Biz şöyle diyoruz, Saray Rejimi’nde, iktidar ve muhalefet, eski tarzı ile bulunmaz. Alışılmış burjuva devlet örgütlenmeleri, Batı parlamenter sistemi içindeki artık eskimiş olan, yürürlükten kalkmaya başlamış olan “siyasal partiler, iktidar ve muhalefet”, bizde epeyce süredir yoktur.
Hepsi, eğer gerçekten “parti” olsalardı, söylediğimiz gibi, bir “devlet partisi” olurlardı. Oysa artık, siyasal partiler de parti değildir. Mesela Bahçeli’nin MHP’si mi vardır, yoksa bir siyasal parti olarak MHP mi vardır? Küçüklerden gidelim, İnce Erdoğan’dan (devletten) aldığı paralarla kendine bir dükkân açınca, önce kendi partisinin paralarını yağmalamayı neden görev biliyor? Biliyor, çünkü orası bir “parti” değil. Mesela Babacan’ın partisi bir siyasal parti midir? Davutoğlu’nun partisi, her ne kadar uzun seminer tarzı konuşmalarına katlanmak için tutulmuş adamlar topluluğu partisi gibi görünse de, parti değildir.
CHP?
Peki CHP bir siyasal parti midir? Acaba Baykal döneminde CHP, ABD’nin Erdoğan ve AK Parti projesine uygun olarak, “az Baykal az parti” mi olmuştu? Burada Baykal, “kuru” yerine, parti de pilav oluyor. “Parti üstü Baykal” partisi, Kılıçdaroğlu ile birlikte iyice hafiflemiştir ve parti bölümü kalmamıştır. CHP, bir siyasal parti olmaktan çıkmıştır.
Hep muhalefet olmak, burjuva sistem içinde ancak CHP’nin üstleneceği bir görevdir. “Atatürk’ün partisi”, devleti ve sistemi korumak için vardır. Bizce uygundur da. Sol bunu anlamak istemiyor. Kemalist damar solun içine öylesine işlemiştir ki, CHP’de ağırlık arıyor, hem de sol ağırlık. Oysa CHP, Kılıçdaroğlu ile çok hafiflemiştir. Ne yapsın, devlet ve sistem korunmalı. Devleti ve sistemi korumak dediniz mi, içine NATO, içine sömürge olma hâli, içine Saray Rejimi girer. Eee, Erdoğan’a da katlanıyormuş gibi yaparsınız. Vah zavallı CHP, ne kadar da fedakârdır!
Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmiş hâlidir. Bu her işçi için, her samimi devrimci mücadele gönüllüsü için bir ders konusudur. Devleti iyi anlamak gerekir, doğru ve gerçek hâli ile. Devleti anlamadan tekelci polis devletini anlamak mümkün değildir. Devletin sınıf savaşımlarına göre şekillenmesini anlamadan burjuva egemenliği anlamak mümkün değildir. Tekelci polis devletini anlamamışsanız, bu durumda Saray Rejimi’ni, bir tür isimlendirme olarak ele alırsınız, yanlış olur. “Patrimonyal sultanlık”, “İslamo-faşizm”, “AKP-MHP faşizmi” bir tür isimlendirme çabası olarak görülebilir. Ama tümü de hatalıdır, yanlıştır. Bir şeye “kötü” demek yetmez. Zira devletin kendisi “kötü”dür, çünkü sınıfların varlığının itirafıdır. Sınıfların varlığı, insanın insan tarafından sömürülmesi demektir. O hâlde, Saray Rejimi’ne kötü bir ad takmak, hatalı bir bakış açısının ürünüdür. Zira, öncesinde “demokrasi” yok.
Hem NATO’dan hem sömürge olmaktan söz edeceksiniz, hem şu ABD projesi diyeceksiniz hem de “İslamo-faşizm” ya da başka faşizm ya da “patrimonyal sultanlık”, “tek adam rejimi” diyeceksiniz. Tutarsızdır ve devletin sınıfsal yapısını, bilerek bilmeyerek, gizlemiş olursunuz.
Saray Rejimi, TC devletinin çözülmesinin sonucu ortaya çıkmış, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü örgütlenmenin üç kuvveti vardır, ilki emperyalistler arası savaştır ve bu bizi etkilemektedir. İkincisi Kürt devrimidir ve üçüncüsü Gezi Direnişi ile başlayan direniş hareketidir.
Egemen, yani Batı emperyalistleri ve onların yerli ortakları, yani NATO, sistemi ayakta tutabilmek için, tekelci polis devletini yeniden olağanüstü tarzda örgütlemişlerdir.
Peki “çözülüşü” durdurmayı amaçlayan bu örgütlenme, çözülmeyi durdurmuş mudur? Hayır, durduramamıştır. Çürüme ve çözülme devam etmektedir. Zira bu üç etken, kimisi daha güçlü, kimisi eskisine göre daha az etkili olsa da varlığını sürdürmektedir. Üstelik, tüm dünya kapitalist sistemi çürümüşlüğünü daha açık ortaya koymaya başlamıştır.
İşte bu çürüme devam etmektedir.
İktidar ve muhalefet “parti”lerini içeren Saray Rejimi, egemenin bunalımını tüm topluma yaymaktadır. Çürüme, yaşamın her alanında kendini farklı biçimlerde ortaya koymaktadır.
İktidar, pespaye bir müsamere ile yönetmektedir. Ve bu hâl, elbette en yakınındaki tüm burjuva partileri de etkilemektedir.
Örnekleyeceğiz.
Ama, Saray denildi mi, bunun kendine has hâlleri vardır.
Mesela soytarısı olmayan Saray olur mu? Elbette olmaz. Bizim Saray, Osmanlı kopyası gibi olduğundan, soytarılık en baştan başlamaktadır. Gerçekten bir tiyatro seyrediyor olsak gülmek de mümkün. Ama maalesef, bu bizim, bu ülkedeki tüm emekçilerin, işçilerin, kadınların ve gençlerin gerçek yaşamıdır ve gülüp geçmek mümkün değildir.
Erdoğan demiş ki, “karşımızdaki sorun ekonomik değil, psikolojik”tir. Hayat pahalılığı ve enflasyondan, işsizlikten vb. söz ediyor. Kriz aslında psikolojik imiş. Buna sadece komik deyip geçmeyin lütfen. Çünkü, bu tiyatro olsa idi öyle diyebilirsiniz ama tiyatro değil en pespaye hâli ile bir müsameredir.
Nasıl ki seçimler bir müsamere idi, bu da öyledir.
Ekonomik ve toplumsal kriz psikolojik ise, demek ki Reis yakında “ekonomist” unvanına, “psikolog” unvanını da ekleyecektir. Mesela Marmara Üniversitesi hemen Reis’e, psikolog unvanı vermelidir.
Psikolog diyorsa “reis”, bunu ona ne söyletiyor diye sormalı. Mesela Bahçeli’nin hâlleri mi ona bunu hissettiriyor? Bahçeli ile her konuşmasında “psikolog” olman lazım telkinlerini mi alıyor? Yoksa artık, psikolojik destek de mi almaya başladı? Öyle ya, her gece uyanıp, Gezi olayları başladı mı, acaba paraları sıfırlayabildik mi, acaba bizim sonumuz Saddam’ınki gibi mi olacak diye dertlenmek, pek öyle psikolojik desteksiz atlatılacak hâl değil. Hele ki hiç dostu, hiç arkadaşı yoksa, kiminle konuşacak? Buna can dayanır mı?
Her gün bir yalan söyle, sonra bir başka yalanla öncekini yalanla, nereye kadar? Her gün çık, bu ay enflasyonun belini kıracağız de, sonra tekrar, sonra tekrar, nereye kadar? Üstelik, uluslararası konsorsiyum ekonomiye el koysun, NATO siyasete, ne anladım bundan?
Gördünüz mü, mesele ekonomik değil, gerçekten psikolojik imiş. O nedenle gülüp geçmeyin, gülümserken, yumruklarınızı sıkın, saflarınızı sıklaştırın, daha büyük mücadeleye atılmak gerekecek.
Bilal Oğlan, büyümüş. Zam isteyen, geçinemiyoruz diyen, polisten dayak yiyen öğretmenlerin durumu hakkında konuşma kararı vermiştir. Kanımızca, gelecek seçimlerde Kılıçdaroğlu oyunu Bilal’e vermelidir. Böylece Bilal, “sağlıklı ve genç” olarak, liyakat sahibi olarak ülkenin başına geçer. Kılıçdaroğlu, şimdiden buna hazırlanmalıdır. Zira 5 yılda ancak hazırlanır. Bilal, gölge Milli Eğitim Bakanı olarak şöyle buyurmuş: “Allah aşkına, idealist bir tarzda öğretmen olan mı var ki”, farklı ücretler istiyorlar diyor. Sendikalar, bilir kişiler, uzmanlar, solcu yorumcular, hepsi ama hepsi, “idealist öğretmenler de var” diyorlar. Akılları bu kadar çalışıyor. Oysa Bilal Efendi bal gibi biliyor ki, “sanki idealist, ülkeyi düşünen siyasetçiler mi var ki,” diye bir karşı soru gelmeyecek. Bilal, Oğlan, artık “Bilal Efendi”dir. Bir efendi olarak, durumu ortaya koyuyor: Öğretmenler ülkeyi düşünen, idealist insanlar değil. Demek kendisi ülkeyi düşünen idealist bir siyasetçi. Demek Bilal Efendi, “durum analizi” yapıyor. 100 yıllık Cumhuriyet’in neredeyse dörtte birinde iktidar olanlar, öğretmenlerin artık idealist olmadıklarından yakınıyor, İstanbul’da dikey yapılanmadan yakınanlar gibi.
Bir tiyatro, ciddi bir sanatsal aktivitedir. Öyle aklınıza geldiği gibi replik yazamazsınız. Ciddi iştir tiyatro. Oysa bir ilkokul müsameresi öyle değildir. Müsamerenin en pespayesinde, herkes istediğini söylemek, yapmak hakkına sahiptir. Tiyatroda seyirciyi “aptal” yerine koymak mümkün değildir. Ama müsamerede bu pekâlâ mümkündür ve en pespayesi, aslında tam da bunu yapar. Zaten Bilal hiçbir zaman müsamereden öteye rol yapamaz. Budur işte.
Peki Saray denilen gizemli ve “ulu” yerde, soytarı kimdir şimdi?
Bu kadarla kalmıyor.
Bahçeli, Atasagun’un kaleminden mi çıkmış bilmiyoruz, tuhaf şiirler okuyor. Demek, Saray Rejimi, kimini “zorunlu şair” yapıyor. Gelin de siz buna “ekonomik değil psikolojik” düsturunu uygulamayın. Tamamen psikolojiktir. Ve psikolojide “şiir ile tedavi” diye bir dal açılmalıdır. Yoksa mehter marşı ile tedavi zor görünüyor.
İktidar böyle de muhalefet nasıl?
Hepsi birbirine benzemek zorundadır.
Kılıçdaroğlu’nun CHP tarikatında, son günlerde, peş peşe olaylar patlamaktadır. Biri Perinaz Mahpeyker Yaman olayıdır. İsmi uzundur, müsamere için uygun olsa da, biz sadece “Mrs. Yaman” demekle yetinelim. Mrs. Yaman, Atatürk ve Kılıçdaroğlu için kötü sosyal medya mesajları paylaşmış. Bunda bir sorun yok. Ama Mrs. Yaman, 26 Mayıs 2023’te, Kılıçdaroğlu’nun danışmanı olarak “atanmıştır”. Atamayı kim yapmış biraz karışık. Kılıçdaroğlu, kendisi AK Partili olan bu Mrs. Yaman’ı danışman olarak almış. Mrs. Yaman, artık CHP’ye hizmet etmek istiyorum demiş ve Kılıçdaroğlu, “ne olursan ol gel” felsefesini baştan aşağıya yanlış anladığından, Mrs. Yaman’ı danışman yapmış. Ona ne danışmış bilmiyoruz. Bilen olduğunu da sanmıyoruz. Mrs. Yaman, CHP merkezinde bir odaya sahip imiş.
Bu vesile ile öğreniyoruz ki, CHP genel başkanının kaç danışmanı olduğunu kimse bilmiyormuş. Bu nedenle Kılıçdaroğlu, tüm danışmanların işine son vermiş. Öyle ya o da bilmiyor olmalıdır.
Kılıçdaroğlu, Fikret Bila’ya konuşmuş: “O günler koşullarında araştırma yapacak zamanım yoktu. Bu mesajlarını bilseydim atamazdım. Bir arkadaşım ‘AK Parti kadın kollarında çalışmış. CHP için çalışmak istiyor’ dedi. O günlerde bir gün bir ilde, ertesi gün başka ilde çalışıyorum. İncelemeye zamanım yoktu.”
Sizce hangisi daha komik, hangisi daha vahim? Kadının atanmış olması mı, yoksa Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları mı?
Öğreniyoruz ki, bir, CHP bir parti değildir. CHP, Kılıçdaroğlu çiftliğidir ve kendisi de çiftlik ağasıdır. Tarikattır CHP ve Kılıçdaroğlu, üfürükçü dahi değildir, üfürükçülerin nefeslerini iletendir. İki, CHP’de Kılıçdaroğlu’ndan başka çalışacak kimse yoktur. Bu bizim yorumumuz değildir. Üç, Kılıçdaroğlu, Google amcasına sormayı bilmiyor. Demek eğitimi eksiktir, bu nedenle olup biteni öğrenemiyor. Oysa “Google amcası” tam da onun için yapılmıştır. Dört, tüm bunların ne anlama geldiğini de bilmiyor, utanma duygusunu da kaybetmiş. Yüzü artık, hepsininki gibi manda derisindendir, hisleri aktaramıyor o yüzler. Utanma duyguları hiçbirinde yoktur.
Şimdi bir an durup düşünelim, Kılıçdaroğlu, acaba seçilmiş olsa idi, ki buna en çok kendisi karşı idi, acaba, ekonominin başına kimi atardı, danışmanları, sekreterleri, korumaları kimlerce atanırdı? Aslında Özdağ ile gizli pazarlıkları, nasıl olacağını gösteriyor. Yeşil Sol Parti, Özdağ’a verilen “kayyum politikasına devam” sözünü, iyi düşünmelidir. Devam edelim, şu anda Erdoğan da danışmanlarını, ekonomi bakanını vb. kendisi atamıyordur. Erdoğan, Saray’da soytarısını bile seçemiyordur.
Kılıçdaroğlu olayı bununla da bitmiyor. Levent Gültekin’e bir e-mail geliyor. Bu e-mail, Akşener’e gönderilmiş e-maildir. Bu e-mailde, Akşener’in aldığı söylenen 100 milyon doların ses kayıtlarının açıklanacağı tehdidi var. Burası önemli değil. E-mailde Hasan Cengiz diye birisinin ismi geçiyor. Hasan Cengiz Avrasya araştırmalarda çalışıyor. Gültekin’in aktardığına göre sosyal medya hesaplarında profil fotoğrafı Erdoğan olan birisi. Bu kişi, seçim öncesinde Kılıçdaroğlu’na geliyor ve birlikte, seçim çalışmaları, adaylık toplantıları yapıyorlar. Hepsi sosyal medyada var diyor Gültekin. Yani, AK Partili bir kişi, Kılıçdaroğlu’nu aday göstermek için çalışıyor. Ve İmamoğlu ile de görüşüyor. İmamoğlu’na “babana karşı aday olamazsın” türünden şeyler söylüyor. Kılıçdaroğlu, bu kişi ile birlikte çalışıyor.
Şimdi, biz diyoruz ki, seçim bir müsameredir, Erdoğan’ın seçilmesi kararı, NATO tarafından verilmiştir. Gerisi bir müsameredir. Buna tiyatro denemez. Ciddi iştir tiyatro. Burada sanat yoktur. Bu bir müsameredir. Kılıçdaroğlu, seçimi Erdoğan’a vermek için rol almıştır. Sadece o değil, Akşener de, diğerleri de.
Şimdi soru sormanın zamanıdır: Sıradan bir insanın bunları görememesi mümkündür, olur ya adam kördür vb. Ama bir sol örgütün, partinin, bunları görememesi mümkün değildir. Mümkün olmayan gerçekleşmiştir. Sol hareketimizin büyük bir bölümü, “bir oy bana, bir oy Kılıçdaroğlu’na” kampanyası yürütmüştür.
Onlara göre, baş çelişki Erdoğan’ın gitmesidir. Öncelikli olan iş budur. İyi ama sahneyi düzenleyenler, tam da tersini istemiştir. Erdoğan ve TC devletinden birtakım tavizler koparılmıştır. Buna uygun olarak, ülkeye bir savaş kabinesi kurulmuştur. Ülkenin ekonomik yönetimi, uluslararası konsorsiyuma verilmiş ve borçların ödenmesi garanti altına alınmıştır. Buna uygun olarak, ilave vergiler, haraçlar konmuş ve bu vergi ve haraçlar, borçların ödenmesi ve savaş ekonomisi için kullanılmak üzere ayrılmaktadır. TC devletinin ABD adına tetikçilik rolü garantiye alınmıştır.
Sistemi çözen üç kuvvetten ilki, emperyalistler arası paylaşım savaşımı, geçici bir anlaşmayla biraz duraklatılmıştır. Durmaz, alttan alta devam eder. Ama burada bir es verilmiştir. Hız düşürülmüştür. Rusya ve Çin’e karşı savaş çerçevesinde yeni roller dağıtılmıştır. Sol ve Kürt hareketi, CHP kuyruğuna takılsın istenmiş ve bu başarılmıştır. Bu yolla, sistemi çözen iki diğer kuvvetin şiddeti de azaltılmıştır. Böylece sistem, kitlesel bir ayaklanma tehdidini biraz olsun uzaklaştırmıştır. Öyle sanıyorlar ve çok da haksız değildirler. Bunlar seçim öncesinde kotarılmıştır.
Bu nedenle, bir tiyatro seyretmiyoruz.
Egemenler, bir müsamere ile tüm bu süreci yönetebilmişlerdir. Ama eskisinden farklı olarak tüm bunlar, bir bir patlamaktadır. Bu, çürümenin daha da hızlandığının, aldıkları yeni önlemlerin hiçbirinin süreci çözemeyeceğinin göstergesidir.
Dahası, bugün artık, devrimci sosyalist işçi hareketinin yürüteceği mücadelenin öneminin arttığını görmek, kabul etmek gerekir. Sol hareket, hızla sağa doğru savrulmuştur. Bu süreci toparlayacak şey, gelişmekte olan, durmayan direniş hareketidir. İşçilerin, tüm bu süreçten daha az etkilendiği açıktır. Süreçten en çok etkilenenler okur yazar takımıdır (OYT). Kılıçdaroğlu’nda bir umut gören, görmekle kalmayıp bu umudu işçi ve emekçilere, direniş hareketine öneren solun en fazla etkilediği kesim OYT’dir. Burada bir hastalıklı hâl ortaya çıkmıştır. Direniş rotasından CHP kuyrukçuluğuna dönüş, hastalıklı bir hâl yaratmıştır. Gelin de buna, “mesele ekonomik değildir, psikolojiktir” düsturunu uygulamaktan geri durun. Bu hastalıklı hâlin nedeni, CHP kuyrukçuluğu ve direniş hattının uzun yol olduğu gerekçesi ile reddidir. Çıkış da buradadır. Çıkış, direniş hareketine katılmaktan geçmektedir. Hastalığı sona erdirecek, aklımızı yeniden çalışır hâle getirecek şey, direnişin bir parçası olmaktır, aktif bir parçası olmak.
Direniş, sadece ayakları, sadece kolları, sadece vücudu çalıştırmıyor, aklı da açıyor, berraklaştırıyor.
Önümüzde sınıf savaşımın daha da hızlanacağı bir süreç vardır. Bu süreçte, safları doğru belirlemek, doğru yerde saf tutmak gereklidir. Saray Reimi’ne karşı çıkmak demek, gerçekte tüm burjuva muhalefete karşı çıkmak demektir. Burjuva muhalefetin desteklenecek bir hâli yoktur. En kötüye karşı daha az kötüyü desteklemek diye bir alternatif burada yoktur.
Önümüzde, ekonomik ve toplumsal krizin kendini daha açık hissettireceği bir süreç vardır. İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnmekten, direnişi örgütlü hâle getirmekten başka bir yolu yoktur. Bu yol, gerçek bir yoldur. Umutlar, eylem adamlarının adımları ile büyür. Her direniş, ne kadar geri olursa olsun, yenilirse yenilsin, umudun ateşini körükleyecektir. Bu nedenle, direniş yolu, uzun da olsa, tek gerçek yoldur. Kaldı ki, eğer herkes bu yola baş koyarsa, o yol sanıldığından çok daha fazla kısalacaktır.
Bu topraklarda, kolay zafer yoktur, olmayacaktır. İşçi ve emekçiler, halklar, binlerce yıllık sömürü düzenini, insanın insana kulluğunu yok edecektir. Bunun kolay bir zaferle geleceğini düşünmek, düşmanın bitmek bilmez hilelerine yeniden kapılmak demektir.
Birleşik emek cephesi, bugün bu direniş hattının tek gerçek çıkış yoludur. Her direniş, örgütlülüğü daha da geliştirecektir. Özgürlük kolayca kaybedilebilir ama ucuz yollarla kazanılamaz.