Bölgedeki devletlerin ya da devletlere karşı çıkan amorf, kimlik temelli örgütlenmelerin sonuç alması mümkün değildir. Ya da bu yolla elde edilecek ilerlemelerin, emperyalizmi bölgemizden def etmesi olanaklı değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci çizgisini temel alan hareketlerin rolü çok büyük ve belirleyici olacaktır.
Şansölye Olaf Scholz, 2025 yılının ilk ayında, Trump daha görevi devralmadan, sanki birden Almanya diye bir ülke olduğunu yeni hatırlamış gibi, ABD, Avrupa’nın demokratik kurumlarını bilerek yok ediyor, türünden bir açıklama yaptı. Kimine göre bu açıklama, şubat ayında yapılacak Almanya seçimleri ile ilgilidir. Ama ne olursa olsun, siyasi iradesini ABD’ye teslim etmiş bir Almanya, bu açıklamalarla kendine gelemez. HTŞ liderini ziyarete giden Almanya’nın kadın bakanı, ilginç bir tarzda aşağılanmaya uğradı. Aslında bu aşağılanma, Scholz’un “Avrupa’nın demokratik kurumlarını bilerek yok ediyor,” dediği ABD eli ile yapılmış bir aşağılanmadır. Amerikalı aşağılayınca, bunda Alman basını sorun görmüyor ama ABD’nin uzantısı yeni Suriye sömürge hükümeti tarafından aşağılanınca, Alman basını yaygarayı kopartıyor.
Bu nedenle olsa gerek Alman Şansölyesi, teslim etmiş olduğu siyasi iradesini geri almak için, birdenbire ABD’nin Avrupa’daki demokratik kurumları tahrip ettiğini söylemeye başlıyor. Öyle ya, Trump, ya askerî harcamalarınızı milli gelirin %5’ine (şu anda %2’dir) çıkartacaksınız ya da sizin mallarınıza %100 vergi uygularım tehdidini, iktidarı teslim almadan savuruyor.
Aynı Trump, Kanada ABD’nin 51. eyaleti olmalıdır, diyor. Oysa Kanada, G7 ülkelerinin içindedir. Ve dahası İngiliz kraliyetine bağlıdır. Demek, yeni durum, farklı bir hâldir.
Yetmiyor, Panama Kanalı’nı işgal edeceğiz diyor.
Ve Grönland’ı Danimarka’dan satın alacağız, diyor. Danimarka ne zaman satmaya karar verdi bilinmez ama, sanki ona soran da olmayacak. Danimarka, resmî açıklamalarla, konuyu Trump ile konuşmaya hazır olduğunu, Grönland’da var olan ABD üssünün genişletilmesine ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Ne ilgi çekici! Trajikomiktir: Efendim veririz elbette ama siz zahmet etmeyin, bizi işgal edin ve biz de mülkiyet bizde diye sevinelim, boşuna para ödemeyin! İşte Danimarka bunu söylemektedir. Oysa Rusya’ya karşı, oldukça yüksek perdeden konuşmalarına şahitlik ettik, ediyoruz. Rusya’ya köpürüyorlar ve tecavüzcüye, sen zahmet etme, biz kendimizi sana hazırlarız diyorlar. Müthiş bir özgüven ve bağımsız ülke tutumudur.
Bu saydıklarımıza bir bakarsanız, aslında savaşın, Batı emperyalist güçleri arasında bir paylaşım savaşı olduğunu, öyle başladığını, SSCB’nin çözülmesinin ardından ABD hegemonyasının tartışılmaya başlandığını, ABD’nin bu nedenle savaşı dayattığını anlayabilirsiniz.
Evet savaş, Suriye savaşı sonrasında, Rusya ve Çin’e karşı savaşa dönüşmüştür. 2008 krizi, Batı emperyalist güçlerini (İçlerine Japonya’yı, Avrupa’yı ve ABD’yi koyun. Ama yine de 5 emperyalist güçtür bunlar: ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya) derinden etkilemiştir. Hâlâ da bu krizin içindedirler. ABD Doları, hâlâ tahtında olsa da sarsılmaktadır. Bu nedenle ABD, emperyalist rakiplerini birleştirmek için, düşman olarak bulduğu İslam radikalizminin Suriye sahasında dehşet saçmasını devreye soktu. Bu “dehşet”, Avrupa’ya da yansıdı. ABD ve İsrail’e yansımadı. İngiltere’ye çok daha az yansıdı. Ama Avrupa, özellikle de Fransa ve Almanya, bundan payını aldı. Bu plan işe yaramadı. Bu kez ABD, tüm Batı’yı, yeniden kendi bayrağı altına toplamak için, Rusya ve Çin’in sömürgeleştirilmesi amacıyla, bu ikisini hedef tahtasına koydu. Plan tuttu. Zoka yutuldu. Ve Ukrayna savaşı ile, tüm Avrupa’nın siyasi iradesini eline aldı. Alman, Fransız ekonomilerini sarstı. Scholz, bugün Avrupa’nın demokratik kurumlarının tahrip edilmesinden söz ediyor ama Alman kimya sanayiinin başkanı, bu durumun Alman endüstrisini yıkmakta olduğunu, tam iki yıl önce dile getirdi. Demek koca başının içindeki küçük beyni ile Scholz, bunu iki yıl gecikme ile “kavradı”. Alman hükümeti düşmüş, bakanları tuhaf hâllere düşmüş diye basını kıyameti koparmış ve 1 ay sonra yeni seçimler yapılacakken. İngilizcede “good morning after supper” bu durumlar için söyleniyor.
Evet bugün savaş, Çin ve Rusya’ya karşı, onları sömürgeleştirmek ve bu yolla yeni sömürgeler elde etmek hedefi ile, Batı emperyalizminin savaşımıdır. Buna göre önce Rusya ve Çin imha edilecek, boyun eğdirilecek, sonra da ABD kendi hegemonyasına uygun olarak diğer emperyalist güçleri sıraya dizecektir.
G7 ülkeleri, BRICS ülkelerinin ekonomik büyüklüğünden daha küçük bir büyüklüğe sahiptir. Ve bu G7 ülkelerinden biri olan Kanada, İngiliz uluslar ailesine dâhil Kanada, şimdi ABD tarafından tehdit edilmektedir. Kanada Başbakanı buna şaşırmış gibidir. Şaşkınlık yüzüne çok yakışmaktadır. Danimarka, işgale gelen askerleri teskin etmek isteyen fahişeler gibi davranmaktadır. Panama’nın böyle yapacağını, Meksika’nın bu duruma direnmeyeceğini sanmıyorum.
Bunu aklımızda tutalım ve bizim esas konumuz olan Ortadoğu’ya dönelim.
1
Suriye, artık sömürgeleştirilmektedir. Bu sömürgeleştirme politikasının aleti, HTŞ adı verilen, El Kaide ve IŞİD bağlantılı güçlerdir. Bu güçler, elbette içleri çok karışık olsa da, ABD, İngiltere, Türkiye ve İsrail tarafından beslenmiş, eğitilmiş, donatılmış güçlerdir.
ABD, başına 10 milyon dolar ödül koyduğu HTŞ liderini, yeni Suriye başkanı olarak, ortada bir seçim vb. olmaksızın kabul etmiştir. Ve ardından tüm Batı, ilişki kurmak için emir almış gibi sıraya girmiştir.
Türkiye, komşusuna tecavüz eden bir güç olarak “zafer” ilan etmiştir. Bu “zafer” öncelikle yeni seçilen ABD Başkanı Trump tarafından alkışlanmıştır. Saray Rejimi’nin ihtiyacı olan zafer, ellerine verilmiştir.
Suriye devleti yenilmiştir. Ve artık, Suriye’nin sömürgeleşmesi süreci başlamıştır.
2
Suriye ile birlikte ya da eski Suriye devleti ile birlikte, İran da yenilmiştir. İran, tereddüt etmeden söyleyecek olursa ağır bir yenilgi almıştır. Çok az sayıda çetenin saldırıları ile Halep ve Şam düşerken, 4 bin kişilik İran gücü, sahadan Rus uçakları ile tahliye edilmiştir. Bu öyle bir tablodur ki, birçok kişi, acaba İran, Esad ve Rusya, bir anlaşma ile Suriye’yi teslim mi etmiştir tartışmalarına başlamıştır. Doğrusu bu yoruma katılmak mümkün değildir. Çünkü İran büyük bir yenilgi almış durumdadır. Esad yönetimi ise kaybetmiştir. Bu durumun nasıl bir anlaşma anlamına geleceğini anlamak zordur.
İsrail Savunma Bakanı İsrael Katz, “Hamas’ı yendik, Hizbullah’ı yendik, İran’ın savunma sistemlerini kör ettik ve üretim sistemlerine zarar verdik, Suriye’de Esad rejimini devirdik,” demektedir.
3
Rusya kaybetmiştir. Rusya, bugün yeni HTŞ yönetimi ile Tartus üsleri için anlaşma ya da diyalog yolları aramaktadır ve bu konuda “bizi arkamızdan hançerledi” dedikleri Türkiye’den destek istemektedirler.
İsrail, kazanan taraftadır. Bu savaşta, ABD, İran’a karşı savaş için İsrail’e büyük bir destek vermiştir. Aslında bu konuda “destek” sözü eksik kalmaktadır. İsrail ve Türkiye, bölgede ABD’nin uzantılarıdır. İsrail bu konuda nettir. İsrail, aslında ABD adına savaşmaktadır ve Gazze’de ortaya konan soykırım sürecinde Netanyahu, ABD kongresinde alkışlanan bir konuşma yapmış ve burada “biz sizin adınıza savaşıyoruz” demiştir.
İsrail, bu süreç içinde, Hizbullah yöneticilerinden Fuad Şükür’ü ve Hamas lideri Haniye’yi suikastla öldürmüştür. Bu operasyonlar CIA ve İsrail ortak operasyonlarıdır ve Kasım suikastının ardından gelmiştir. İran Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı’nın ölümünde payları olduğu şüphesi de hâlâ canlıdır. Gazze’yi yerle bir etmiş, Nasrallah’ı bilmem kaç ton bomba ile, barış anlaşması teklifi sırasında öldürmüştür.
Esad ülkeyi terk ettikten sonra, Suriye ordusunu savunmasız bırakacak bombardımanlar yapmıştır. Ve Şam’ın kırsal kesimine kadar işgal politikasını sürdürmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Şam’a 20 km uzaktadır ve işgale devam etmektedir. Şam’ın yeni yönetimi ise İsrail’in hiçbir saldırısına ses çıkartmamaktadır.
4
ABD, bu durumda İran’a karşı saldırı hesaplarını hızlandırmıştır. Trump yönetiminin bu yolda yürüyeceği neredeyse kesindir.
ABD, İran’a karşı saldırı için, tüm güçlerini seferber etmek istemektedir.
İran, varsayalım ki nükleer bir güç hâline gelmiş olsa bile, bunu açıklamakla bir caydırıcılık elde edemeyecek gibidir.
Şimdi, bu koşullarda, ABD’nin İran’a karşı saldırısı, Rusya ve Çin’e karşı savaş ve Ortadoğu’da egemenliğini sağlaması için vazgeçilmez durumdadır.
Şimdi, bölgedeki tüm güçlerini, bu yola sevk etmek için hazırlıklar yapmaktadır.
5
Kürtler, bölgede önemli bir “kazanım” elde etmiştir. Kazanımı tırnak içine alıyoruz. Önemsiyoruz ama bunun ne denli bir kazanım olduğu henüz belli değildir.
Kürtler, şimdi ABD ve Türkiye arasında sıkıştırılmaktadır. TC devleti, Suriye Kürtlerine dönük katliam politikalarını hızlandırmaktadır. Trump, “Türkiye’nin güvenlik endişelerini” haklı bulmaktadır. Bu aslında Rusların artık sahada olmadığı bir Suriye’de, Kürtleri, (a) HTŞ ile daha kapsamlı bir diyaloğa zorlamaktadır, (b) onları Türkiye eli ile tehdit etmektedir.
Nasıl ki, Hizbullah ya da Husiler, İsrail saldırılarını ABD saldırısı olarak görmediği zaman hata yaparsa, aynı biçimde Kürtler TC’nin saldırılarını ABD’den bağımsız olarak ele alırsa, hata yapmış olur. Kürt hareketinin bir bütün olarak böylesi bir hataya düştüğünü söylemiyoruz. Biliyoruz ki, ABD PKK’yi İran’a karşı savaşa ikna edememiştir. Ama ABD bu yoldan vazgeçmeyecektir. Türkiye tehdidi bu amaçla ABD’nin bir aletidir.
Ülkemizde ortaya konan ve adı bir türlü konulmayan süreç, bu açıdan ne barış sürecidir ne de çözüm sürecidir. Her ikisi de değildir. Tersine, Kürtlerin gardını, savunmasını kırmak için geliştirilen bir taktiktir. Bu konuda ABD’nin oyun sahası genişlemiştir. Muhtemelen HTŞ’ye başka konuşmaktadır, Kürtlere de ne yapalım, elimizde bu var, anlaşın demektedir. Türkiye Dışişleri Bakanı, açık olarak PYD’nin kendini lağvetmesini istemektedir. Suriye sahasında istedikleri budur. Türkiye sahasında da, “ya silahlarınızı gömün ya da biz sizi silahlarınızla gömeceğiz” demektedir. Bunun adına da barış görüşmeleri denmektedir. Öcalan’ın, silah bırakın diyeceğini söylemektedirler. Buna ihtimal vermek zordur.
Doğrusu ABD de bugün, savaşın bu aşamasında, Kürtlerin silah bırakmasını isteyecek değildir. Tersine, daha ileri bir hedefe dönük hareket ettiğini düşünmek mümkündür. Belli ki ABD, Türkiye’nin düşündüğünü verip, Kürtlerle birlikte İran’a karşı savaş için birlikte hareket etmelerini istemektedir. Bunun tüm göstergeleri vardır. İçeride kayyum politikası bunun en somut kanıtıdır. Suriye sahasında Kürtlere karşı TC eli ile yürütülen bombardımanlar ve katliamlar bunun en somut kanıtıdır. ABD ve İsrail’in (belki de Türkiye de içinde) Hizbullah ve İran liderlerine karşı devreye soktuğu suikastların bir benzerini, şimdi bu üçlü, PKK yöneticilerine karşı devreye sokacaktır, sokmak isteyecektir. Böylece Kürt hareketinin ABD politikalarına alet olmayan kesimlerini tasfiye etmeyi hedefleyeceklerini düşünmek, boş bir düşünce değildir. Bunu Kürt hareketinin görmediği düşüncesi ile konuşmuyoruz. Ama saha, ABD, TC devleti, İngiltere ve İsrail devleti için oldukça uygun hâle gelmiştir. Planları bozacak güç, bu cepheden bakıldığında, potansiyel olarak Kürt hareketidir. Bu açıdan Kürt hareketi için oldukça zorlu bir süreç söz konusudur.
Egemen, her zaman, bir düşmanına elini uzattığında, arkasında katliam politikasını saklar. Bunun yüzlerce örneği vardır. Bu el uzatma, gardını düşürme, karşı tarafta bir yumuşama sağlama amacına dönüktür.
6
Suriye savaşı, yeni bir aşamaya girmiştir. Bu yeni aşamada, Lübnan’ın işgali ve İran’ın düşürülmesi hedefi, saldırgan güçlerin, yani ABD ve İngiltere başta, İsrail ve Türkiye sahada olmak üzere saldırgan güçlerin önündeki hedeftir.
Ancak elbette sahada sadece onlar yoktur.
Zafer kazandığı konusunda şüphe bulunmayan İsrail için süreç kolay değildir. İsrail devleti, bir dinî terör devleti olarak ABD açısından önemli bir güçtür. Ama bu politikalar, İsrail içinde ciddi tepki çekmektedir. İsrail muhalefeti, işçi sınıfının gücünden yoksundur. Ama buna rağmen ciddi bir muhalefet vardır. Netanyahu politikaları aslında büyük çelişkileri de dayatmaktadır.
İsrail ekonomik olarak zor durumdadır.
İsrail ordusu, ABD ve Batı emperyalizminin yardımları olmadan ayakta durabilecek durumda değildir. Ordu içinde yaygınlaşan intiharlar cabasıdır.
Gazze’yi deyim uygun düşerse yerle bir etmiştir ama buna rağmen Hamas varlığını sürdürmektedir.
İsrail’in demir kubbesi, defalarca delinmiştir. Hizbullah, Husiler, İran, bu kubbeyi delmiştir. Bu nedenle, dinci İsrail yönetiminin “Yahudilerin en güvenli olduğu yer İsrail’dir” tezi artık geçerli değildir. Bu nedenle, İsrail ve ABD’nin, İngiltere de içinde, Husilere karşı saldırıları yoğunlaşmaktadır.
Ama İsrail’in Şam’a doğru işgal politikası, ilk hedef olarak Lübnan’a daha büyük bir saldırı için olanak, yeni konumlar oluşturmayı hedeflemektedir. Elbette bunun öncesinde, Suriye’de direnmesi olası güçlere karşı katliamlar da devreye sokulacak gibidir.
Ve not etmek gerekir ki bugün, bölgedeki tüm mücadele, çoktan tüm güçlerin içinde yer aldığı bir hâl almıştır.
7
Bu noktada çıkış, bölgede devrimci direniş ile elde edilebilir. Elbette bu direniş, emperyalist güçlerin toptan bölgeden kovulmasının da tek yoludur.
Bunun olanaklarını görmek gerekir.
Kürt hareketi örgütlü bir güçtür. Ve tüm Kürt hareketi içinde devrimci güçlerin dünden bugüne gelen çizgisi, bölge çapındaki devrimci direniş için büyük önemdedir. Bölgenin en büyük güçlerine karşı savaş yeteneği biliniyor. Ancak bugün, Kürt hareketinin, tüm bu sahadaki durumla yalnız başa çıkması mümkün değildir.
Bu noktada olanaklara daha derinden bakmak gereklidir.
Bölgenin üç büyük ülkesi olan Mısır, Türkiye ve İran’da devrimci çıkış için olanaklar vardır. Bu üç ülkede işçi sınıfı gelişmiştir.
Mısır ağır ekonomik kriz içindedir ve olası bir isyana karşı, Mısır devleti, İsrail istihbaratından destek istemiştir. Bu elbette, Mısır’daki hareketin İslamî temelde gelişimi ile sağlanamaz. Tersine, biz devrimci direnişten söz ediyoruz. Devrimci direniş çizgisi, işçi sınıfının devrimci çizgisidir. Ne kapitalizme karşı çıkmadan, şu ya da bu ideoloji ile tutarlı bir anti-emperyalist mücadele yürütmek mümkündür, ne de İslamî ideoloji veya başka kimlikler üzerinden mücadele yürütmek mümkündür. Bu nedenle özellikle işçi sınıfının devrimci çizgisinden söz ediyoruz. Bunu bir yana bırakarak, genel anlamda halkların ortak mücadelesinden söz etmek doğru değildir. Halkların kardeşliği veya halkların ortak mücadelesi, ancak işçi sınıfının devrimci çizgisi temelinde bir anlam ifade eder. Elbette bunun dışında da emperyalizme karşı mücadele eden, bu konuda samimi olan hareketler vardır, var olacaktır. Ama eğer işçi sınıfının devrimci çizgisi, işçi sınıfının enternasyonalist çizgisi yok sayılırsa, buradan bir zafer çıkmayacaktır.
Mısır bu açıdan önemlidir.
İran için de aynı şeyi söylemek mümkündür. İran, ciddi direnişlerin olduğu bir ülkedir. İşçi sınıfının gelişmiş olduğu bir ülkedir. İran örneğinde Şah’a karşı direnen gerçekte komünistler ve işçilerdir. Komünistler, kendi elleri ile iktidarı, İslamî kesimlere teslim etmişlerdir. Ve bunun bedelinin nasıl ödendiğini biliyoruz. İran, sonuçta hâlâ kapitalist bir ülkedir.
Türkiye, bölgede işçi sınıfının en gelişmiş olduğu ülkedir. 12 Eylül yenilgisi gibi ağır bir yenilginin ardından, işçi sınıfı bugün yeniden hareketlenmeye başlamıştır. Gezi Direnişi, iktidarın şaftını bozmuştur.
Türkiye, bölgenin NATO üyesi olan tek ülkesidir. NATO üyesi olmak, sıradan bir durum değildir. ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’deki gücü hafifsenecek bir güç değildir. Bugüne kadar Kürt hareketinin direnişinin zafere ulaşmamasında, Türkiye devrimci hareketinin zayıflığı büyük bir rol oynamıştır. Türkiye devrimci hareketi, NATO mekanizmalarının anlamını anlamakta geç kalmıştır. Ve elbette bunun bir bedeli vardır, ödenmiştir.
Bölgemizde bu üç ülke dışında da birçok parçada bir mücadele sürmektedir. Irak’ta, Lübnan’da bunu görmek mümkündür.
Bölgedeki devletlerin ya da devletlere karşı çıkan amorf, kimlik temelli örgütlenmelerin sonuç alması mümkün değildir. Ya da bu yolla elde edilecek ilerlemelerin, emperyalizmi bölgemizden def etmesi olanaklı değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci çizgisini temel alan hareketlerin rolü çok büyük ve belirleyici olacaktır. Bölge ülkelerinde işçi sınıfının nispeten çok daha az gelişmiş olduğu ülkelerde bile, bu işçi sınıfın devrimci politikasını temel alan anlayışların belirleyici bir etkisinin olacağı kesindir. Filistin meselesinde de bunu görmek mümkündür. İslamî temelli bir ideolojiyle, ne kadar samimi olunursa olunsun, bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Değildir ve eğer bir kazanım elde edilirse geçicidir. Çünkü İslamî anlayış, hangi mezhep üzerinden gelişirse gelişsin, kapitalizmi aşan bir sosyal sistem önermemektedir. Sosyalizm hedefi olmadan, kapitalist ilişkiler ağına topyekûn karşı durmadan, emperyalizme karşı kararlı ve doğru bir politika yürütülemez. Bu nedenle Filistin’de devrimci çizginin önemi tekrar ortaya çıkmaktadır. Bu, o hareketlerin, dinî ya da başka kimlikler üzerinden hareket eden hareketlerin samimi olmamasından ileri gelmez. Bu bir samimiyet meselesi değildir. Bu kapitalizme karşı, tüm bölgeyi içine alan bir devrimci mücadele meselesidir. Bu noktada devrimci güçlerin sahadaki gücü elbette önemlidir. Ama ilk nokta işçi sınıfının devrimci çizgisinde güçlerin, küçük veya büyük varlığıdır. Öncelikle bunu görmek gereklidir. Bu, bölgedeki kaostan çıkışın tek gerçek yoludur. Küçük veya büyük devrimci güçler, işçi sınıfının devrimci çizgisini açık bir biçimde ortaya koymalı ve buna sahip çıkmalıdır. Enternasyonalist mücadele, işçi sınıfının devrimci çizgisi temelinde bir mücadeledir. İşçi sınıfının vatanı yoktur ve bölgemiz, bugün, fizikî sınırların ortadan kalktığı, tüm bölgede işçilerin birliğinin ve ortak mücadelesinin olanaklarının, nesnel anlamda, arttığı bir tarihsel dönemden geçmektedir. Elbette bu devrimci çizgi, bölgede mücadele eden, direnen tüm güçleri bu çizginin bir parçası olarak görebilecek olgunlukta olacaktır. Bu olgunluğun tarihsel temeli vardır. Emperyalizme karşı direnişte samimi olan her güç, bu mücadelede kendine bir yer bulacaktır.