Türkiye kapitalizminin son 20 yılını idare eden sağcı siyasal hegemonyanın giderek derinleşeceği anlaşılan bir krizde olduğu görülüyor. Bu siyasal kamp, geleceksizlik girdabındaki yoksulları, emekçileri, köylüleri, küçük üreticileri ve siyasal katılımın dışına sürülen Kürt halkını birleştirebilecek olası bir rakip odağa karşı minderi, sağcılığın bereketli ‘istismar bahçesi’ne seriyor. O minderin sınırları içinde kalan ‘muhalefet’ de ne toplum ne de sermaye klikleri için alternatif bir seçenek üretebiliyor.
Türkiye’de “karanlık 90’lar” olarak anılan dönem için bir başlangıç noktasından söz edilebilir mi? Bu soruya yanıt vermeden önce “90’lar” denilen dönemi karakterize eden pek çok özellikten ikisini vurgulamak gerekli belki.
Bunlardan ilki, devletin yasal gücü ve bu gücü kullanan kurum/kişilerinin, kendilerini ‘bağlaması’ gereken mevzuatın tamamen dışında davranabilmesi, üstelik bunu gizleme gereği bile duymamasıydı. Bir mutlak cezasızlık zırhının arkasında, kimi zaman üniformalı polis ve askerlerin, kimi zaman bunlarla işbirliği halindeki, kendiliğinden ya da yapılandırılmış düzensiz kuvvetlerin işledikleri suçlardı…
İkincisi, bizzat görevlendirerek, manipüle ederek, işbirliği yaparak kullandıkları ‘iç’ ve ‘dış’ mahreçli bağımsız örgütler, hücreler, kişilerle girişilen eylemlerdi. Yabancı istihbarat örgütlerinin ajan ve hücrelerinin karıştığı, içerideki radikal dinci, faşist çetelerin boy gösterdiği tedhiş eylemleri…
Bu iki özellik, Türk devlet geleneğinin kendi bekasını tehdit altında hissettiği ya da bir beka tehdidi hissetmesinin uygun görüldüğü koşullarda ortaya çıkan bir ‘alışkanlık’tır bir bakıma. Milliyetçilik ve dinin seferber edildiği kitle mobilizasyonlarıyla birlikte devreye girer. Devletin krizlerini çözmek için göreve çağrılır.
Bu hatırlatmadan sonra baştaki soruya geri dönüp, Türkiye egemen sınıfları ve devletinin tarihsel bir krizin çalkantısında olduğu 90’lı yıllar için temsili de olsa bir ‘başlangıç’ noktası ararsak, yukarıda anılan iki özelliğe karşılık gelen iki ayrı örnek vermek isabetli olacaktır. Biri, 15 Ocak 1989 gününün ilk saatlerinde Cizre’ye bağlı Yeşilyurt Köyü’nü basan jandarma komando ve özel timlerin, saatlerce işkence ettikleri köylülere zorla insan dışkısı yedirmeleri olayıdır. Kürt köylülerin gördüğü ilk işkence değildir bu elbette. Ama ‘dışkı yedirme’ düzeyindeki bu insanlık suçu, dönemin Cumhuriyet muhabiri Celal Başlangıç sayesinde kamuoyuna duyurulduğu halde, yasal olarak ‘önemli bir sonuç’ doğurmamış, devlet bu olay karşısında gösterdiği ‘tutum’ ile cezasızlık zırhını alenen sergileyerek gelen dönemin karakteristiğini ilan etmiştir.
‘90’ları karakterize edecek ikinci işaret fişeği ise 31 Ocak 1990 günü hukuk profesörü Muammer Aksoy’un evinin önünde silahlı saldırıyla katledilmesiydi. Aksoy, 61 Anayasasını hazırlayan ekipte yer almıştı, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularındandı ve Özal döneminin fenomeni ‘hayali ihracatçı’ların en büyüklerinden, ilk banka hortumcusu Kemal Horzum hakkında açılan davada gönüllü müdahil avukat olarak yer almıştı. Kemal Horzum’un ilk olarak ODTÜ’de öğrencilere yönelik provokasyon yaparken silahla yakalanıp, solcu gençlerden temiz bir dayak yemesiyle görülen ‘esrarengiz’ bir kişi olduğunu belirtelim. Ankara’da küçük bir çay ocağıyla başlayan ‘iş’ yaşamı, MİT’çiler, emekli generaller ve eski milletvekilleri gibi devlet bürokratlarıyla yaptığı ortaklıklar sayesinde ‘parlamış’, sonunda kamuya ait Emlak Bankası’nı 90 milyon dolar hortumlamaya varmıştı. Muammer Aksoy’un nasıl bir ‘nefret kesişimi’ içinde kaldığını görmek, 90’lar ve sonrasında bugünlere kadar gelen inşanın aktörlerini tespit etmek açısından da önemli olanaklar sağlıyor kuşkusuz.
Velhasıl, Türkiye’de hem siyasal sahneyi ve rejimi, hem de ekonomik ve toplumsal yapıyı derinden sarsacak sonuçlara yol açan “karanlık 90’lar” bu iki işaret fişeğiyle başlıyor kabul edilebilir. Yeşilyurt Köyü vakasından sonra yaşananlar malum: Yakılan köyler, faili meçhuller, gözaltında kayıplar, infazlar… Muammer Aksoy cinayetini de 1990’da furya halinde yeni laik aydın cinayetleri izlemiştir: 7 Mart’ta Çetin Emeç, 4 Eylül’de Turan Dursun, 6 Ekim’de Bahriye Üçok… Bu organize saldırılar, 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun katledilmesiyle sürdü.
1990, Türkiye egemen sınıflarının bir hegemonya kriziyle karşı karşıya kaldığının ayan beyan ortaya çıktığı yıldır. 12 Eylül ve devamı niteliğindeki ANAP politikalarına karşı 1989’da kamu işçilerinin yaygın direnişiyle ortaya çıkan direnç, 3 Ocak 1990’daki sarsıcı genel grev ve aynı yılın sonunda başlayan büyük madenci yürüyüşü ile Kürt halkının giderek kitleselleşen direnişi bu krizi çerçeveler. Tam da böyle bir an’da, bir ucu Kürt halkının eşitlik arayışına, diğeri laik ve toplumcu aydınlara yönelen bir kama, ülkenin karnını boylu boyunca yararak krize cebri şekilde yön vermeye, o yarıktan, Türkiye kapitalizmi için daha uygun bir dönüşümü ‘doğurmaya’ çalışmaktadır. Siyasal İslamcılık da, Türkiye’nin kesik karnından bu koşullarda çıkıp, daha önce olan bitenlerle illiyet bağı yokmuş gibi bir post kuşanmayı başararak o hegemonya krizinin aşılması ihalesini üstlenecektir.
Bu tarihsel momentte, burjuvazi ve bürokrasinin önemli bir bölümü ile onları temsil eden ‘merkez siyaset’, yaşanan gerilimi, tüm toplum için sınıfsal, Kürt halkı için tarihsel ve sosyal bir sorun olarak değil; boydan boya bir ‘kimlik’ sorunu ve çatışması olarak algıladı. Kavga düzenini de bu eksende kurdu. Gündelik hayata, yaşam tarzına, giyim kuşama sıkıştırılmış, mecalsiz ve nafile bir tutuculuk olmaktan öteye gidemedi bu ‘kavga’ da, tabiatıyla. Toplumun dönüşümünden, sömürülen sınıfların hoşnutsuzluğundan uzakta kurulmuş denklemde, kimi zaman, bilerek ya da bilmeyerek, ‘karşıt’ inşanın değirmenlerine su taşıdı.
Bunun en tipik örneği 7 Mart 1990’da yayın yönetmeni Çetin Emeç, gazeteleri arayarak “İslam düşmanı olduğu için öldürdük. Sıra sizde” diyen kişilerce öldürülen Hürriyet gazetesinin, üç yıl sonra Sivas’ta, bu hareketin tekil suikastlardan toplu kıyımlara varacak bir zemin kazandığını gösteren 2 Temmuz Katliamı’na bakışıdır. Gazete, 35 kişinin mezhepçi sloganlarla yakılmasına dair haberi, yazar Aziz Nesin’i suçlayan bir manşetle duyurmuştu: “Aziz Nesin isyanı!” Birkaç yıl sonra İslamcı partiyle bir savaşa girişecek olan devlet bürokrasisinin tutumu da buydu. Dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” diyordu örneğin. Başsavcılığını sonradan siyasal İslam’la mücadele içindeymiş gibi gösterilen Nusret Demiral’ın yaptığı DGM’nin iddianamesinde “Aziz Nesin’in varlığı eylemin sebepleri arasında” gösterilecekti. Sivas Katliamı, dinci radikalizmin suikast ve bombalamalarla seyreden bir tedhişçilikten ibaret olmadığını, çoktan toplumsal bir temel kazandığını göstermişti esasında. Ama burjuva basının ‘amiral gemisi’nden tutun da devletin ‘bekası’ için ihdas edilen DGM’ye kadar, dönemin tüm statüko araçları bunu görmeyi reddetti. Bunda devletin, emekçi sınıfların huzursuzluğuna karşı ‘banliyö islamcılığı’, Kürt hareketine karşı da Hizbullah ile kurduğu ‘çıkar’ ilişkisinin de payı vardı elbette. Ama işte, Türkiye kapitalizminin krizi derinleştikçe, merkezinde İslamcı ağların olduğu bir yeni bina da yükselmeye devam etti.
Türkiye’de ‘laik’-milliyetçi otoriter siyasal hegemonyanın krizine radikal sağın verdiği karşılığa ilişkin son ve sonuçsuz direnç ise ordudan geldi. Erbakan’ın başbakanlığıyla infilak eden gerilim, vaat edildiği gibi “bin yıl dayanacak” bir set öremedi. Laik generallerin, büyük sermaye ve basının, bunlar etrafında son bir gayretle bir araya gelen sivil kuruluşların, konuyu yine salt bir ‘kültürel çatışma’ olarak alan, İslamcı ağların özellikle kent yoksulları içindeki örgütlenme ve kök salma zeminini görmezden gelen tutumlarına bağlı olarak, kısa sürede çözüldü. 28 Şubat, geçici bir duraksamaya, bu esnada da İslamcı kadrolar açısından ‘işlevsel bir dönüşüm’ için zemine yol açtıktan sonra geri çekildi.
Yaklaşık 20 yıldır yeni dinci-milliyetçi hegemonyanın bitmeyen inşası altında yaşıyoruz. Ve şimdi de, yine ekonomik ve toplumsal krizler silsilesinin içinde, bu tamamlanmamış inşa bir kriz yaşıyor. Vaktiyle rızasını devşirdiği, enerjisini kullanarak müesses nizamın duvarlarını çatlattığı alt sınıflar için bir gelecek ve umut vaat etmiyor. Ve tıpkı kendi karşıtlarının kendilerine yaptığı gibi, bir ‘kimlik’ kavgasını göreve çağırıyor. 90’lar boyunca, suni kültürel kimlik fayında elde ettiği randımanın, sonsuzca işleyecek bir siyasal alan kurduğu yanılsamasına bu kez onlar kapılıyor. Kendi manevi düşkünlüğü karşısında ezanın, caminin, tapulu malıymış gibi davrandığı diğer manevi avadanlığın itibarıyla savunma yapıyor. Giderek yoksullaşmış, düşük ücret, işsizlik ve borç sarmalındaki kalabalıklar için yeni bir şey önermek bir yana, tüm sermayeye çok daha otoriter bir emek rejimi vaadiyle göz kırpmaktan öte bir siyaset üretemiyor. HDP’ye yıllardır uyguladığı şeytanlaştırma stratejisini CHP’ye doğru genişletiyor. Eski yol arkadaşlarının kurduğu partilerin dışarıda kalması için seçim sistemini değiştirme pazarlıkları yürütüyor. Türkiye kapitalizminin ihtiyaç duyduğu siyasal istikrarı, denklemin siyaset kısmını lağvedip sadece zor yoluyla sağlanmış kırılgan bir ‘istikrar’a indirgemenin adımlarını atıyor. Siyasal krizin olağan ve organik bir çözümü yerine, daha katı bir otoriterliğin adımlarını… Bunun için, cami hoparlörüne ‘kutsal emanet’ muamelesi yapma yaygarasına varacak bir kimlik fayına ihtiyacı var. Geleceksizlik girdabındaki yoksulları, hakları tarihi bir saldırı altında olan emekçileri, köylüleri, küçük üreticileri ve siyasal katılımın dışına sürülen Kürt halkını birleştirebilecek olası bir rakip odağa karşı minderi, sağcılığın bereketli istismar bahçesine seriyor. Genel bir rıza üretimi yerine, toplumsal itirazın bir tür diktatörlük ile kontrol altına alınması projesine olabildiğince militan kazandırmayı hesaplıyor olmalı bu yönelim. Ve o ‘sağcı’ minderin sınırları içinde kalan, cami hoparlöründen şarkı çalınmasının toplum için öteki sorunları perdeleyen bir hassasiyet yarattığını sanan ‘muhalefet’ de ne toplum ne de sermaye klikleri için inandırıcı bir seçenek üretebiliyor.
Sağcılığın istismar bahçesindeki siyaset minderi – Hakkı Özdal
KaynakGazete Duvar