
Prof. Dr. Fulya Atacan: Bin Salman’ın 2030 vizyonu bizdeki başkanlık sistemi
Ortadoğu ve Arap coğrafyası üzerine çalışmalarıyla bilinen Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Uzmanı Prof. Dr. Fulya Atacan’a göre Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda kaybedilmesinin arkasında Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın “Vizyon 2030” programına direnç gösterenlere sert bir mesaj var.
2011 yılında, 150 dolardan az bir gelirle sekiz kişilik ailesini geçindirmeye çalışırken, memurlara rüşvet vermeyi reddettiği için dayak yiyen seyyar satıcı Muhammed Buazizi, üzerine benzin döküp bedenini ateşe vererek tüm Arap coğrafyasına yayılan isyanı tetiklemişti. Buazizi’nin protestosu Tunus’taki 23 yıllık Zeynel Abidin bin Ali iktidarının sonlanmasına vesile olduğu gibi “Arap Baharı”nı da beraberinde getirmişti. Libya’dan Mısır’a, Suriye’den Yemen’e ve Suudi Arabistan’a kadar neredeyse tüm Arap ülkelerini sarsan bu isyan dalgası askeri darbelerle, iç savaşlarla, büyük kıyımlarla kırıldı.
İsyanın fitilini ateşleyen yoksullar, yaygınlaşmasını sağlayan orta sınıflar zamanla geri çekilirken, bölge ve uluslararası güçlerin de etkisiyle El Kaide, IŞİD ve türevi sayısız terörist örgüt bu kıyım ve talan sürecinin aktörü haline geldi.
Petrol gelirleri üzerinden büyük çıkar savaşlarının yaşandığı Arap coğrafyasındaki isyandan yoksullara kala kala kan, gözyaşı ve göç yolları kalırken, bölgesel ve uluslararası finans kapital açısından yeni kapılar açıldı. Bu sürecin en büyük kazanç kapısı ise şu anda Suudi Arabistan gibi görünüyor. 2017’de Veliaht Prens olarak atanan Muhammed bin Salman bu noktada devreye girerek çok köklü bir neo-liberal iktisadi, politik dönüşümün başını çekiyor.
Peki Suudi Arabistan’da nasıl bir dönüşüm gerçekleşiyor? Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın kaybedilmesini tam da bu bağlamda, büyük resmin bir noktasına yerleştirmek gerekiyor. Nedenini, nasılını yıllarını Ortadoğu’ya ilişkin araştırmalara vakfetmiş olan Prof. Dr. Fulya Atacan’dan dinleyelim…
Suudi Arabistan’ın, özellikle veliaht prens Muhammed bin Salman’ın ülkesine ilişkin yaratmaya çalıştığı düşünülen yeni imajı ters yüz edecek bir eyleme başvurarak gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı İstanbul’daki başkonsoloslukta kaybetmesini neye dayandırıyorsunuz?
Kaşıkçı’nın kaybedilmesinde Müslüman Kardeşler’e sert bir uyarı var. Kaşıkçı, Suudi Arabistan devlet sisteminin göbeğinden gelen bir isim aslında. Müslüman Kardeşler üyesi de değil. Ama o çevrelere yakın biri. Öte yandan Kaşıkçı’nın kaybedilmesi, Prens Salman’ın hedeflediği “2030 Programı”ndan bağımsız değerlendirilemez. Veliaht bin Salman, “Vizyon 2030” programıyla Suudi Arabistan’ı hem ekonomik hem de politik olarak yeniden yapılandırmak istiyor. Kaşıkçı, bu değişimin dışında kaldığı ve tasfiye edilen grubun içinde yer aldığı için bir biçimde bu çatışmanın kurbanı oldu. Ama bu kaybedişin bu kadar aleni olması içerideki ve dışarıdaki muhaliflere bir gözdağı olarak okunabilir. Nitekim sadece Suudi Arabistanlı değil, Birleşik Arap Emirlikleri’nden kaçan muhalifler de bu olaydan sonra büyük bir korkuya kapıldılar. Dolayısıyla yapılan, ibret-i âlem için cezalandırma yöntemidir. Bilindik yöntemdir: Bir kişiye çok ağır ceza verdiğinizde, diğerleri aynı sonu görmemek için susacak, tasfiye olacak veya kenara çekilecek.
Peki Kaşıkçı’nın İstanbul konsolosluğunda kaybedilmesinde Türkiye’ye de bir mesaj var mı?
Türkiye’ye, “kimlerle ilişki kurduğunuzu biliyoruz ve bundan rahatsızız. Bu sularda çok fazla yüzmeyin” mesajı verilmek istenmiş olabilir. Kaşıkçı gibi insanlar, aslında kralın sadık muhalefeti.
Ne demek bu?
Kraliyetin yapısında temel bir dönüşümü talep etmeyen bir muhalefet bu. Bunlar, yeni gelişen ve yapılandırılan dönüşümden dolayı konumlarını kaybettikleri veya kaybedecekleri için bir direnç veya karşı duruş sergiliyorlar. Fakat karşı duruş sergilemelerine rağmen hâlâ majestelerine de sadıklar. Nitekim Kaşıkçı da hiçbir yerde, hiçbir zaman kraliyet yapısının değişmesi gerektiğini söylememiş, sistemin göbeğinden gelen bir insan. Dediğim gibi, bu muhalefetin esas talebi, Suudi Arabistan devletindeki yeniden yapılandırma sürecinde yönetici elit içinde yerini kaybedenlerin yeniden sisteme eklemlenmesine yönelik reform yapılması.
Yani ortada ideolojik bir ihtilaftan ziyade devletin olanaklarından nemalanma mücadelesi mi var?
Evet, yaşanan ihtilaflar keskin bir ideolojik muhalefete işaret etmiyor. Yönetim içinde konumunu kaybeden insanlar, Müslüman Kardeşler’e yakın bir çizgi üzerinden, yahut onlarla ittifak yaparak yeniden resmin içine girmeye çalışıyor.
BİN SALMAN’IN “VİZYON 2030” PROGRAMINI McKINSEY ŞİRKETİ HAZIRLIYOR
Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz el Suud, veliaht prensi olarak ileride tahta geçmesi beklenen yeğeni Muhammed bin Nayif’in yerine Haziran 2017’de 31 yaşındaki oğlu Muhammed bin Salman’ı getirmişti. Aynı tarihlerde Trump ilk yurt dışı gezisini bu ülkeye yapmış, altı ay sonra da, 4 Kasım 2017’de Veliaht’ın emriyle büyük bir operasyon gerçekleştirilmişti. Aralarında onu aşkın prensin de bulunduğu Suudi Arabistan’ın en zenginleri ve en güçlülerinden oluşan 200 kişi bu operasyonla gözaltına alınmış, izleyen süreçte öldürülen prensler de olmuştu. Prens bin Salman’ın Haziran 2017’de veliaht seçilmesiyle birlikte Suudi Arabistan’da tam olarak neler oluyor?
Muhammed bin Salman öncelikle “Vizyon 2030” isimli programla gündeme geldi. Ardından “Ulusal Dönüşüm Programı” için 2020 yılını hedef olarak seçti. Veliaht Prens’in temelde yapmaya çalıştığı şey, Suudi özel sektörünün büyümesini, genişlemesini sağlamak. Yeniden yapılandırma sürecinde de devletin bu akışkanlığı sağlayacak bir kurum olarak yeniden örgütlenmesini uygulamaya geçirmek istiyor. Suudi ekonomisinde özel sektörün payı nedir ve Salman ne yapmak istiyor diye baktığımızda, rakamlar bir hayli açıklayıcı oluyor. Mesela şu anda yüzde 20’si özel sektörde olan elektrik üretiminin tamamını 2030’a kadar özelleştirmeyi hedefliyor. Keza şu an yüzde 30’u özel sektörde olan limanların yüzde 70’ini, yüzde 16’sı özel sektörde olan deniz suyu arıtmasının yüzde 50’sini, yüzde 5’i özel sektörde olan demiryolları işletmesinin yüzde 50’sini özel sektöre bırakmak da Salman’ın “Vizyon 2030” programının hedefleri arasında. Salman, sağlıkta yüzde 25 olan özel sektör payını yüzde 30’a, eğitimde yüzde 6’dan yüzde 15’e çıkarmayı hedefliyor.
Peki bin Salman bunu nasıl yapacak? İki yöntemden söz ediyor. Bunlardan biri, bizim de aşina olduğumuz üzere kamu-özel ortaklığı. Örneğin havalimanlarının hepsini 2020’ye kadar kamu-özel sektör ortaklığıyla özelleştirmeyi hedefliyor Salman. İkinci olarak da devlete ait tüm şirketlerin özelleştirileceğini söylüyor. Burada da elektrik ve posta hizmetleri başı çekiyor. En fazla ses getiren olay da Saudi Aramco’nun (Suudi Arabistan’ın ulusal petrol ve doğalgaz şirketi) hisselerinin yüzde 5’inin Suudi Arabistan borsasında satılacağı ve buradan gelecek paranın, bizimki gibi olmayan Varlık Fonu’na aktarılacağı haberiydi. Bu haber büyük olay oldu. Çünkü buradan gelecek para Varlık Fonu’na aktarılırsa, Suudi Arabistan Varlık Fonu, dünyanın en büyük Varlık Fonu haline gelecek. Uzun lafın kısası, “Vizyon 2030” ekonomik ve siyasi açıdan çok köklü bir değişim ve dönüşüm gerektiriyor.
Bu program özel sektörün iştahını kabartıyor, değil mi?
Elbette özel sektör ve kraliyet, bu planı destekliyor. Öte yandan Suudi Arabistan’ın bu programını hazırlayan çeşitli danışmanlık şirketlerinden birinin de, bizim yakın zamanda anlaşma yaptığımız ama tepkilerden sonra Tayyip Erdoğan’ın “ilişkiyi kestik” dediği McKinsey isimli ABD’li danışmanlık şirketi olduğunu söyleyeyim. “Vizyon 2030” uygulamaya geçtiği andan itibaren, pek çok şey dönüşecek. Bir kere ekonomideki özelleştirme süreci, kamu sektöründe çalışanların bir bölümünün işten atılmasını beraberinde getirecek. Suudi vatandaşların özel sektöre yönlendirilmesi, iş piyasasında da önemli bir değişim anlamına gelecek. Her özelleştirme deneyimi, bu süreci yaşamış ülkelerdekine benzer problemleri beraberinde getirecek. Ayrıca, bu programın uygulamaya konması için devletin yapısının dönüştürülmesi gerekiyor.
Nasıl bir dönüşüme gidilmesi söz konusu?
Aslında bununla ilgili tartışmayı Türkiye’den biliyoruz. Suudi Arabistan’da içişleri, dışişleri ve savunma bakanlığı mutlaka kraliyet ailesindendi. Diğer bakanlıklar ise kralın onayıyla dışarıdan olabiliyordu. Fakat yüz yüze ilişkiler hâlâ hakim olduğu için her bir bakanlık, kendi etki alanı ve hatta sorumluluk alanı dışında da, kralla yüz yüze ilişkiyle iş yapıp yönetimi sürdürüyordu. “Vizyon 2030”u uygulayabilmek, söz konusu bakanlıkların görev alanlarının çakışmamasını, problem çıkarmamasını, dolayısıyla merkezileştirilmelerini gerektiriyordu. Bu yüzden kral, bir kararnameyle pek çok konseyi lağvedip, bunun yerine Veliaht bin Salman’ın başkanı olduğu tek yetkili kurum olarak Ekonomik ve Gelişme İşleri Konseyi’ni oluşturdu. Buraya 22 bakanın temsilci olarak katılacağı söylendi. Bakan olarak seçilenlerin önemli bir bölümü özel sektörden geliyor. Dolayısıyla temel görevleri özelleştirme programını uygulamak, küçük bir grubun hızla karar almasını sağlamak ve diğer katılım yollarını kapatmak; böylece çatışmaları engellemek. Bir de özelleştirmeyle ilgili komiteler kurduklarını ilave etmeliyim.
Türkiye’de, 12 Eylül darbesinden dokuz ay önce alınan 24 Ocak Kararları, devletin neo-liberal politikalara uyarlanmasının önemli bir aşaması olarak kabul edilir ve askeri darbenin de bu programın önündeki engellerin kaldırılması gayesiyle yapıldığı değerlendirmesi yapılır. Yakın tarihte de bürokrasinin devlette hızlı karar alma ve “sıçrama” kabiliyetini zayıflattığı propagandası yapılarak başkanlık sistemi pazarlandı. 24 Haziran seçimleri sonrasında da başbakanlık kaldırıldı, bakanlar Erdoğan’a bağlandı ve atanan bakanların önemli bir kısmı özel sektör deneyimi olanlardan seçildi. Suudi Arabistan’daki dönüşümü bu açıdan Türkiye’dekine benzetebilir miyiz?
Evet, benzetebiliriz. Bizde başkanlık sistemine geçişle birlikte devletin bir şirket gibi yönetilmesi, bin Salman’ın 2030 için Suudi Arabistan’a uygun gördüğü vizyon.
İyi de Suudi Arabistan zaten krallık ve bin Salman da kral olacak. Mevcut rejimde bürokrasinin kral açısından engel teşkil etmesi söz konusu mu?
Evet, kral bütün yetkileri denetimi altında tutabiliyor ama Suudi Arabistan toplumsal ya da ekonomik yapısı 1930’lardaki gibi değil artık. İşadamları, büyük sermayedarları, iyi eğitilmiş bürokratları, petrolden gelen çok ciddi bir sermaye fazlası ve bunun kullanılması meselesi var. Bunlar, tek başına bin Salman’ın kral olsa da üstesinden gelebileceği bir yapı değil. Bunun uluslararası sermayeyle de ilintili bir süreç olduğunu unutmamak gerekiyor.
Yani kral, daha fazla kral olmaya mı çalışıyor?
Kral, kendi çevresini temizlemeye çalışıyor. Yani bin Salman, şimdiye kadar prenslerin ağırlıklı olarak özel sektörde yahut bakan olarak bakanlar kurulunda yer aldığı yapıyı büyük sermaye üzerinden yeniden yapılandırıyor. Kraliyet ailesiyle bağlantısı olan insanların bu bağlantı üzerinden servet elde etmesi, 1980’lerden beri yolsuzluk tartışmalarını gündemde tutuyordu. Geçen sene aralarında prenslerin de olduğu 200 kişinin yolsuzluk tartışmaları üzerinden gözaltına alınması, tutuklanması da, bu kesimleri terbiye etme sürecinin bir parçasıydı. Daha sonra da devlet, tutuklanan bu işadamları ve prenslerin paralarına el koydu ve bunların önemli bir bölümünü serbest bıraktı. Böylece gerek kraliyet ailesi mensuplarının gerekse büyük sermayedarların yeri yeniden düzenlenmiş oldu. Tabii bu, uluslararası sermayenin bu bölgedeki neo-liberal yeni örgütlenmesinin de bir uzantısıdır.
KRALİYETE KARŞI VAHHABİLİK AKIMINDAN MUHALİF SÖYLEM ÜRETMEK MÜMKÜN
Suudi Arabistan’ın resmi ideolojisi ve esas kaidelerinden biri olan Vahhabilik, devletteki bu yapısal dönüşümün neresinde?
Vahhabilik akımının farklı yorumlarında, kraliyetin bu uygulamalarına karşı çıkabilecek bir dinsel muhalif söylem üretmek mümkün. O nedenle buna karşı bin Salman, artık El Kaide gibi radikal görüşlere yer olmadığını, Vahhabiliği yeniden yorumlayarak bu akımın özüne döndüklerini söylüyor. Fakat bin Salman böyle dedi diye, içerideki din temelli muhalefet bir anda ortadan kalkacak değil. Krallığın, Vahhabiliğin yeniden yorumunu mevcut sadık ulema üzerinden yapması mümkün. Şimdiye kadar Vahhabilik bağlamında, örneğin kadınların araba kullanamayacakları söylenir ve buna göre hareket edilirdi. Fakat ulema “araba kullanabilirler” dedi ve öyle oldu. Aynı tartışma 1960’larda televizyonun izlenip izlenemeyeceği üzerinden yapılmış, kral “televizyon dinimize aykırı değildir” deyince tüm ulema da bunu onaylayarak “evet, televizyon eğer dini yayın yaparsa, çok uygundur” sonucuna varmıştı. Son dönemde, kadınların araba kullanabileceği açıklandı ama aynı esnada, o zamana kadar kadın hakları mücadelesi yürüten kadınlar tutuklandı.
Neden?
Böylece kamuoyuna “bakın ben hâlâ İslam’ın dairesi içindeyim” mesajı verilmiş oluyordu. Bin Salman, uygulamalarına karşı çıkacak olanlara yönelik bundan sonra da İslam’ı kullanacak. Çünkü temel meşruiyet zemini İslam. İslam’ı her kullanmak zorunda kaldığında, dini yeni baştan tanımlayacak. Ama bu her yeniden tanımlama, beraberinde muhalefeti de getirecek. Çatışma alanları bunlar.
Bu çatışma alanlarında Suud ailesi dışındaki aileler mi, aşiretler mi, yoksa farklı din alimleri mi var?
1930’lardaki gibi bir aşiret yapısı yok artık. Pek çok yapı sarsıldı, kırıldı, değişti, dağıldı. Eğitimden adalete kadar ulemanın korumu da bu süreç içinde değişti. Dolayısıyla aslında muhalefet, belirli din adamları veya düşünceler etrafında örgütlenen gruplardan oluşuyor. Tabii bunları Sünniler, Vahhabiler için söylüyoruz. Bir de Şii gruplar var.
Suudi Arabistan’da Şiilerin siyaset yapma olanağı var mı?
Yasal olarak kimse siyaset yapabilecek durumda değil. Çünkü siyasi parti veya sendika gibi örgütlenmeler kurmak yasak. Dolayısıyla bu yüzden devlet, istediği zaman herhangi bir yapıyı illegal ilan edebiliyor. Elbette bu, fiilen siyaset yapılmadığı anlamına gelmiyor ama aslında muhalefet derken legal olmayan muhalefetten bahsediyoruz.
Şii muhalefetle, bin Salman muhalifi Sünniler arasında herhangi bir ilişki var mı?
2000’li yıllarda bir birliktelik oluşmuştu. O dönemde “liberal” bir kanat eşit yurttaşlık talebini dilekçelerle ifade etmişti. Daha sonra yapılan bir toplantıya Şiiler dahil farklı mezheplerden din adamları katılmıştı. Ama bu ilişki çok fazla ileriye gitmedi.
ARAP İSYANLARININ SUUDİ ARABİSTAN AYAĞIYLA İLGİLİ HABER AKIŞI KISITLANDI
2011’de patlak veren Arap isyanları, Suudi Arabistan’da nasıl bir etki yarattı?
Suudi Arabistan’da eşit yurttaşlık sorunu olduğu için tabii ki isyanın orada da yankısı oldu. İsyanlarla birlikte içerideki Şii örgütlenmeler eşit yurttaşlık talebini daha yüksek sesle ifade etmeye başladı. Birtakım gösterilen isyana dönüştü ama bastırıldı. Tabii Suudi Arabistan, büyük para kaynağı sayesinde içerideki pek çok bilginin dışarıya akmasını engelleyebiliyor. Arap isyanları döneminde, isyanların yaşandığı her ülkeden haber akışı söz konusuyken Suudi Arabistan üzerine çok az haber yapıldı. Oysa ülkenin güneyinde isyanlar olduğunu, çok sayıda insanın tutuklandığını, bazı din adamlarını isyanı teşvik suçlamasıyla astıklarını biliyoruz. Fakat oradaki Şii hareketin nasıl bir isyan örgütlenmesine gittiğine ilişkin bilgilerimiz çok sınırlı.
Şiilerin devlet içinde herhangi bir varlığı söz konusu mu?
Şiiler belirli bakanlıklarda, devlet görevlerinde, askeriyede, güvenlik teşkilatlarında, dışişlerinde çalışamazlar. Yakın zamana kadar en iyi eğitimli Şiiler bile belirli görevlerde en alt kademelerde çalışabiliyordu. Son yıllarda ancak, orta kademelere az da olsa Şiiler atanmaya başlandı. Suudi Arabistan’da Şii nüfusun yüzde 10-15 olduğu söyleniyor. Var olan nüfus çoğunlukla güneyde, petrol bölgesinde, Yemen sınırında yaşıyorlar.
YEMEN’DEKİ ÇATIŞMANIN İRAN’LA ALAKASI YOK
Söz açılmışken, ağır bir iç savaşla debelenen Yemen’in, Suudi Arabistan ile İran’ın mücadele sahasına dönüştüğü ifade ediliyor. Siz bu tespite katılıyor musunuz?
Yemen’de isyan ve çatışma var ama bunun İran’la bir alakası yok. Yemen’deki Şii İslam anlayışı, İran’dakinden epey farklı olarak Sünniliğe yakın. Husi ayaklanması da uzun zamandır eşit yurttaşlık, eşit temsil ve kaynaklardan pay alma talepleri nedeniyle var. Ama Suudi Arabistan Yemen’deki çatışmayı bir tür dinsel kılıfa sokarak kendi toplumunu mobilize etme ve İran’la çekişmelerini kabul edilebilir bir zemine oturtma aracına dönüştürüyor.
Peki Yemen’de tam olarak ne oluyor?
Arap isyanları Yemen’de de meydana geldi. Yemen’in zaten bütünleşme sürecinden gelen problemleri vardı. Ayrıca Yemen, bu bölgedeki en yoksul ülke. İçerideki isyan, Abdullah Salih yönetiminin değişmesine yol açtı. Bu değişmeyi fiilen uygulamaya geçiren de Suudi Arabistan ve Katar oldu. Fakat sadece siyasal elit içinde bir değişim üzerinden isyanı kontrol etmeye çalıştılar. Ama bu sürecin uzaması, geçmişten beri içeride var olan güneydeki ayrılıkçı hareket, uzun süredir silahlı mücadele veren Husiler ve çok büyük olmayan El Kaide örgütlenmeleri üzerinden iç çatışmayla sonuçlandı. Neticede Suudi Arabistan kendi Şii problemi olduğu için Yemen’i kontrol etmek istedi ve buradaki mevcut trajediye yol açtı. Bunu yaparken ABD ve İngiltere’den de destek aldı. Tekrar etmeliyim ki, Yemen’de İran’ın parmağı olduğuna ilişkin propaganda doğru değil. Çünkü Husilerin İran’la alakası yoktu. Bazı ülkelerdeki Şiiler Humeyni’yi kendileri için merci-i taklid olarak kabul ediyor. Ama Yemen’dekiler Zeydi mezhebinden ve dolayısıyla İran’la öyle bir bağlantıları yok.