Varlık Fonu, temsili demokrasinin taşıyıcı kolonu sayılan söz söyleme ve bütçe hakkını kendi tekeline almış bir iktidarın somut formudur. Parlamento ve yargı denetiminden azade, neredeyse her kanundan muaftır. Bu açıkça devleti vareden asli tekelin, yani hazinenin, mevcut anayasal düzenin dışına taşınması demektir. O artık parlamenter sistemin değil, bir zümrenin ‘krematistik hazinesi’dir.
Çaykur’un bilançosu, iktidarın iktisadi kararlarının sonuçlarını göstermedi sadece. Aynı zamanda siyasal rejimin evrildiği yeni formu da iyice netleştirdi. Türkiye’nin nasıl hızla bir ‘otokrasiye’ doğru yol aldığına işaret etti. Demokrasi fikrinin ana taşıyıcı kolonlarından sayılan ‘söz söyleme hakkı’nın bütünüyle ilga edilmesinin dehşetini yaşıyorduk zaten. Şimdi öteki kolonun, ‘bütçe hakkı’nın yıkılmasının yol açtığı toplumsal enkaza tanık oluyoruz.
Birgün gazetesinden Nurcan Gökdemir pazar günü yayınlanan haberinde, Türkiye Varlık Fonu bünyesine alındıktan sonra Çaykur’un üç yıllık zararının 1.5 milyar liraya ulaştığını yazdı. 36.3 milyon lirayı reklama harcayan kurumun banka borcu da 1.4 milyar lira artarak 3.4 milyar liraya çıktı. Piyasada tekel olan bir kurumun finansal açıdan iflas sayılabilecek durumunu matematikle açıklamak güç. Fondaki diğer şirketler farklı mı?
2018 denetim raporlarına göre, üç yılda THY’nin borcu yüzde 107; iki yılda PTT’nin yüzde 21, Denizcilik İşletmeleri’nin yüzde 1000; bir yılda TCDD’nin yüzde 348.8, Kayseri Şeker’in ise yüzde 292.8 arttı. Gelirlerindeki düşüş ortalama yüzde 50’yi buluyor. Kısaca Varlık Fonu, bünyesine aldığı değeri 30 milyar doları aşan kamu kurumlarını birkaç yıl içinde çökerten bir gayya kuyusuna dönüştü.
Ancak bu iktisadi manzarayı yolsuzlukla, yandaş kayırmayla veya iktidarın keyfiyetiyle açıklamak isabetli görünmüyor. Düpedüz bir rejim değişikliğinin, Türkiye’nin şeklen de temsili demokrasiyle yönetilmediğinin tertemiz delili saymak gerekiyor. Zira iktidarın, yerel yönetimlerden Meclis muhalefetine kadar, temsilin asgari pratiklerini dahi ‘paralel yapı’ damgasıyla suç kabul etmesiyle; Recep Tayyip Erdoğan ve damadının yönettiği Varlık Fonu’nun giderek büyüyen kurumsal kapasitesi arasında bir bağ bulunuyor. Egemenliğin kayıtsız şartsız belli bir zümrenin hükmü altına girdiği, fonun şahsında cisimleşiyor.
***
Birinci Meclis’in Kastamonu’dan seçilmiş hukukçu vekili Abdülkadir Kemali Bey, 1921 yılında Meclis’te yaptığı bir konuşmada, “Bir teşkilât yaptınız mı, biliniz ki, memleketin başına bir müstebit ve bir zalim daha gelmiştir” diyordu. Devlet idaresindeki keyfiliği pek çok konuşmasında eleştirirken, bunu engelleyecek temel ilkelerden birinin bütçe hakkı olduğuna dikkat çekiyordu. Egemenliğin en başta gelen dayanağının, “milletin gelir ve giderler üzerinde söz ve karar hakkı” olduğunu savunuyordu, Kemali Bey. (*)
Söylendiği dönemdeki parlaklığı bir yana, elbette orijinal düşünceler değildi bunlar. Parlamento, anayasa, demokrasi vb. tarihinin, bir anlamda devletin gelir ve giderleri üzerindeki iktidar tekelini kırma mücadelesinin tarihi olduğu malumdur. İngiltere’de kralla derebeyleri arasındaki vergi çatışmasının sonunda imzalanan 1215 tarihli Magna Carta veya Amerikan bağımsızlık savaşının “Temsil yoksa vergi de yok” sloganı, demokrasi nosyonunun somut tarihsel uğraklarıdır. Keza Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ‘bütçe hakkı’ tartışmalarıyla beraber, bu fikre Türkiye de yabancı sayılmaz. Yani “demokrasi nedir?” sorusunun yanıtındaki ‘kök’ düşünce, devletin gelir ve gideri üzerinde söz söyleme hakkından gelir. Diğer hakları ete kemiğe büründürecek; temsil edilmeyi, seçim sandığını, Meclis kürsüsünü manalı kılacak zemin budur.
Türkiye’de fiiliyatta hukuki bir norm düzeyini aşamasa da daima temel ilke kabul edilmiş ‘bütçe hakkı’nda tahribat, Turgut Özal’la başladı. Kamu kaynaklarını sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda daha etkin seferber edebilmek adına, bütçe dışı fonlara başvurdu. Böylece vergi gelirleri, Meclis kararları ve denetimi olmadan arzu edilen kesimlere aktarılıyordu. Özal’ın kendi ailesi de dahil inşaatçı, tekstilci, ithalatçı, holdingler; kısaca halkın dışındaki herkes nemalandı fonlardan. Öyle ki kısa sürede fon sayısı ve ne kadarlık kaynağın kullanıldığı bilinemez oldu. ANAP iktidarından sonra denetim kurulları aylarca uğraşıp fonların aktif ve pasiflerini çıkaramadı. Sonuçta büyük çoğunluğu kağıt üzerinde isimlerinin üzeri çizilerek tasfiye edildi. 1993 yılında da Meclis kararıyla fonlar bütçeye alındı.
Özal; anayasayı, hukuki normları, teamülleri hiçe sayan, parlamentoyu, halkın temsil hakkını yük gören piyasa despotizminin tipik temsilcilerindendi. Liberal özgürlüğün amiyane tabiri sayılıp, o günlerde pek sevimli bulunan, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” zihniyetinin mirası, 90’larda halkın üzerine bir karanlık olup çöktü. Çetecilik, cinayetler, yolsuzluklar, örtülü ödenek skandalları, kamu bankalarının milyarlarca liralık batık kredileri vb. olaylarda ifadesini bulan siyasi yozlaşmanın başlıca sebeplerinden birisi, bu fon düzeniydi.
Peki sadece Meclis denetimini aşmak için mi fon yoluna sapıldı? İktidarların elinde olan bütçe hazırlama yetkisiyle yapılamıyor muydu tüm bunlar? Rejim değişikliği dediğimiz süreç burada somutlanıyor işte.
***
Bütçe esasında, toplumsal sınıfların kamu kaynakları üzerindeki bölüşüm mücadelesinin hukuki ve siyasi tezahürüdür. Temsil hakkı bunun parçası olarak anlam kazanır. Parlamentonun, komisyonların, denetim aygıtlarının işlevini ve hatta anayasanın ruhunu belirleyen şey, kamu kaynaklarını kullanma şeklidir. Kaynakların kim tarafından, nasıl, nereye harcandığını kararttığınız zaman, siyasi meşruiyeti de belirsizleştirmiş; onu, temsil hakkının kullanıldığı mekanizmalardan koparmış olursunuz. Böylece kendi koyduğu yasalardan kendi meşruiyetini devşiren, kendisi için var olan ve nihayetinde kendi kendini temsil eden bir iktidar çıkar ortaya.
Varlık Fonu, söz söyleme ve bütçe hakkını kendi tekeline almış böyle bir iktidarın somut formudur. Para edecek her kurumu hesap verme gereği duymadan bünyesine alma hürriyetine sahiptir. Parlamento ve yargı denetiminden azadedir. Üstüne salgın vesilesi ile çıkarılan son torba yasayla beraber de ticaretten vergiye, imardan personele, Sermaye Piyasası Kurulu’na (SPK) kadar neredeyse her kanundan muaf tutulmuştur.
Bu açıkça devleti var eden asli tekelin, yani hazinenin, mevcut anayasal düzenin dışına taşınması demektir. O artık parlamenter sistemin hazinesi değildir; Aristo’nun bir zümrenin siyasal gücünü pekiştirmek için zenginlikleri tekeline alması, servet edinme sanatı olarak tanımladığı türde bir ‘krematistik hazine’dir.
Hâlâ bir seçim sisteminin, oy sandığının, anayasanın, parlamentonun bulunduğu koşullarla, ancak merkantalizm öncesinde görülebilen böyle bir hazine anlayışının uyuşması mümkün mü?
Öz, biçimi belirliyor. Parlamenter rejimin elde kalan şekli kaidesi de tuğla tuğla sökülüp atılıyor. Çaykur da tabutuna çakılmış çivilerden birisi daha oluyor.
* https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9236/butce-hakki
Parlamenter sistemin tabutuna bir çivi daha – Bahadır Özgür
KaynakGazete Duvar