Küresel koşullarda bir iyileşme olmadığı müddetçe, Türkiye’nin ekonomik toparlanmasının hızla gerçekleşmesi mümkün değil. Bağımlılığı derinleştirenlerin politikalarıyla hesaplaşma gerçekleşmediğinde giderek düşük büyüme ve daha ağır sorunlarla nitelenecek bir düzleme doğru yol alıyoruz.
Ekonomik gelişmişlik için sözleşme kültürünün yerleşmesi ve kurumların kapsayıcı bir nitelik sergilemesi gerekliliği üzerinde, yeni kurumsalcı ve liberal tarih okuması çokça durur. Beklenti yönetimi kararları etkilediği için güven ortamının yaratılmasının daha fazla yatırım ve büyüme için faydalı olduğu sonucu sıklıkla duyduğumuz klişeye uzanır: Piyasanın güvene ihtiyacı vardır!
Elbette, her klişe kadar bu da doğruluk barındırıyor. Ancak her şemalaştırma ve klişeleştirme girişimi kadar gerçekliği basitleştiriyor. Sonuç piyasayı fetişleştirmek; güç ilişkilerini, bağımlılık ve travmaları görmezden gelmektir.
Bugün Türkiye’nin krizini güven telkini ile aşmak söz konusu değil. Güven telkini/tesisi ile yeni bir çevrim başlatmak ve zaman kazanmak, hatta birkaç yıllık bir zayıf toparlanmanın önünü açmak mümkün. İşverenler ve çeşitli kalemşorlar bu doğrultuda seferberlik başlatmış durumdalar. Fakat eldeki veriler de bu sürecin ocak sonu – şubat başı itibarıyla başlamadığını gösteriyor. Kurun görece kontrol altına alınması ve tahvil piyasasındaki faiz gerilemesi bir sonraki aşamaya geçişi henüz sağlayamadı.
Şubat ayında ne oldu?
FED’in sinyaline AMB’nin faiz açıklaması, Çin’deki banka sermayelendirme girişimi eklenince ocak ayında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerin finansal piyasalarına yoğun girişler gerçekleşti ve bu ülkelerin para birimleri dolar karşısında değer kazandı. Türkiye’de kurun kontrol altına alındığını düşünmeye başladık. Kredi faizleri ocak ayında hızla iniyordu. Ancak ilk darbe kredi hacminde hiçbir kıpırdama yaşanmamasıyla görüldü. Aynı dönemde program tanımlı faiz dışı bütçe açığının 2018 yılı için 55 milyara ulaştığı açıklandı (2019 yılının ilk ayında ise yıllık program tanımlı faiz dışı açık 81 milyar lirayı geçti).
Kanımca ikinci darbe gıda enflasyonundan geldi. Soğanın fiyatının bir yılda yüzde 230 arttığı bir ülkede işler hızla çığırından çıkacağı için acil önlem arayışı belediyeciliği betonculuk olarak gören bir zihniyetin belediye şirketleri aracılığıyla tanzim satışa yönelmesini sağladı. Siyasi açıdan riskli deney, birkaç üründe fiyat kontrolü getirdi, zaman satın alındı.
2018’in son aylarına dair veriler de şubat ortasında art arda açıklandı. Daralmanın daha derin olduğu, toparlanmanınsa henüz görünür olmadığı açığa çıktı. Örneğin sanayi üretimi 2017 yılı aralık ayına göre 2018’de yüzde 9,8 azaldı. Perakende satışlarda bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 9,2 daralma görüldü. Sanayi üretimi büyüme oranının habercisi olmasa da bu oranlara bakıldığında mart ayında açıklanacak 2018 yılı 4. Çeyrek büyüme rakamlarında çeyreklik daralmanın yüzde 5’i dahi aşması ihtimali açığa çıktı. Resmi işsizlik oranının daha kasım ayında yüzde 12,3’e yükseldiği açıklandı. DİSK’in açıkladığı iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar, iş arama umudunu yitirenler, mevsimlik çalışanlar ve zamana bağlı eksik istihdam edilenlerin hesaba katıldığı işsiz sayısı 6 milyon 646 bin. En geniş işsiz tanımı kapsamında yetersiz istihdam edilenleri de düşünmek gerekiyor. Bu sayı ise 7 milyon 442 bine yükseldi.
İpotekli konut satışları 2019 yılı ocak ayında önceki yılın aynı ayına göre yüzde 77 geriledi. Bazı özel bankalarda kredi daralması geri çevrilemedi. Kısacası son çeyrekteki daralmanın beklenenden fazla olduğu ve ocaktaki hava değişiminin yeni bir çevrim başlatmadığı görülüyor. Şubatın ilk yarısında yabancıların hisse senedi ve devlet tahvili piyasasına dönüşü durdu. Toparlanmanın ne zaman gerçekleşeceğini açıkladıklarında yüksek arbitraj peşindeki fon yöneticileri ya da AKP kalemşorları arasındaki söylem farkları silinedursun, dibi henüz görmediğimiz şubat ortasında netleşti.
Tüketici güven endeksi: onunla olmaz, onsuz da kalınmaz
2018’de seçim kararı alındıktan hemen sonra, güven endekslerindeki eğilim aşağı yönlü, beklentiler bozulmuş ve güven kaybolmuş olsa da endeksin yukarı yönlü hareketi için seçim konjonktüründe her şeyin yapılabileceğini yazmıştım. Söz konusu endeksler seçim sonuçlarına birebir ışık tutmuyor, ancak “oy depoları” olarak adlandırılan ve durumu kötüleşen milyonlarca emekçinin daha önce sığındıkları şemsiyeden uzaklaşmasına dair işaretler sunuyor.(i) 2018 seçimlerinde gördüğümüz üzere bu eğilimin AKP projelerine çomak sokması ise zorunlu bir sonuç değil.
Bugün güven endeksleri 2008 Kasım ve 2009 Mart ayları arasındaki seviye sonrasında veri tarihinin en düşük seviyesinde dolanıyor. Söz konusu dönem AKP’nin 2002 sonrasında en düşük desteği toplayabildiği 2009 yerel seçimleri dönemidir. 2019’da demokratik bir seçim söz konusu olmasa da AKP’nin oy oranlarının o dönemki seviyelerin altına düşmesi beklenebilir (ittifaklar nedeniyle tam bir karşılaştırma yapamayacağız). Ocak ve şubattaki veriler dibi henüz görmemiş olabileceğimiz düşüncesinin toplumda da yaygın olduğuna işaret ediyor.
.
Kime ve neye güven?
Bu koşullar altında ısrarla piyasaya güven vermekten bahsedilmesi, kısa erimli olmanın ötesinde bir anlam taşıyor. Mevcut seçim sistemi ve ittifaklar nedeniyle yerel seçimlerin Türkiye siyasetinde etkili bir dönüşüm yaratması mümkün değil. Ancak sadece ekonomik modelin tıkanmadığını aynı zamanda AKP’nin siyasi ömrünü doldurduğunu göz önünde bulundurursak yeni bir siyasi krizin bize göz kırpmakta olduğunu iddia edebiliriz. Bu ortamda piyasanın güven telkinine ihtiyaç duyduğu yönlü basitleştirici açıklama, ekonominin aynı zamanda bir güç ilişkisi ve kısıtlılıklar altında karar alma işi olduğuna değinmiyor. Kriz yönetimini para politikasına sıkıştırmaya meylediyor. Devlet harcamaları tartışmaya dâhil edilirse de, geniş toplumsal kesimlerin refahı adına değil, işverenlere destek öncelikli olarak gündeme gelebiliyor.
Şöyle toparlayayım: Küresel koşullarda bir iyileşme olmadığı müddetçe, Türkiye’nin ekonomik toparlanmasının hızla gerçekleşmesi mümkün değil. Bağımlılığı derinleştirenlerin politikalarıyla hesaplaşma gerçekleşmediğinde giderek düşük büyüme ve daha ağır sorunlarla nitelenecek bir düzleme doğru yol alıyoruz.
Tüketici güveni ya da ekonomiye güven, enflasyonun düşmesi ve işsizliğin kısmen kontrol altına alınmasını takiben yükselebilir. Fakat piyasaya ve piyasacılığa güven telkini yönlü süreğen uyarılar, vurgularını hem topluma hem de “piyasaya” güven telkininde bulunacak hukuk devleti ihtiyacından, otorite olarak kendisini sivriltecek bir başka Buonoparte figürüne (ii) ihtiyaca çok hızla kaydırabilir. Siyasi kriz daha fazla açığa çıktığında bugün doluya tutulmuş görünen piyasacılara güvenmek iyi fikir olmayacak (ne zaman iyi bir fikirdi ki?). Çünkü hak ve özgürlükler talebinin kendisi “güven” karşısında bir tehlike, bir fazlalık olarak konumlandırılmaya devam edecek.
(i) Tüketici güven endeksi, bir eğilim anketi aracılığıyla tüketicilerin maddi durum ve genel ekonomiye ilişkin mevcut durum değerlendirmeleri ile gelecek dönem beklentilerini ölçüyor. Endeksin, 100’den küçük olması tüketici güveninde kötümser durumu gösteriyor. Bu grafikte seçim ve referandum dönemleri verileri etiket olarak eklendi, Kasım 2015 seçimi ayın ilk gününde yapıldığı için ekim ayına etiket kondu.
(ii) Tolstoy, asil kanlı ya da Fransız seçkinlerinin bir mensubu olmaması nedeniyle I. Napolyon’dan Buonoparte diye bahsedilmesini Savaş ve Barış’a taşır, Bonaparte’la dalga geçilmesini aktarır. Ancak tam da bu dışarıda olma durumu çelişkili ve verimli bir zemin yaratır. Yeğeni Louis Napoléon Bonaparte’ın (III. Napolyon) 19. yüzyıl ortasında bir darbeyle cumhuriyete son vermesini sağlayan etkenlerden biri, kendisini güven tesis eden halk adamı olarak gösterebilmesidir.