AKP iktidarında geçen süre zarfında çok sayıda irili ufaklı direnişin yanı sıra TEKEL, Gezi, Greif, Metal Fırtına ve son olarak 3. Havalimanı işçilerinin isyanında kendini gösteren kalkışmalar yaşandı. Peki bu kalkışmalarda sosyalizm hareketiyle işçi hareketi ne ölçüde yakınlaşabildi?
“Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?”
-Bertolt Brecht-
İnsanlık tarihi boyunca farklı medeniyetler ardında kendisiyle özdeşleşmiş çok sayıda yapı bıraktı. Çin Seddi, Tac Mahal, Giza Piramitleri gibi yapıların adı geçince üç aşağı beş yukarı kafamızda bir binanın ötesinde bir coğrafya, bir tarihsel dönem ve bir medeniyet de canlanır. Çağımız Türkiye’sinin sınıflar mücadelesinde de aynı ölçekte olmasa da yapıların sembolik değerleri rol oynuyor. Topçu Kışlası, AKM, Çamlıca Camii, 3. Havalimanı derken AKP hem kendisinden önceki rejimle hem de emekçi sınıflarla yürüttüğü mücadeleyi çok sayıda binada sembolleştirmeye çalışıyor. Öte yandan bu uğurda ucuz işgücü ve güvencesiz çalışma koşullarına dayalı emek rejimini “göreli bir avantaj” olarak pazarlarken çok sayıda işçi madenlerde, şantiyelerde veya fabrikalarda can veriyor.
3. Havalimanı, Modern Kahire’nin gölgesinde, Giza’da yer alan dünyanın en görkemli ve belki de en gizemli piramitleri kadar merak uyandırmayacaktır belki ama havalimanı inşaatında çalışan işçilerin zaman zaman hortlayan isyanı, her iki yapının mâl oldukları şeyin üç aşağı beş yukarı benzer olduğunu ortaya koyuyor. Modern Mucizeler (Modern Marvels) belgesel serisinin Mısır Piramitleri’ne ayrılan bölümü[1] Khufu veya Keops Piramidi isimleriyle bilinen Giza’daki Büyük Piramit’in yapım aşamalarıyla ilgili çarpıcı bilgiler içerir. Yapımı yirmi üç yıl süren ve her birinin ağırlığı ikiyle iki buçuk ton arasında değişen iki milyon üç yüz bin bloktan oluşan 146 m yüksekliğindeki piramit, Köln Katedrali yapılana kadar dünyanın en büyük yapısı olma özelliğini taşıdı.
Belgesele göre böyle dev bir yapının inşasında, devlete vergi borcu olan köylüler çalıştırıldı. Boston Güzel Sanatlar Müzesi Müdürü Dr. Lawrence Berman’a göre “İnsanlar Mısır’ın her yanından, köylerden toplanıp buraya getiriliyordu. Diyelim ki piramit Gazze’de [Giza’da] yapılacaktı o zaman Gazze’ye getiriliyorlardı. Bu insanlar taş ustalarının ve mimarların denetiminde gruplara ayrılıyordu ve sonuçta ortaya ulusal kimliği belirleyen muhteşem bir eser çıkıyordu”. İşçiler inşaat sahasının yakınında kendileri için yapılan kentlerde yaşayıp o kentlerde ölüyorlardı. İşçilerin yaşadığı bu kentler ancak 1990’lı yılların başında yapılan kazılarda ortaya çıkartılabildi. Giza Piramitleri’nde yürütülen kazı faaliyetinin sorumlusu Dr. Zahi Hawass, “İnşaat alanlarında kaç işçinin çalıştığını ancak son yıllarda edindiğimiz bulgulara göre saptayabildik. İnşaatta sadece 20 bin işçi çalışıyordu ama sürekli çalışan bir kesim de vardı. Bunların sayısı 6 bin kadardı. Bunlar heykelleri yapıyor, teknik işlere bakıyor ve duvarların örülmesini sağlıyordu. Diğer yandan taşları taşıyanların sayısı 15 bin kadardı, bunlar rotasyon içinde çalışıyor, her üç ayda bir yerlerini yenileri alıyordu” diyor. Bu kazılar esnasında işçilerin çalıştığı bölgenin hemen yanında bu insanların mezarları bulundu. Belgeselde işçi ekiplerinin başında bulunan gözetmenlerin ömürlerinin çok daha uzun olduğu ancak sıradan işçiler içinde en azından bu bölgede ölenlerin çok genç olduğunun bilindiği ifade ediliyor. Giza Piramitleri’nden sorumlu baş müfettiş Dr. Mansour Boraik’e göre “işçilerin ortalama ömürleri 30 ile 35 yıldı. Ama zanaatkarlar 40 hatta 45 yıl yaşayabiliyordu”[2].
Kuşkusuz piramitlerin inşa edildiği düşünülen MÖ 2500’li yıllardan bu yana devlet ve sınıf mücadeleleri bambaşka bir hal aldı. Modern proletarya örgütleri yaratıldı ve mücadele deneyimleri yaşandı. Ancak üçüncü havalimanı işçilerinin isyanıyla açığa çıktı ki kapitalizmin insanlığa vadettiği şey piramitlerin inşaatına gömülen bedenlere vaat edilenden çok da farklı değil. Madenlerde can verip cenazesine bile ulaşılamayan işçiler, 32. kattan aşağı çakılan Torun İnşaat asansöründe can veren 10 işçinin öyküsü veya havalimanı inşaatında çalışan işçilerin yaşadıkları, şantiyede Pakistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Suriye’den işçilerin bulunduğu iddiaları, yaralanan ve yaşamını yitiren işçiler, adeta yukarıda Giza Piramitleri’nde çalışan işçileri andırıyor. Ailelerini geçindirmek, borçlarını ödemek, karınlarını doyurup yaşamlarını sürdürebilmek için inşaatın yapıldığı kente geliyor, şantiyede yaşıyor ve çoğu zaman gencecik yaşta ölüyorlar. Sürekli sirküle oluyorlar, aşağıda İnşaat-İş üyesinin ifade ettiği gibi uzun süreli, kayıtlı ve güvenceli çalışabilen pek az. Bu koşullar altında işçiler yukarıda sıralanan sorunları temelinde oluşan dinamikle çözüm talep ettiklerinde ciddi bir saldırıyla karşılaştılar. Beş yüzün üzerinde işçi, kaldıkları şantiyelerin kapıları kırılarak göz altına alındı. Yirmi dört işçi tutuklandı.
XXX
Hikmet Kıvılcımlı, 1929 ile 1934 yılları arasında Elâzığ Cezaevinde kaldığı süre zarfında, dönem TKP’sinin otokritiği denebilecek Yol Etüdleri üzerinde çalışmıştı. Kıvılcımlı, Türkiye devrimi için bir strateji eskizi niteliğinde olan bu çalışmasında aşağıdaki ifadeleri kâğıda döker: “Lenin, Rusya’daki devrimci hareketin tarihçesine işaret ederken, o zamana kadar gelmiş geçmiş bilimsel sosyalizm akımları için genel bir kural kaydeder. (Ne Yapmalı?) Lenin’e göre, her ülkede sosyalizm hareketiyle işçi hareketi önce ayrı ayrı başlarlar. Sonra birleşirlerse, her ikisi de güçlenir. Birbirinden uzaklaşırlarsa, ikisi de soysuzlaşırlar. İşçi hareketine işçiler başlar, devrimci hareketi de aydınlar açar.”[3] Türkiye devrimi açısından AKP iktidarında geçen süre zarfında çok sayıda irili ufaklı direnişin yanı sıra TEKEL, Gezi, Greif, Metal Fırtına ve son olarak 3. Havalimanı işçilerinin isyanında kendini gösteren kalkışmalar yaşandı. Bu kalkışmalar esnasında Kıvılcımlı’nın dikkat çektiği birleşmenin ne düzeyde başarılabildiğine ilişkin aşağıda yer verilen çeşitli değerlendirmeler önemli bir ölçüt sunar.
Elçin Arabacı 2015 yılında Metal Fırtına’da direnişe katılan işçilerin profilini değerlendirirken; “Bu işçilerin çok önemli bir bölümü AKP iktidarından ötesini hatırlamayan, bilmeyen insanlar. Daha düne kadar grev mesajlarında bir yanda Bedr’in aslanlarına gönderme yapan, mehter paylaşan işçiler, iki gün sonra meydanda ‘işçinin işçiden başka dostu yok!’ diye slogan atabiliyor”[4] diyordu. Bu cümlenin hemen altında verdiği dipnotta ise şu ifadeler yer alıyordu: “Ne ilginç ve acı bir gerçektir ki, grevin yaşandığı günlerde Bursalı metal işçilerinin, direniş motivasyonunu arttırabilmek için geçmişten canlandıracakları, örnek aldıkları bir işçi ya da işçi lideri bile yoktu hatıralarında. Oysa, tipik bir ‘yeniden diriliş’ hareketinde, tam da böyle olması beklenir; geçmişten kahramanlar bulunup ikonlaştırılır, ikonlaştırılan figürler kitlelere ilham verir, kader birliğini hatırlatır. Oysa Bursa’da grevlerin birbiri ardına geldiği günlerde, işçiler MİB sayfasına, fabrikaların kendi sayfalarına atılan mesajlarında, William Wallace’ı hatırladılar, Bedr’in aslanlarını hatırladılar, hatta Kanuni’yi bile hatırladılar da 30 Haziran 1976’da Bursa’da Türk Metal’in dağıttığı bir bildiriyi almadığı için kurşunlanarak öldürülen Muammer Çetinbaş’ı hatırlamadılar”.
Bu durumun adını Hakan Koçak, 2015 metal direnişini değerlendirirken kaleme aldığı aşağıdaki cümlelerle çağırdı:
“Dünya deneyimlerinden ve bizim 1960-1980 aralığındaki deneyimimizden farklı olarak sol politik girdilerin son derece cılız olduğu bir işçi hareketi ile karşı karşıyayız. Bir paradoks, sınıf kapasitesini zayıflatan bir problem bu”[5] diyordu.[6] Eklemek gerekir ki, metal direnişine ilişkin sahadan yapılan istisnasız tüm gözlemler, direnişin ve direnişçilerin siyasallaşmasının önünde devlet tarafından ciddi önlemler alındığını, polisin işçilere bu yöndeki telkinin çok güçlü olduğunu aktarır. TEKEL’den ders çıkaran devlet[7], kuşkusuz direniş alanında bir buluşmaya izin vermeyecekti, sonrasında Renault’da Birleşik Metal-İş örgütlülüğüne büyük basınç uygulayıp bir buçuk yılın sonunda Türk Metal’in fabrikaya geri dönmesini sağlayacaktı.
Elbette metal eylemlerinin ardından hem maddi anlamda hem örgütlenme anlamında belirli kazanımlar da elde edildi, sol içinde havzadaki dinamikle buluşmayı murat eden yönelimler de oluştu. Öte yandan Metal Fırtına’ya ilişkin yukarıda yapılan değerlendirmeler ve direniş esnasında işçilerin imgeleminde açığa çıkanlar, Kıvılcımlı’nın Lenin’e referansla bundan yaklaşık doksan yıl önce formüle ettiği bu buluşmanın emarelerinin pek de oluşmadığına işaret eder. Dahası, bu buluşma gerçekleşmediğinde ortaya çıkan sonuçlar, bu ilkenin geçerliliğini hala önemli oranda koruduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan 3. Havalimanı inşaatında ortaya çıkan durumun Metal Fırtına’da ortaya çıkandan daha farklı bazı yönleri olduğunun altının çizilmesi gerekir. Öncelikle burada da en azından kurumsal bir karakter kazanmış bir buluşma gerçekleşmiş görünmüyor. Ancak İnşaat-İş koluna, bu çaba şu aşamada mütevazi de olsa, sosyalistlerin bir süredir yöneldiği iyi kötü biliniyor[8]. Elbette AKP iktidarının uzun yıllardır inşaat alanında yaptığı hamlenin büyüklüğüne yanıt verebilecek, sektörün gerekliliklerini layıkıyla göğüsleyebilecek aşamada değil[9].
Bunda sektörün özelliklerinin de ciddi payı var. Öncelikle belirtmek gerekir ki inşaat iş kolu, işçi eylemleri bakımından ülkedeki en dinamik işkollarından bir tanesi. Özellikle esnek ve güvencesiz çalışmanın yoğunluğu, iş kazalarının ve ölümlerin yaygınlığı nedeniyle, işçilerin anlık ve refleksif eylemlerle kolay harekete geçtikleri bir işkolu. Emek Çalışmaları Topluluğu tarafından 2015, 2016 ve 2017 yıllarında hazırlanan işçi sınıfı eylemleri raporlarına[10] göre işyeri temelli eylemlerde 2015 yılında metal fırtına nedeniyle birinciliği metal işkoluna kaptırıp üçüncü olurken 2016 yılında ilk sırada 2017’de ise ikinci sırada yer aldı. Aynı raporlarda, inşaat işkolunun özellikle taşeron işçi eylemleri ve herhangi bir sendika, dernek vb. kurumun öncülüğü, gözetimi veya kontrolü olmaksızın gerçekleştirilen kurumsuz eylemler kategorisinde de inşaat daima ilk iki sırada yer aldı. Raporlarda zaman zaman sendikalar tarafından örgütlenen eylemler arasında İnşaat işkolundan sendikaların ismine üst sıralarda rastlamak mümkün. Örneğin 2016 yılı raporu, sayfa 26’da İnşaat-İş, Sendikaların Örgütlediği İşyeri Temelli Eylem Vakası kategorisinde ikinci sırada görülüyor. Yine de bu durum sektörün genel karakterinin “ücretlerini alamadığı ve gayri insani çalışma koşullarına mecbur bırakıldıkları durumlarda”, işçilerin “kısa sürede işçileri sonuca götüren bir eylem türü olarak” gördükleri fiili greve başvurması yönünde olduğu durumunu çok değiştirmiyor.
Ulaş Gündoğan tarafından 2016 yılında sunulan “Neoliberal Dönüşüm Döneminde Emeğin Koşulları: Türk İnşaat Sektöründe Emeğin Güvencesizliği” başlıklı yüksek lisans tezi için 11 Eylül 2015 tarihinde görüşme yapılan İnşaat-İş üyelerinden bir tanesinin sözleri bu bakımdan çarpıcı: “İnşaat sektöründe sendika, bir dernek gibi. Esnek çalışma nedeniyle toplu sözleşme yapamıyoruz. İşçiler [bir işyerinde] kesintisiz çalışamıyor. Bu yüzden kendimizi bir sokak hareketi olarak tanımlıyoruz. Tabi sendikal haklarımız için de mücadele ediyoruz” (sayfa 65, benim çevirim). Buna rağmen, Elçin Arabacı’nın yukarıda dikkat çektiği ihtiyaç çerçevesinde inşaat iş kolunda bir direniş kahramanı hatırlamak gerekecekse bu neden İsmet Demir olmasın? Ayrıca, neden inşaat iş kolunda ortaya çıkan bu dinamik ve bu enerji Türkiye işçi sınıfı mücadeleleri tarihinin önemli deneyimlerini yaratan Yapı İşçileri Sendikası benzeri bir örgütlülüğü ortaya çıkarmasın?
Elbette YİS’in ortaya çıktığı mücadele koşullarıyla bugünkü mücadele koşulları birbirinden çok farklı. İki örnek bambaşka emek rejimlerine ve sendikalar yasasına tabi. Ancak, emek çalışmaları topluluğunun yukarıda anılan raporlarının tamamında fiili grev, en yaygın ikinci eylem biçimi olarak kendini ortaya koyuyor. Yasalarda, bu eylemlerin hem yasal olduğuna hem de olmadığına dayanak oluşturacak içerik var. Hangisinin geçerli olacağına ise bütünüyle sınıf mücadelesinin dinamikleri karar veriyor. 2012 yılında çıkartılan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, başka şeylerin yanı sıra o tarihe kadar emek rejiminde yaratılmış ve uygulanagelen yarı-zamanlı, sabit-zamanlı, çağrı üzerine çalışma, geçici işçilik, taşeron gibi çalışma formlarına yasal bir statü kazandırmanın aracı oldu. Burjuvazi bu yasanın altyapısını ve koşullarını hayatın içerisinde hazırlamış ardından hukuki bir çerçeveye sokmuştu. Bugün de aynı güvencesiz sektörlerde baş gösteren fiili grevler aynı kanalın işçi sınıfı tarafından kullanılması anlamına gelebilir. Bu, tekil kazanımların kurumsal bir forma bürünerek önce tüm sektörde sonra tüm ülkede işçi sınıfının kazanımına dönüşmesi bakımından büyük önem taşıyor. Bu yüzden tutuklanan işçilerle ve direnişe öncülük eden sendikalarla dayanışmak, buralarda oluşan enerjinin kalıcı birikimlere dönüşmesi için çabalamak yeni Yapı İşçileri Sendikası deneyimleri yaratabilmek için elzem. Aksi halde sektöre dayatılan akışkan çalışma ilişkileri, açığa çıkan enerjinin de dağılıp gitmesi sonucuna yol açacak.
XXX
Başka nedenlerin yanında sermayenin geçmiş krizlerin dersleri ışığında oluşturduğu katmanlı yapı belli ölçüde müdahale ve önlem imkânı yarattığı için 2008’de başlayan krizin yakıcı etkileri uzun vadeli biçimde ortaya çıkıyor. Dahası, Türkiye’nin de dahil olduğu çevre/yarı-çevre ülkeler “iç sınıf yapıları ve iş bölümündeki konumları nedeniyle krizden farklı biçim ve zamanlarda” etkilenebiliyor. “Örneğin Türkiye 1977 yılına kadar 1973 krizinin etkilerini erteleyebilmiştir”[11]. Aynı şekilde 2008 yılında başlayan krizin etkilerini gündelik hayatta çok daha somut ve yakıcı bir biçimde hissedebileceğimiz günlerse belki de yeni başlıyor. Bu da 2008 krizinin başlangıcının hemen ardından tartıştığımız çeşitli sınıf pratiklerinin uygulanmasına dair tartışmaları tazeleme ihtiyacını beraberinde getiriyor.
Yukarıda sosyalist hareketle işçi hareketinin buluşmasına yönelik alıntılanan ilkenin hayata geçirilmesi, bugün sadece her zamankinden daha büyük bir ihtiyaç değil, aynı zamanda içine girdiğimiz dönem bugün bunun için çok daha fazla fırsat sunuyor. Öte yandan bunun çok da kolay olmayacağı açık. Devlet tüm kanallardan buna karşı önlemlerini alırken kriz derinleştikçe daha da saldırgan olacaktır. Birleşik bir işçi sınıfı hareketinin oluşmasına katkı sağlamak, devrimci sosyalist hareketin varlık zeminini koruyabilmesi açısından bugün zor olduğu kadar hayati bir yerde duruyor.
Dipnotlar:
[1] Türkçe versiyonu için bkz; https://www.youtube.com/watch?v=GNP59APi9G8
[2] Elbette bu rakamlar dönemin ortalama yaşam süresine kıyasla değerlendirilebilir. Elde bu bilgilerin olmamasının yanı sıra, konu bu tartışmanın sınırlarının da dışına düşüyor.
[3] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol Dizisi 3, Parti’de Konaklar ve Konuklar, Sosyal İnsan Yayınları, 2009, syf. 49
[4] Elçin Arabacı, “Metal İşçilerinin Direnişi İşçi Sınıfının Yeniden Diriliş Hareketi mi?” Birikim, 314-315, s. 193.
[5] Hakan Koçak, “Metal İşçilerinin İsyanı Nelere İşaret Ediyor?”, Link: http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1210/metal-iscilerinin-isyani-nelere-isaret-ediyor#.W6i2HS2B3-Z
[6] Cihan Tuğal başka bir sorunsal bağlamında benzeri ayrışmaya dikkat çekerek Gezi’yi “batılılığımız”, Metal Fırtına’yı ise “Çinliliğimiz” olarak niteliyor. Tuğal’a göre “Gezi’nin (ve Zonguldak ve eski militan işçi hareketlerinin) aksine, Metal Fırtına ulusal basında yer almadı. (Üst-düzey) akademik konferanslara ve kitaplara konu olmadı”. (Bkz; Cihan Tuğal, “‘Çin Tutulması’ (2): Metal Fırtına, neoliberalizmden ‘milli’ kapitalizme geçişin bir emaresi”, Link: http://sendika62.org/2018/03/cin-tutulmasi-2-metal-firtina-neoliberalizmden-milli-kapitalizme-gecisin-bir-emaresi1-cihan-tugal-481355/).
[7] Bülent Arınç, 17 Ocak 2010 tarihinde TEKEL işçilerinin eylemlerine cevaben: “Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe haline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim. Bir siyasi iktidar bundan memnun olmaz. Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller ama karşımızdaki muhalefet sokağı çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışıyorsa ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim. (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/arinc-kalin-perdeler-ortmek-istiyorlar-13501401).
[8] Başaran Aksu, İnşaat-İş, İyi-Sen gibi sendikaları “sosyalistlerin oldukça sınırlı bir kesiminin mütevazı çabalarla geliştirmeye çalıştığı”, “belli iş kolları ve havzalarda etkili müfreze kabiliyeti gösterebilen, ancak ülkesel bir harekete önderlik etme çapı ve kapasitesi henüz zayıf olan, ama ortak bir davranış içinde büyük etkiler yaratabilecek bağımsız sendikal zeminler” arasında, Dev-Yapı-İş’i de “fiili direnişler örgütleyebilen sendikalar” arasında sayıyor. Bkz; Başaran Aksu, “Direne direne, birleşe birleşe, dövüşe dövüşe”, Link: https://birartibir.org/emek/135-direne-direne-birlese-birlese-dovuse-dovuse.
[9] Benzer bir yöneliş Metal İşçileri Birliği yoluyla Metal Fırtına’da da vardı. Ancak dalganın çok büyük gelmesi nedeniyle hareket MİB’in öngördüğünün çok dışında bir karakter kazandı. Bu durum direnişin pek çok unsuruna yansıdı. Havalimanında gerçekleşen olaylarda durumun biraz daha alana öncülük etmeye çalışanlar lehine olduğunu gözlemleyebiliriz.
[10] Raporların tamamına erişim için bkz; http://emekcalisma.org/
[11] Ebru Deniz Ozan, “Gülme Sırası Bizde – 12 Eylül’e Giderken Sermaye Sınıfı Kriz ve Devlet”. Metis Yayınları, 2011, syf. 50.