımları ne denli yükseldiyse, kadın haklarında o oranda gerileme oldu.
“Post-Tiranlık yok, başka Tiran’lar geldi!”
8 Mart vesilesiyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kadınların “bahar” aldatmacasına karşı nasıl direndiklerini anımsatmak, aynı zamanda buralara baharı taşıyan Arap monarşilerinin kadın hakları ile ilgili sicillerine bakmak gerek.
Hem Tunus’ta hem de Mısır’da meydanlarda olmayan İslamcılar, halkın direnişinin finaline oynadılar ve iktidara geldiler. İktidarları kısa sürdüyse de bu iki ülkede Müslüman Kardeşler’in ilk icaraatlarının hedefinde kadınlar vardı. Örneğin Mısır’da iktidara gelen İhvancı Muhammed Mursi, ilk iş olarak Halk Meclisi’nde kadınların temsiliyetini % 12’den % 2’ye düşürdü ve önceki Hüsnü Mübarek döneminde kadınlara ayrılan 64 sandalyeyi iptal etti. Sonrasında bunu evlenme yaşının indirilmesi, çok eşliliğin önünü açan evlilik kurumunun İslamileştirilmesi ve kadının ölü bedeniyle cinsel ilişkiyi “meşru” sayan demeçleri izledi. Keza Tunus’ta İhvancı NAHDA Hareketi’nin iktidara gelmesiyle birlikte işsizliğe, yoksulluğa, yolsuzluğa karşı ve her şeyden kendi hakları için ön saflarda yer alan Tunuslu kadınlar için kabus günleri başladı. Çünkü 1956’dan beri Tunuslu kadınlara diğer Arap ülkelerine nazaran benzersiz haklar tanıyan ve çok eşliliği yasaklayan Kişisel Statü Yasası’nın değiştirilmesi gündeme geldi. O zamanlar Tunus Demokratik Kadınlar Derneği sözcüsü Meryem el-Zugaydi şunu demişti:, “Şeriat hukukuna yapılan atıflar, NAHDA lideri Gannuşi’nin çok eşlilik hakkındaki açıklamaları, evlilik kurumunun İslamileştirilmesi ve kadın sünnetine yönelik atıflar, toplumu ve özellikle kadınları fazlasıyla tedirgin etti. Umut ile korku arasında kaldık ve artık kendimizi huzurlu hissetmiyoruz.”[2]
Libya’ya gelince, esas olarak “Arap Baharı” icadı ve bunu icat edenlerin doğrudan müdahalesi Libya’da başladı. Burada da “Kadınlar devrimin öncü kuvvetleridir” denildi, ama NATO müdahalesinden sonra kurulan ilk Geçiş Konseyi’nin kadın düşmanı icraatları çok erken başladı. Ve bu “devrim” kadınları eve kapattı, çok eşliliği yasallaştırdı, fetvalarla kadınların eğitim ve çalışma yaşamından koparılmasının önünü açtı. O zamanlar Avrupa’dan ülkeye dönen Libyalı kadınlar “artık size bir kuma geliyor” müjdesiyle karşılaştıklarını söylediler ve “bizim devrimden beklediğimiz bu değildi” itirazlarını yükseltmeye başladılar. Ama ülkeyi ele geçiren radikal İslamcı grupların, silahlı milislerin ve bilhassa İhvancıların müftüsü (aynı zamanda Erdoğan hayranı) Sadık el-Giryani’nin gerici fetvalarının gölgesinde kaldı bu itirazlar. O zamanlar bu geriye dönük değişimi yaşayan kadınlar, Türkiye’de benzer tehlikenin nasıl adım adım yaklaştığını hep anlatmak istediler bize… Ama medyanın gücü, uzun bir süre bu olanların “devrim” olarak algılanmasını sağladığından olsa gerek, bu uyarıları da gölgede kaldı. Zira aynı medyanın “Suriye’de de devrim oluyor” algısını yayma görevi hala devam ediyordu. Bu yüzden Mısır’da, Tunus’ta ve Libya’da süreç İhvancıların zaferine doğru evrildikten ve şeriata geçiş aşamasına geçileceği anlaşıldıktan sonra da Batılı medyanın Suriye’de olanlar için değerlendirmesi şuydu: “İslamcı bir sistem gelse de mevcut rejimden daha kötü değildir.” Buna istinaden Suriyeli yazar Maha Hassan bu müdahaleleri ve yaşanan dönüşümleri; “Tiranlık sonrası yok, çünkü başka bir Tiranlık geldi” şeklinde tanımlıyor.[3] Çünkü inşa edilmek istenen yeni zorba rejimlerin kadınlar için bir nefeslik oksijen bırakmamayı hedeflediği de görüldü. Suriye’de krizin başladığı ilk günden itibaren “cihat nikahı” adı altında kadınların bedeninin “devrimcilere” ganimet olarak fetvalandırıldığını hatırlayalım. Şu anda cihatçıların ve daha çok El Kaideci HTŞ’nin kontrolü altındaki bölgede uygulanan şeriat yasaları zaten bütün niyetleri gösteriyor. Esasında bunu erken fark eden yine kadınlardı, Mısır’da, Tunus’ta erken bitiren de kadın direnişleriydi…
Peki El Kaide’den IŞİD’e kadar bütün radikal İslamcı grupları bu ülkelere taşıyan ve buradaki halklara “bahar” hediye etmek için petro-dolarlarını akıtan Körfez rejimlerinde kadınların konumu ne durumda? “Arap Baharı”nın finansal yükünü en fazla üstlenen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez monarşilerinin, esasında İslam Şeriatına dayalı kendi rejimlerini “devrim” adı altında başka ülkelere taşımak istedikleri ortadadır. Hepsinde toplumsal yaşamı düzenleyen kaidelerin kaynağını İslami yorumlar oluşturuyor. Bu yorumlar farklılık gösterse de kadınlara bakış konusunda hepsinin benzeştiği görülür.
Başkalarına “bahar” götüren Körfez ülkelerinin kadın hakları karnesi
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafında kabul edilen ve 1981 yılında yürürlüğe giren Uluslararası Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi-CEDAW sözleşmesini Sudan ve Somali hariç diğer 20 İslam ülkesi imzaladı. Ancak hepsinin sözleşme maddelerini onayladıkları ya da hayata geçirdikleri anlamına gelmiyor. Bu konuda da ülkeler arasında farklı yaklaşımlar söz konusu. Sözleşme ile ilgili ilerleme raporlarına göre puanlama yapıldığında, ilginçtir, en fazla puan alan ülkeler, Libya, Tunus, Mısır gibi “Arap baharı”nın uğradığı ülkelerdir. Ama “bahar’dan önce puanları yüksekti… En düşük puana sahip ülkeler ise Körfez ülkeleridir. Özellikle hiç puanı olamayanlar Suudi Arabistan, Bahreyn ve BAE’dir. Çünkü bu Körfez ülkeleri CEDAW sözleşmesini imzaladılar ama bütün maddelerine şerh koydular. Gerekçe ise, istenen değişimin “İslam şeriatına aykırı” olmasıdır. Aslında bu tutum tek başına kadına bakışın özetidir. Aile içi şiddeti suç saymayan, tecavüzcüyü “kurbanla evlenmesi halinde” cezadan muaf tutan, erkeğin izni ya da refakati olmadan kadınların seyahatini yasaklayan uygulamalar bu ülkelerde ortaktır. Keza örneğin Bahreyn’de kanunların menşeinde İslam’ın Sünni yorumu var, ama nüfusun %80’ini Şii ve diğer inanç grupları oluşturuyor. Bu çoğunluk kanun ve mahkemeler nezdinde ayrımcılığa tabi tutuluyorken, kadınlara uygulanan ayırımcılığın boyutlarını tahmin etmek zor değildir.
Birleşik Arap Emirlikleri’ne gelince, bu ülkede bir erkek yabancı kadınla evlenebilir, kadına ve çocuklarına vatandaşlık hakkı verebilir, ama bir yabancıyla evlenen kadın vatandaşlıktan çıkarılır. Keza 2015’te düzenlenen Ayrımcılıkla Mücadele Kanunu’nda cinsiyete dayalı ayrımcılık, ayrımcılık tanımına dahil edilmedi.… BAE yasaları aile içi şiddete izin verir. Ceza kanunun 53. Maddesi, saldırı İslam hukuku sınırları içinde olduğu sürece kocaya “karısını terbiye etmek için dövmesine” izin vermektedir. Evlilik içi tecavüz suç değildir.[4]
Körfez bölgesinin tümünde benzer bir durum var ve hiç biri kadınlar lehine bir reformu gündeme getirmedi, uluslararası kurumlar da bu ülkelerdeki hak ihlalleri konusunda rapor yazma dışında herhangi bir adım atmadılar. Geçtiğimiz yıl Suudi Arabistan’ın genç Veliaht prensi Muhammed bin Selman bir “vizyon” hamlesi yapınca da dikkatler buraya çevrildi, ancak övgüler dizmek için…
Dünya medyasının “çok muhteşem ilerleme” olarak manşetlere taşıdığı bu vizyon reformları abartıldığı kadar gerçekten muhteşem midir? Ya da kadınların günlük yaşamlarına dokunan pratikler ve uygulamalar nelerdir? Ve her şeyden önemlisi eğer bir kazanım varsa, bunu kadınların mücadelesi mi sağladı yoksa Veliaht Prensin bahşettiği bir şey mi?
Suudili kadınlara müjde: Artık size ‘boş ol’ mesajı gelecek!
Suudi Arabistan’da kadınlara yönelik yasaklara kısmen esneklik sağlayan kararlar, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın “2030 Vizyon Projesi” kapsamında alındı. MBS ilkin Haziran 2018’de kadınların araba kullanmasına izin veren bir kararname çıkardı. Bunu takip eden diğer reformlar şöyle:
Kadınların eşleri veya ailedeki bir erkeğin muvafakati olmadan seyahat etmelerinin önündeki engeller kaldırıldı. Kadınların “tek başlarına” araba kullanmalarına izin verildi. Halka açık eğlence mekânlarında müzik çalınmasına, kadın ve erkeklerin bu mekânlarda bir arada bulunmalarına yönelik yasak hafifletildi. Restoranlarda aynı kapıdan kadın-erkek girişlerine izin verildi. İlk kez 50 kadın savcı ve müfettiş atandı. 60 yıl aradan sonra yeniden müfredata müzik dersleri girdi. Suudi Arabistan’daki Taif Üniversitesi, 60 yıl önce müzik dersleri veren ilk yerel kurumdu. Ancak müfredata müzik eklenmesine karşı çıkan bazı din adamları arasında fikir ayrılıkları yaratmış, yasakçılar baskın gelmişti ve müzik dersleri tamamen yasaklanmıştı. Şimdi tekrar müfredata girebilecek. Diğer ilginç gelişme de şudur: Suudi Arabistan’da hakkında boşanma davası açılan kadınlara bilgi verilmemesi uygulamasına son verildi. Yeni uygulamayla haklarında boşanma davası açılan kadınlar, mahkeme tarafından kısa mesaj yoluyla bilgilendirilecekler. Yani erkeğin tek taraflı boşanma hakkı korunurken, kadına sadece bilgilendirme yapılacak…
Şimdi Suudi Arabistan’ın diğer Körfez ülkelerine göre kadınlara “epeyce” haklar tanındığı söyleniyor. Evet önemli ilerlemeler bunlar, ancak gerçek hayatta bunun böyle olmadığını ortaya koyan çok fazla veri bulunuyor. Örneğin araba kullanma hakkı için eylem yapan kadın aktivist Nesime el-Seda tutuklandı. Prensin kadınlara araba kullanma hakkını vermesi yere göğe sığdırılmazken, yasa çıktığı halde Nesime hala tutuklu. Uluslaraarası Af Örgütü, Nesime için imza kampanyası başlattı ama değişen bir şey yok.. Uluslararası insan hakları örgütleri Suudi Arabistan’ı gözaltına alınan kadın aktivistlere işkence yapmakla suçladı, ama devam eden kadınlara yönelik tutuklama, baskı ve şiddete karşı başka bir adım atılmış değildir.
Öte yandan “dini polisin yetkileri kısıtlandı” denildi, ancak Eylül 2019’da rejimin “uygunsuz sosyal davranış” olarak değerlendirdiği eylemler için “Kamu Ahlakı Yasası” uygulamaya konuldu. “Kamu ahlakı” terimi, neyin nezih davranış olarak kabul edilebileceği konusunu dini polisinin anlayışına bırakıyor. Genellikle dini gerekçelerle “ihlal” kanaati oluşuyor. Bu yasa aynı zamanda kadınların çalışma hayatına da yansıyor. Hangi işlerin kadınlara uygun olduğuna kimin karar vereceği kısmı belirsiz bırakıldı. Kadınlar artık her sektörde çalışabilir denilse de, bölgelere göre değişen katı kurallar ve yasaklar işlemeye devam ediyor. Siyasi analist İman el-Hüseyin’e göre, kadınlar için hangi işlerin “uygun” olarak kabul edilebileceğine dair tartışmalar Taif’te patladı. Geçtiğimiz Temmuz ayında garson olarak çalışan bir kadının fotoğrafını sosyal medyada paylaşması tartışmaları alevlendirdi. Yapılan reformlar kadınların restoran ve kafelerde çalışmalarına izin verdiği halde burada tartışmaları alevlendiren şey, kadının sosyal medyada fotoğrafını paylaşmasıdır. İnsan Kaynakları ve Sosyal Kalkınma Bakanlığı devreye giriyor. Garson kadının kıyafeti “İslami kurallara uygun” görülüyor, bu yüzden kıyafet kuralını ihlal etmekten ceza verilemiyor. Ama “erkek müşterilere hizmet etmesi” ihlal sayılıyor. Öte yandan Cafe sahibine, “Suudili bir kadını erkeklere hizmet etmesi için işe almaktan” ceza veriliyor. Sebep olarak, “din adamlarının kışkırmış olarak bu tartışmaya taraf olmaları” gösteriliyor.[5]
Görüldüğü gibi Suudi Arabistan’da MBS’nin dışarıya göstermek istediği modern imaj ile geleneksel yapı arasında bir denge kuracak düzenlemeler yok. Bu yüzden kadınlar, kendilerine tanındığı söylenen haklardan “bölgenin din alimleri izin verdiği ölçüde” yararlanabiliyor. Fakat bütün bunlara rağmen Suudi Arabistan’da kadınlara bazı hakların tanınmasının önemi şudur: Her ne kadar bu reformlar MBS’nin “Vizyon 2030” hedefleri çerçevesinde bir imaj çizmek yapıldı dense de, altında yatan esas zorlayıcı faktörler var. Bu faktörlerin başında Suudili kadınların kararlılığı ve mücadelesi yer alıyor. Bu mücadeledeki direncin de, gıdasını Arap ayaklanmalarından aldığını söyleyebiliriz.
Halk isyanlarının başladığı 2011 yılından bu yana bu ülkelerin kadınları bütün bölge kadınlarına ilham kaynağı oldular; savaşın, şiddetin gölgesinde umut ve korku ikilemini yaşarken de, zaferler kazanırken de… Çünkü kadınların aktif olarak yer aldıkları halk direnişlerinin diktatörleri devirebileceğini gösterdiler. Çok fazla acı biriktirdiler belki, ama umudu büyüten deneyimler de biriktirdiler. Ve bu birikimler sınırları aşıyor, bütün coğrafyayı kucaklıyor… Bu nedenle Ortadoğu’da kadın direnişleri ile iktidarların korkusu doğru orantılı olarak yükseliyor… Kadın direncine selam olsun!…