Yaşam mı berbatlaşıyor? Felaketler birbirini mi kovalıyor? Yoksa Saray Rejimi’nin, TC devletinin, burjuva egemenliğin bizzat kendisi mi felakettir?
Günlük hayatın akışı içinde, kökleri derinlerdeki batıl inançların-kör inançların etkisi ile, yaşanan felaketlerin üst üste geldiği ve bunun da bir çeşit ceza ya da sınav olduğu ya da en azından bir şansızlık olduğu düşüncesi hep yerleşiktir. Onu oradan söküp atmak da kolay değildir. “Bunlar hep benim başıma mı geliyor” sorusu, yoksulların, sömürülenlerin ortak, ama bireysel sorusudur. Zaten bu soru, topluca ve toplumsal olarak sorulmaya başlandığında, isyan da başlıyor demektir.
Kör inançlara sahip olanlardan söz ettiğimizde, elbette yağmur yağsın diye yağmur duasına çıkanları ya da kahve falında çıkan şekillere göre davrananları, sadece bunları kastetmiyoruz. Hayır, bu kör inançlar, daha yaygındır ve aslında pek çok kişide de etkisini sürdürür. Şansızlık, kadersizlik, bahtsızlık, “bunlar hep benim başıma mı geliyor” demenin başka yoludur.
İsyan, bu nedenle, sadece aklı açmaz, sadece ayaklardaki pası silmez, sadece yürekleri şenlendirmez; aynı zamanda ruhları da kölece bağlardan, boş inançlardan kurtarır.
İsyan eden, kendi kaderinin yazıcısı olmak üzere silahlanmış kişi demektir. Eline kalemini ve aletlerini almış, kaderini kendi yazmaya, talihini kendi oluşturmaya başlamış demektir. Başkalarının kadersizliği üzerine bir kader yazmıyorsa, bunun isyan dışında bir yolu yoktur.
İsyan, egemene karşıdır.
Ülkemizde egemen, sömürgeci efendiler, tüm Batı emperyalist güçleri, ABD’si, Almanya’sı, İngiltere’si, Fransa’sı ve bu devletlerin gerçek sahibi olan uluslararası sermayesi ve tüm bunların kâhyası rolünde sömürge ülke çiftliğine atanmış adamları, bu uluslararası sermayenin yerli ortaklarıdır. Egemen budur; efendiler ve onların tetikçileri.
TC devleti, tarihi boyunca böyledir. Sömürge bir ülkedir ve efendilerine sonuna kadar sadıktır. NATO mekanizması ile ABD’ye, ekonomisi ile AB’ye bağlıdır. Efendiler, kendilerine hizmet eden bu kâhyalara, her zaman hırsızlık için bir pay bırakırlar. Bu hırsızlık, efendinin payından çalmak şeklinde olamaz. Sınırları budur. Ama elbette, halktan daha fazlasını alabilir, çoğunu efendilerine vermek üzere daha vahşi bir sömürü sistemi kurabilirler. Bunu yaparken ceplerini doldurmalarında da sakınca yoktur. Zaten ne alırlarsa, sonunda efendilerinindir. Saddam, bunun en somut örneğidir. Biraz da bu nedenle, sömürge ülkelerin efendiler tarafından atanan kâhyaları, daha da acımasız olurlar.
TC devleti, halkları, bu ülkede yaşayan insanları kendinin düşmanı görmüştür. Her zaman ve her dönem.
Ama yine de bazı dönemler, devlet, olağanüstü biçimlerde örgütlenmek zorunda kalır. Ülkemiz tarihinde de bu yaygındır.
Bu kez, bir yandan Kürt devrimini bastıramamanın sonucu, bir yandan Gezi Direnişi ile başlayan korkuları (kimyaları bozulmuştur) ve öte yandan da NATO içinde temsil edilen efendilerin arasında ortaya çıkan paylaşım savaşımının ülkemize etkileri nedeni ile, bu üç etken nedeni ile TC devleti, olağanüstü bir rejime geçmiştir. Biz buna Saray Rejimi diyoruz.
Bu geçiş, Erdoğan ve AK Parti’nin işi değildir. Tersine, bu geçişi sağlayanların projesidir AK Parti ve Erdoğan. Geçişi sağlayan, Saray Rejimi’ni organize eden, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’dır. Bu emperyalist güçler, ABD’nin planına olur vermişlerdir ve ABD, bu yolla, hegemonyasını sürdürmek üzere, Erdoğan’ı bir tetikçi olarak kullanmak üzere Saray Rejimi’ni organize etmiştir.
Alman Stern dergisi, şubat başındaki sayısında, Erdoğan’ı kundakçı ilan etmiştir. Biliyorlar. Çünkü, dün kendileri adına da kundakçılık yapıyordu. Kendileri de en büyük destekçileri idi. Ama artık ABD adına yaptığı kundakçılığın kendilerine zarar verdiğini gördüler ve adını koydular: Kundakçı.
Dergi, kimin kundakçısı olduğunu söylemeyi unutmuş olamaz. Ama ABD’ye daha açık bir tutum almak, özellikle Ukrayna sürecinde kendini ABD’ye teslim etmiş olan Alman ve Fransız burjuvazisinin korkularını depreştirir. Bu nedenle, sadece kundakçı diyorlar.
Oysa bu Saray Rejimi, tüm emperyalist efendilerin ortak programıdır, ortak planıdır.
Zaten, dünya kapitalist sisteminin içinde bulunduğu kriz ve paylaşım savaşımı döneminin karakterine de uygundur. Biden, her açıdan Erdoğan’ı aratmazdır. Amerikan demokrasisi, işte budur. İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya bakın. Her biri “özel savaş” karakterleri olan kuklalardır. Erdoğan’ın “asrın lideri” olarak kendini görmesinin nedeni, onların bu hâli olmasa da, ülkemizdeki Erdoğan dâhil bazı karakterleri açıklamak için, bu “özel savaş karakterleri”ne bakmak faydalıdır, anlamayı kolaylaştırıcıdır.
Saray Rejimi, yakın dönemdeki her türlü felaketi, ister doğal olsun ister yapay, “Allah’ın lütfu” olarak görmekte beceriklidir.
Demek oluyor ki, deprem dönemindeki uygulamalarına bakıp, Saray Rejimi’ni beceriksiz olarak nitelemek, baştan aşağıya yanlıştır. Ölçü eğer can kurtarmak, yardım götürmek olsa idi, belki bir anlamı olurdu bu beceriksizlik sözünün. Ama ölçü bu değil. Ölçü, yağma, rant ve savaş ekonomisinin gerekleridir.
Mesela deprem sırasında, militanca bir tutumla, tırları kaçırıp İdlib’e götürmek, beceri sayılmalıdır. Mesela, kontrolü almak için tüm yardım çalışmalarını ve gönüllüleri durdurmak, gerekirse dövmek ve hatta öldürmek, beceri sayılmalıdır. Mesela enkaz altından para, altın vb. toplamak, bir enkaz bölgesinden ne kadar hurda ve ganimet çıkacağını hesaplayabilmek, öyle kolay değildir. Bunlara beceri diyebilirsiniz.
Nihayetinde hırsızlık da bir beceridir.
Hele hele, yağmayı, rantı, hırsızlığı, canlı insanları enkaz altında bırakırken altınları toplamayı, gönüllü yardımlarını İdlib’e kaçırmayı, sıradan bir beceri olarak görmek hata olur. Bunları yapmada askerin başarısız olacağını düşünerek, SADAT’ı devreye sokmak, oldukça yüksek bir beceri sayılmalıdır.
Öyle, “bunlar beceriksiz” diyerek, bunları aklamak yok.
Bilinmelidir, ne bunları, ne de bunları sadece “beceriksiz” olmakla suçlayanları affetmeyeceğiz.
Saray Rejimi’nin karakterini, devletin karakterini doğru anlamak gerekir.
Binlerce insanı enkaz altında ölüme terk etmek, cinayettir, katliamdır. SOMA nasıl bir iş kazası değil de cinayet ise, kadınların öldürülmesi nasıl politik bir cinayet ise, depremde de insanların topluca ölüme terk edilmesi bir cinayettir, toplu katliamdır ve TC devletinin katliamcı geleneği ile birebir uyuşmaktadır. Devletin genetiğine uygundur.
İşte aynı nedenle, TC devleti, depreme duyulan tepkinin bir isyana, bir ayaklanmaya, bir sosyal altüst oluşa, bir sosyal depreme dönüşmesini önlemek için SADAT ile devrededir. Aynı nedenle, üniversiteler kapatılmıştır. Üniversitelerden yükselecek bir toplumsal tepkiden korkmaktadırlar.
Halktan korkuyorlar.
Devrimden, gelmekte olan isyandan korkuyorlar.
Onlar halktan korkuyor, saldırıyorlar, halk onlardan korkuyor.
Bu döngüyü kıracak şey, halkın örgütlü direnişidir, işçi sınıfının devrimci direnişidir, kitlelerin isyanıdır.
İşte “not ediyoruz” tehdidinin altında da bu vardır.
Neyi not ediyorlar?
Devrimcilerin, gönüllü insanların bölgede elleri ile enkaz kazmasını, kahramanca çalışmaları ile bölgeye devleti atlatarak yardım göndermelerini, kamplar kurmalarını, marketleri düzenli bir biçimde halkın kullanımına açmalarını, eczaneleri kontrollü bir biçimde ilaç sevkiyatı için açmalarını, sağlam kalmış villaları halkın kullanımına açmalarını.
Ve elbette tüm bunlar yaşanırken, bu dayanışma gelişirken, sahada devleti bizzat yağmacı olarak, rantçı olarak gören insanların durumu anlamaları için süren tartışmaları.
Ve elbette, burjuva muhalefetin, ister istemez, gerçeğin bir bölümünü ortaya koymak zorunda kalmalarını. Mesela Kılıçdaroğlu, burjuva muhalefet, “bölgede devlet yok, 48 saat ortada yoklar” diyor. Aslında onlar devleti kurtarmak için bunu söylüyorlar. Ama bunu da not ediyorlar.
Biz diyoruz ki, “devlet orada yok” yanlıştır. Devlet oradadır. Ama yardım götürmek için değil, SADAT eli ile yağmalamak için, yardımları önlemek için, yeni rant alanları açmak için, şehirleri boşaltma yolları aramak için, İdlib’e IŞİD güçlerine yardım götürmek için. Devlet oradadır. Sadece devlet işte budur, başka bir şey değildir.
Yangınlarda, sellerde, devlet ne yaptı ise, burada da aynısını, daha pis, daha vahşice yapmıştır, yapmaktadır. Oradadır ve devlet budur.
İşte, Bahçeli ve Erdoğan, bunları not ediyorlar.
Not etmeleri, karakterlerine uygundur. Kim dayanışma gösteriyor, gönüllü kimdir, kim devleti ev değil tabut yapmakla suçluyor, kim devlete rantçı diyor, kim yağmacıları engellemek istiyor, kim devletin IŞİD ile bağlarını ortaya seriyor, kısacası olup biteni kim ortaya koyuyorsa, az ya da çok, onları not ediyorlar.
Demek, bu kadar öyle mi?
Demek tehdidiniz budur?
“Not ediyoruz”, öyle mi?
Not etseniz ne olur, etmeseniz ne olur?
Korkunuzdan not ediyorsunuz.
Korkunuzdan, siz değil, bulunduğunuz Saray’ın taşları, tuğlaları titriyor.
Not etmediğiniz ne var ki?
Daha yeni mi not ediyorsunuz?
Yüz yıldır zaten hep not ediyorsunuz. Saray Rejimi, zaten efendilerinize tuttuğunuz notların da bir sonucudur.
Notlarınızı efendilerinize veriniz, belki onlar, sizinle aynı soydan siyasetçilerin kulaklarını çekerler. İyi ama ya halkın öfkesini de not ediyor musunuz?
Kaçma planlarınızı yeniden gözden geçiriyor musunuz?
Tüm bunlar, aslında TC devletinin, Saray Rejimi’nin karakterini de ortaya koymaktadır.
“Hukuk yok, hukuk ayaklar altında” cümleleri yanlıştır.
Hukuk var, bu bir iç savaş hukukudur. Hukukçuların kibarca “düşman hukuku” dedikleri şeydir.
Hukuk ayaklar altında değildir, hukuk devletin elinde, Saray’ın elinde, polis gücünün yanına eklenmiş bir silah olarak iş görmektedir.
TC devleti, Saray Rejimi, tüm halkları kendi düşmanı olarak görmektedir. Sadece Ermenileri, sadece Pontusları, sadece Süryanileri, sadece Kürtleri değil, tüm halkları kendi düşmanı olarak görmektedir. Yangınlara bakın, sellere bakın, en sonuncusu depreme bakın, tüm halkları düşman olarak görmektedirler. Sadece işçi düşmanı, sadece öğrenci düşmanı, gençlik düşmanı, sadece kadın düşmanı değildirler, bir bütün olarak tüm halkın düşmanıdırlar.
İşte iç savaş hukuku da bunun için devrededir.
Bunu anlamadan, devleti tanımadan, Saray Rejimi’ni tanımak, anlamak, hele hele yıkmak mümkün değildir.
Saray Rejimi’ne karşı mücadele, daha kapsamlı bir mücadeledir, sadece seçime bağlı bir mücadele değildir.
Devletin bir “kurtarıcı”, “halkın devleti”, “devlet baba” olduğu görüşleri, baştan aşağıya önyargı, kör inançtır. Hiçbir biçimde doğru değildir. Devlet, efendilerin, egemenlerin, işçi sınıfı ve halkı bastırmak, kapitalist sömürü düzenini sürdürmek için organize ettikleri, silahlı bir örgüttür. Devlet, burjuvaların siyasal örgütüdür. Polisi, ordusu, yargısı, diyaneti, basını vb. ile halka karşı, egemenlerin baskı aygıtıdır.
Eğer isyan edersen, eğer kitleler hesap sormak için ayağa kalkarsa, işte o zaman bu kör inançlardan, bu kader düşüncesinden, bu bahtsızlık yargısından kurtulmaya başlayacaklardır. Her işçi, her işsiz, her kadın, her emekçi, kendi başına geleni, sadece kendisinin yazgısı sanıyor. Oysa o yazgıyı efendiler yazıyor ve tüm işçiler, tüm emekçiler için yazıyor.
Tüm bunlardan kurtulmanın yolu vardır.
Bu yol, elbette aklınıza geldiği hâlde dilinize dökmediğiniz, düşünürken dahi “olmaz” diye düşünmekten vazgeçtiğiniz yoldur. Bu yol, devrimci direniş yoludur. Bu yol, devrim ve sosyalizm yoludur. Bunca katliam, bunca ölüm, bunca açlık, bunca işkence, hep bu aklımıza düşen ama haykırmadığımız özgürlük isteğini bastırmamız sayesinde yazgı hâline gelmektedir, kader hâline gelmektedir. Efendiler ve onların uşakları, yüzümüze bakarak “kader” diyebiliyorlarsa, biz örgütsüz ve kararsız olduğumuz içindir. Efendiler ve onların uşakları, “bunu da unuturlar” diyorlarsa, bizim isyan geleneğimizin zayıflığındandır. Felaketlerin arasında, rahatça yeni rant ve yağma planları yapabiliyorlarsa, öfkemizin zayıflığındandır. Bunları “not ediyoruz” diye yüzümüze ulu orta tehditler savuruyorlarsa, örgütlülüğümüzün zayıflığından, bilincimizin zayıflığındandır.
Biliyoruz, bu sistem böyle sürdüğü sürece, yeni felaketler olacaktır. Utanmadan “biz İstanbul depremini bekliyorduk” diyebiliyorlarsa halkın isyan etmeyeceğine güveniyor olmalarındandır. Bu sistem böyle sürerse, yarın başka depremler de, başka felaketler de olacak. Zaten en büyük felaket, bu sistemin varlığıdır, Saray Rejimi’nin kendisidir.
Felaketlerin kaynağını kurutmanın yolu, sistemi alaşağı etmek, işçi sınıfının devrimci iktidarını kurmaktan geçmektedir.
Sistemi alaşağı etmek, devrimi zafere ulaştırmak, birleşik emek cephesinde örgütlenmekle mümkündür.
Tüm afetlere bakınca, insanların geliştirdiği dayanışmanın, örgütlenmenin kendisi olduğu da ortaya çıkmaktadır. İşte bu örgütlenmeyi, daha ileri düzeye çıkartmak, kendi kaderini eline almak ve sistemi yıkmak üzere geliştirmek mümkündür.
Bu sistemi yıkmak, hem zorunludur hem de mümkündür.
İnsanın insana kulluğuna, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermeden, her türlü ayrımcılığını da yok etmek için sömürüye son vermeden, insan olarak yaşamak mümkün değildir.
Kapitalist sistemin kendisi, insanlık için bir felakettir.