“Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değil dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir.”
Sanat, bin yıllardan beri tartışma konusudur. Gerek tanımı, gerekse işlevi olsun, her dönemde farklı biçimlerde ele alınarak bir çatışmalar yumağı olarak icra edilir. Bunların üzerine bir de kapitalist dönemde patlama yapan farklı akımları, 1900’lerin avangardlarını, her akımın yaklaşımlarındaki radikal farklılıkları ekleyince işin içinden çıkılamamaktadır.
Sanata dair çatışmaların temeline inildiğinde, tanımdaki muğlaklık göze çarpar. Herkesin bir sanat tanımı varsa da tutarlı bir biçimde açıklanan, ilkel mağara resimlerinden NFT’lere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan, bunu yaparken de sanatın toplum içerisindeki hareketini derinleştirebilen bir tanım net bir şekilde ortaya konamamaktadır. Öyleyse sanatla ne yapacağımızı tartışmadan önce, sanatın kendisini anlamak şarttır.
Sanatı tanımlamak istiyorsak ona sınırlar çekmek gerekir, zira bugün her şey sanat olabilir. Konu bugün öylesine muğlaktır ki sanat, onu yapan kişinin niyetinde olabilir. Veya bir kişinin bir şeye sanat demesi, onu sanat yapabilir. Sanat üstün bir yeteneğin ürünü, çok beğenilen estetik bir obje veya sanatçının bir ifadesi olarak ele alınabilir. Bu tanımlar, sanatı metafizik yaklaşmanın sonuçları olsa da günün sonunda karar, galericinin keyfine kalır. Öyleyse konuya başka türlü yaklaşılmalıdır.
Diyalektik materyalist bir bakış için Marks, Engels ve Lenin’in yazılarına bakarsak, yansıma kuramıyla karşılaşırız. “Marx ve Engels’in olduğu kadar, Lenin’in de yansıma kuramları, Marksist-Leninist estetiğin candamarını oluşturur. ‘İnsan bilinci gerçekliği yalnızca yansıtmakla kalmaz, ama aynı zamanda onu yaratır da,’ diyordu Lenin. Demek ki, sanat, gerçekliğin yalnızca edilgen bir yansıması değil, ama aynı zamanda etkin bir biçimde yaratılmasıdır da. Sanat ile gerçeklik arasındaki bu diyalektik ilişki, sanatsal bilginin olduğu kadar, sanatsal yaratının da temelini oluşturur.”
Marx, Engels ve Lenin’in sanat üzerine yazıları, bilimsel bir bakış sunmak için ön açıcıdır. Keza yansıma kuramı sanatın, gerçekliğin bir tür yansıması olarak kabul edilmesine dayanır. Buradaki yansıma, sanatı ideal olanın taklidi veya gerçeğin aynası gibi ele almaz. Sanat, gerçekliğin bilinçteki tasarısının yansıtılması olarak ele alınır. Yani özne deneyimlerini sanat eserinde yansıtır.
Bu açıklama doğru olsa da yansıma kuramı sanatı tanımlamak için fazlasıyla muğlaktır. Kişinin her türlü eylemi zaten gerçekliğinin nitelikli bir yansıması olduğundan burada sanatı ayırt eden bir açıklama yoktur. Bu tanımlama yeterli gelmediğinden, sanat tarihine bakılması gerekmektedir.
Sanat Tarihi
Sanat tarihinde ise temel bir problemle karşılaşırız. Bugün bildiğimiz sanat türleri yenidir. Farklı toplumlar sanatı başka şekillerde ele aldıklarından neye sanat deneceği önemli bir konudur. Kimi zaman felsefe bir sanat olarak ele alınırken resim bir sanat sayılmamaktadır.
Şimdilik günümüzde sanat olarak kabul edilen üretim biçimlerine yani müzik, dans, resim, tiyatro, heykel gibi üretimlere nakarsak binlerce yıl öncesine gidebiliriz. İlkel komünal toplumda mağara resimleri, hayvan figürleri ve kabile dansları gibi sayısız ürün bulunur. Bu ürünler insanın doğa ile olan çelişkisinden doğmuşlardır. Mağara resimleri avcılık yöntemlerini öğretecek, figürinler hayvanları tanıtacak, danslar da doğanın hareketlerini anlatacak biçimde örgütlenir. Ezgiler iş yaparken koordinasyonu sağlarken, hikayeler hayat bilgisi sunar. Buraya dair Fischer, büyücü insandan söz eder.
“İnsan, çalışmasıyla, dünyayı bir büyücü gibi dönüştürür: bir ağaç parçası, bir kemik, bir çakmaktaşı, belli bir örneğe benzeyecek şekle getirilir, böylece tıpatıp o modele dönüştürülmüş olur; maddesel nesneler işaretlere, adlara, kavramlara dönüşür; insanın kendisi hayvandan insana dönüşür. İnsan varoluşunun ta kökündeki bu büyü -güçsüzlük duygusu ile birlikte güçlülük bilincini, doğa korkusu ile birlikte doğaya üstünlük sağlama yeteneğini yaratma- her türlü sanatın başlıca özüdür. İnsanların kullanabilmesi için taşa yeni bir biçim veren ilk alet yapıcı, ilk sanatçıydı. Bir nesneyi doğanın sonsuzluğu içinden seçip onu işaretleme yoluyla evcilleştirerek öbür insanların kullanabileceği bir alet olarak ortaya çıkaran ilk ad-verici de büyük bir sanatçıydı. Ritmik bir ezgi yoluyla çalışma sürecini düzenleştiren, böylece insanın toplu iş gücünü artıran ilk örgütleyici de bir sanat yalvacıydı. Hayvan kılığına girip bu benzeşme yoluyla avı yakalamayı kolaylaştıran ilk avcı, belli bir çentik ya da süsle bir aracı ya da silahı işaretleyen ilk taş devri insanı, bir hayvan derisini bir kayaya ya da ağaca gererek aynı cinsten hayvanların yakalanmasını sağlayan ilk oymak beyi, bütün bu insanlar sanatın öncü atalarıydılar.”
Fischer, ilkel komünel toplumdaki üreticileri sanatçı sayabilecek bir varsayımda bulunur. İnsan, emeği yoluyla dünyayı değiştirirken bir sanatçı haline gelir. Geleceğin sanatçısının temelinde dünyayı emeğiyle kuranlar bulunmaktadır.
Emek konu haline geldiğine göre, bunun nasıl sanata dönüştüğünü anlamadan önce, emeğin insanı ve dünyayı nasıl değiştirdiğini anlamak gerekir. Marx’a göre,“[E]vrensel tarih adı verilen şeyin tümü, insanın insansal emek tarafından oluşturulmasından, doğanın insan için oluşundan başka bir şey değildir; öyleyse o, kendisinin kendisi tarafından oluşturulmasının, kendi doğum sürecinin açık ve çürütülmez kanıtına sahiptir.”
Ve Engels ekler. “Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır-ki bu kaynak, hemen hemen doğadan sağladığı materyali, zenginliğe çevirir. Ama bundan da sonsuz denecek kadar fazla bir şeydir. O, insanın tüm varlığının temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek, insanı bizzat yarattı diyebiliriz.”
Öyleyse insan, emeğiyle hem doğayı dönüştürmüş hem de kendisini yaratmıştır. Fischer’in bahsi, Marx ve Engels’in zamanında vurguladıkları meseleden uzak değildir. Emeği yoluyla dünyayı dönüştüren, tıpkı bir büyücü gibi madde üzerinde egemenlik sağlayan insan, sanatın öncü atasıdır. Emek sanata içkindir. Dolayısıyla da sanat eseri ancak insan emeğinin bir ürünü olabilir.
Sanat ve Emeğin ayrımı
Sınıflı toplumlara geçilmesiyle sanat kavramının ortaya çıktığı görülür. Sanat, sınıflı toplumların farklı evrelerinde farklı anlamlar kazanır. Bu ilk tanımlar sanata bir beceri veya nitelikli bir üretim anlamı yükler. Shiner, Sanatın İcadı’nda, konuyu derinlemesine ele alır.
“İngilizcedeki ‘art’ sözcüğü, at terbiyeciliği, şiir yazma, ayakkabıcılık, vazo ressamlığı ya da yöneticilik gibi her türlü insani beceriyi ifade etmek için kullanılan Latince ars ve Yunanca techne sözcüklerinden türetilmiştir. Bu eski düşünüş tarzında insanların sanat faaliyetlerinin karşıtı zanaat değil doğaydı. Bu eski ‘sanat’ anlayışı bugün bile kısmen yaşıyor ve bunun sonucu olarak bizler tıp ya da aşçılık gibi kimi faaliyetleri hâlâ ‘bir sanat’ olarak nitelendiriyoruz. Ancak XVIII. yüzyılda bu geleneksel sanat kavramının yazgısını tayin edecek bir bölünme gerçekleşti. (…) Bir tarafta yeni güzel sanatlar kategorisi (şiir, resim, heykelcilik, mimarlık, müzik), bunun karşısında ise zanaatlar ve popüler sanatlar (ayakkabıcılık, nakışçılık, hikâye anlatıcılığı, popüler şarkılar, vesaire). Artık, güzel sanatlar diye adlandırılan şey, esin ve deha ile ilgili bir meseleydi, bunlar incelmiş zevkler yaratarak ke ndi kendilerini amaç olarak sunan şeylerdi; halbuki zanaatların ve popüler sanatların icrası için becerinin ve kuralların varlığı yeterliydi: bunların hedefi sırf kullanım değeri sunma ya da eğlendirmekten ibaretti. (…) Nitekim bugün ‘Şu gerçekten sanat mı?’ diye sorarken artık ‘İnsan ürünü mü yoksa doğanın ürünü mü?’ sorusunu değil, ‘Prestijli (güzel) sanatlar kategorisine mi ait?’ sorusunu kastediyoruz.“
Beceriyi ve nitelikli bir üretimi tarif eden sanat, kapitalist döneme geçilmesiyle birlikte güzel şeyler üreten, esine ve dehaya bağlı bir olgu haline gelir. Shiner, şöyle devam ettirir:
“Bu şekilde yalnızca o eski sanat/zanaat düşüncesinin sanat ve zanaat karşıtlığı halinde ikiye ayrılmasını değil aynı zamanda bunun paralelinde oluşan, sanatçıyı zanaatçıdan, estetik kaygıları yararlılık ve sıradan zevklerden ayıran bölünmeyi de aklımızdan çıkarıyoruz. XVIII. yüzyıldan önce ‘sanatçı’ ve ‘zanaatçı’ terimleri birbirlerinin yerine kullanılıyordu; ‘sanatçı’ kelimesi yalnızca ressamlar ve besteciler için değil aynı zamanda ayakkabıcılar, at arabası tekerleği yapımcıları, simyacılar ve liberal sanatlar öğrencileri için de kullanılabiliyordu. (…) Ne var ki, XVIII. yüzyılın sonuna gelindiğinde ‘sanatçı’yla ‘zanaatçı’ birbirinin zıddı haline gelmişti; artık ‘sanatçı’ güzel sanat eserlerinin yaratıcısıyken, ‘zanaatçı’ sadece faydalı ya da eğlenceli şeyler yapan birisiydi. ” Shiner açıkça söyleyemese de sorun ortadadır. Sanat ve emek bağlantısı kopartılmıştır.
Kapitalizmle birlikte sanat ve emek birbirinden ayrı şeylermiş gibi ele alınmaya başlanır. Sanat dehanın eseri iken zanaat monoton emeğin ürünüdür, sanatta kural yoktur, sanat ifadenin ve esinin gücüne bırakılmalıdır, sanat sırf kendisi için yapılmalıdır, sanat işlevsel değildir gibi cümleler sanatın emekten koparılmasını tarifler. Sınıflı toplumlarda temel çelişki insanın doğa ile olan çelişkisi olmaktan çıkıp sınıf çelişkisi haline geldiğinden, sanat da sınıf çelişkisi içinde gelişir. Kapitalizm, her şeyi metalaştırdığı gibi sanatı da metalaştırır ve onu evcilleştirip emekle olan bağını koparır.
Sanatın emekle olan bağının koparılması onun yüksek bir dehanın ürünü olarak algılanmasına yol açar. Böylece bu ürün hayatın geri kalanıyla buluşturulmadan pazarlanıp satılabilir. Sanat için sanat söyleminin kapitalist dönemde ortaya çıkmış olması rastlantı değildir. Sadece kendisi için yapılan bir şeyin var olduğu iddiası, sistemle bağları gizlemektedir. Sanatın kendisi için yapılması, onu toplumla bağı olmayan, istediğini söyleyip istediğini eyleyebilen, bu yüzden de her şeyi yapabilmesine rağmen etkisiz bırakılan, evcilleştirilmiş bir hale dönüştürür. Böylece sanat ile yeni bir pazar kurulabilir.
“Sanatsal yetinin sadece belli bireylerde yoğunlaşması ve buna mahkum geniş kitlelerde bu yetinin baskıda tutulması, işbölümünün sonuçlarından biridir. (…) Her ne halse, toplumun komünist bir düzen içinde örgütlenişiyle birlikte, sanatçının bütün bütüne işbölümünden ötürü bölgesel ve ulusal sınırlılıkla bağlı kalışı kadar; bireyin kendisini sadece bir ressam, bir heykeltraş, vb. haline getiren, belirli bir sanata bağlı kalışı da ortadan kalkar; sanatçı adı onun mesleki gelişmesinin sınırlılığını gösterir sadece. Komünist bir düzende, ressamlar yoktur, başka etkinliklerinin yanı sıra resimle de uğraşan insanlar vardır.”
Sanatçı kavramı, sınıflı toplumların ürünüdür. İşbölümünün sonucu olarak, sadece belirli kişilerin sanat yapabilmesinden dolayı sanatçı diye bir tanımlamaya gerek duyulmuştur. Sınıfsız bir toplumda emeğiyle dünyayı var eden herkes sanatçılaşabildiğinden, işbölümünü tarifleyen haliyle bu tanımlama gereksizleşir.
Öyleyse sanata yaklaşırken temel bir ayrım elde edilmiş olur. Sanat bir üretim süreci, sanatçı ise sanatı icra eden emekçidir. Sanat eseri de sanatçının ürünüdür. Sorun, hangi emeğe sanat veya hangi emekçiye sanatçı denileceğindedir.
Yabancılaşmamış Emek
Eagleton, ilginç bir saptamada bulunur. “Erkekler ve kadınlar üretimi ancak özgürce ve kendileri için yaptıklarında gerçekten üretim yaparlar. Yalnızca komünizmde bu tam anlamıyla olanaklı hale gelecektir ama bu arada sanat olarak bildiğimiz bir tür uzmanlaşmış üretimin önceden tadına varabiliriz. (…) Sanat, yabancılaşmamış emeğin görüntüsüdür. Marx kendi yazıları için de böyle düşünmeyi severdi; bir keresinde bunları ‘sanatsal bir bütün’ olarak tanımlamıştır;”
Eagleton’un iddiası, sanatın yabancılaşmamış emeğin görüntüsü olduğudur. Bugün sanat yabancılaşmanın, en azından emeğin yabancılaşmasının ortadan kalktığı nadir yerlerde ortaya çıkan bir süreç olarak karşımızdadır. Eagleton’un bu iddiasını Molyneux, Dialectics of Art isimli kitabında detaylıca işler. Kitabın türkçesi olmadığından metni özetlemekle yetineceğim.
Molyneux’un ifade ettiği temel nokta, sanat üretimlerinin, kapitalizmin ürettiği yabancılaşmış emeğin karşısında, onunla gerilim halinde geliştiğidir. Yabancılaşmış, ücretli emeğin alanı her geçen gün daha da büyürken sanat, bu yabancılaşmış emeğe dahil olmayarak, kısmen ayrıcalıklı sınıfsal konumu sayesinde icra edilir. Konu, emeğin üretici/sanatçı tarafından kontrol edilmesidir. Dolayısıyla Molyneux, sanat, yabancılaşmamış insan emeğinin bir ürünüdür der.
Molyneux, sosyalizmle beraber yabancılaşmaktan kurtulan emeğin diyalektik biçimde sanatı geliştirdiğini ve kitlelerin yaratıcılığını açığa çıkardığını söyler. Ekim Devrimi’nden sonra sanat, toplumda sanatçıların daha önce dokunmadıkları yerlere ulaşır. Sosyalizm ilerledikçe sanat, ayrı bir kategori olmaktan çıkacaktır, çünkü onu kategorileşmeye zorlayan yabancılaşmış emek kaybolacaktır. Bu durum insanlar sanat yapmayacaklar anlamına gelmez, sanatı öteki eylemlerinin yanında yaptıkları bir şey haline getirir. Yani Molyneux, Marx’ın ressam örneğini geliştirip komünist bir toplumda sanatın, üretime içkin bir olgu olarak yaşayıp gelişeceğini iddia eder.
Öyleyse sanat üretimi için temel koşul, emeğin yabancılaşmaktan kurtarılmış olmasıdır. Yabancılaşmış emek, özne ve ürün arasındaki bağ kopuk olduğu için ortaya özgün, yeni veya öznel müdahaleye açık bir eser koyamaz. Üretim, kuralları belirlenmiş, değişikliğe ve müdahaleye kapalı gerçekleştiğinden yabancılaşmış emek, sanata dönüşemez. Sanat ancak emeğin yabancılaşmasının ortadan kalkmasıyla kendini var edebilir.
Ancak buradaki yabancılaşma, özel olarak emeğin yabancılaşmasıdır. Emeğine yabancılaşmayan bir üretici sanatçı olabilse de bu durum onun kendisine, topluma veya doğaya yabancılaşmamış olduğu anlamına gelmez. Bir sanatçı hayatın diğer alanlarında yabancılaşmayı deneyimleyebilir. Örneğin Kafka’nın sanatçılığı, onun topluma yabancılaşmışlığı kadar ortadadır.
Ancak sanata yabancılaşmamış emek demek yetersizdir. Çünkü bu durumda yabancılaşmamış tüm emek biçimlerine sanat deneceğinden sanat tanımı anlamsızlaşır. Yabancılaşmamış emek, sanat üretimi için temel koşuldur. Ancak o zaman emek sanata dönüşme sürecine başlayabilir.
Ürünün sanat eseri olması, o ürünü nitelikli kılmaz, sadece oradaki üretim sürecine dair fikir verir. Yani yabancılaşmamış emeğin üretimi sanat icrasına kapı aralasa da sanatın niteliğini cevaplamaz. Mermer ile yıllarca çalışmış biri ile ilk defa eline mermeri alan birinin ürünleri arasında önemli farklar vardır. Bu nitelik farkını anlayabilmek için, birisine iyi sanat ürünü derken ötekisine kötü sanat ürünü diyebilmenin koşullarını görebilmek için sanatçıların üretim sürecindeki özgürlüğünü anlamak şarttır.
Özgürleşmiş Emek
Eagleton konuya dair şunu der, “Sonuçta sanatın insan kapasitesini gerçekleştirme gücü, toplumun kendisinin dönüşümü vasıtasıyla söz konusu kapasitelerin serbest kalmasına bağlıdır. Marx 1844 El Yazmalarında, yalnızca toplumsal yabancılaşmanın aşılmasında sonra ‘insanın nesnel duyusallığınm zenginleşmesiyle, müzikal bir kulak, biçimin güzelliğini algılayan bir göz, kısacası insan hazlarını duyumsama kapasitesinin (…) kısmen geliştirilmiş (…) kısmen meydana getirilmiş’ olacağını iddia eder. O halde, Marx için sanatın insanın güçlerini sergileme yeteneği, tarihin kendi nesnel hareketine bağlıdır. Sanat, toplumun belli bir düzeyinde fikri ile maddi yapıtın ayrılmasıyla sonuçlanan ve böylelikle bir grup sanatçı ile entelektüeli göreli olarak üretimin maddi araçlarından ayıran işbölümünün bir ürünüdür.’
Yani sanat, kapitalist işbölümünün aşılmasıyla gelişecektir. Fakat tüm bu gelişmişlik şu an küçük bir zümrededir. Öyleyse sanatın temelinde icracının özgürlüğü yatmaktadır.
“Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne kadar özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında, görünüşte canının istediği gibi seçen, belirsizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar âleminden ayrılan ilk insanlar, her esas noktada, hayvanlar kadar az özgür idiler; ama uygarlığın her ilerlemesi, özgürlüğe doğru atılmış bir adımdır.”
Engels’e göre özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır. Dolayısıyla da özgürlüğe ancak zorunlulukları anlayan, müdahale edip değiştirebilen, bilgi ve eylem sahibi bir özne sahip olabilir. Öyleyse emek özgürleştikçe üretimin niteliği artmaktadır. Yani sanat, emeğin özgürleşmesindedir.
Özgürleşmiş emeğin üretimi, sadece ihtiyacı karşılamaya değil, arzulananı üretmeye de dönüktür. Ürün, gereken kadar olmaktan çıkar, öznenin ve toplumun istek ve ihtiyaçlarına uygun bir ürüne, sanat eserine dönüşür. Amaç, tek başına doymak değil, lezzetli ve besleyici yemek yapmak olur. Böylece ürünün niteliğinde büyük bir sıçrama gerçekleşir.
Bu iddia, sanatın bilindik formlara sığmayacağını da anlatır. Sadece resim, müzik, dans, tiyatro, sinema ve heykel gibi formlar değil, emek içeren tüm faaliyetler doğru koşullar altında bir sanata dönüşebilir. Emek özgürleştiğinde resim yapmak kadar duvar boyamak da sanat olur. Dans kadar savaş da bir sanat olur. Yönetmenlik kadar liderlik de bir sanat olur. Emek yabancılaşmamışsa, sanata dönüşmeye adaydır. Çünkü koşullara uygun hareket edip müdahale etmeyi ve istediği sonuçları almayı öğrenecektir. Böylece özne, emeğiyle güzel bir ürün de üretebilir, kendini ifade de edebilir, toplumu da dönüştürebilir. Zorunluluğun bilincine varmak, emeği etken kılar.
Özne, maddeyi dönüştürürken ondan öğrenir ve kendini de dönüştürür. Hangi duruma nasıl bir üretimin gerektiğini ve hangi aletlerle maddeye nasıl müdahaleler edileceğini öğrenir. Özne, zorunluluğun bilincine vardıkça üretiminin niteliği artar. Emek, özgürleştiği takdirde çevresini sanat eserine dönüştürürken, üreticiyi de sanatçıya dönüştürür.
Bu durum, sanatın öğrenilebilir, geliştirilebilir ve değiştirilebilir bir süreç olduğunu da anlatmaktadır. Sanat nereden geldiği belirsiz bir deha veya yeteneğin sonucu değil, madde üzerinde kurulan bir yetkinliğin sonucudur. Bu süreçte kişinin belirli yatkınlıklarının olması, bütün bir üretim sürecini yeteneğe indirgeyemez. Önemli olan, emeğin özgürleşmesidir.
Eskiyi Yıkmak
Sanata yönelik bu yaklaşım, sanatın günümüzdeki yerini yeniden ele almayı gerektirir. İlk olarak bugün herhangi bir eseri incelerken “Bu sanat mı?” sorusunu sormayı anlamsız kılar. Çünkü eser sanat değildir, en fazla bir sanat ürünüdür. Yani konu sadece eserin kendisini değil o eserin üretim sürecini de ele almayı gerektirir. Bugün galeri ve müzelerde sergilenen “sanatların” ardında görünmez kılınan üretim süreçleri açığa çıkarılabilir, yok sayılan emek görünebilir. Böylece sanat sadece estetik bir unsur olmaktan çıkıp çok daha kapsamlı bir olgu olarak ele alınabilir.
İkinci olarak bu yaklaşım, sanatın ardındaki giz perdesinin kaldırılmasını, sanat ile yetenek, hüner, deha, ilham gibi kavramlarla kurulan metafizik ilişkiyi yıkat. Sanatçıyı sanatçı yapan onun dehası değildir, sanatını icra ederken kullandığı emektir. Emeğini ne kadar özgürleştirebilirse o kadar gelişkin bir ürün ortaya koyabilecektir. Bir gitaristin müzik yapabilmek için öncelikle gitarını tanıması, nereden hangi nota çıktığını bilmesi, notaların ve akorların kendi içlerindeki ilişkileri tanıması gerekir. Ancak bu da yetmez, bu bilgisini pratiğe dökebilmesi, aklında tasarladıklarını gitarında uygulaması gerekir. Yani müzik yapabilmek doğuştan gelen yeteneğin ürünü değil, teori ve pratiğin harmanlandığı bir emeğin ürünüdür.
Üçüncü olarak bu yaklaşım, sanat olarak tanımlanan bazı unsurları sanatın dışına iterken sanat olarak tanımlanmayan bazı unsurları sanatın içine alır. Örneğin bahçıvanlık da bir sanat olabilir. Eğer bahçıvan kendi isteğiyle kendi istediği gibi bahçıvanlık yapabiliyor, konuyu öğrenip emeğini örgütleyebiliyorsa, kendi kültürel yargılarını ve estetik kaygılarını işine katabiliyorsa onu sanatçıdan saymamak için hiçbir neden kalmaz.
Ancak bunun tersi de mümkün olabilir. Örneğin devlet operasındaki müzisyeni düşünelim. Neyi çalıp neyi çalamayacağını kendisinin seçemediği, süreç üstünde söz hakkının olmadığı, ondan tek beklenenin notaları harfiyen çalmak olduğu bir koşul içerisinde hayal edelim. Bu kişi müzisyendir ancak sanatçı değildir. Üretim süreci hakkında herhangi bir söz hakkı olmayan bu emekçinin emeği, yabancılaşmış emektir. Yapabileceği tek şey bir sonraki parçayı kusursuz çalabilmek için hazırlanmak olabilir. Onu sanatçı yapabilecek olan, bu süreci kırması olacaktır.
Dördüncü olarak bu yaklaşım, sanatın nasıl gelişebileceğine yönelik net bir bakış sunar. Sanat, emeğin bir niteliği olarak ele alındığından, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin değişmesiyle beraber değişir. Yani ilkel komünel dönemdeki sanat ile feodal toplumdaki sanat arasında ciddi bir nitelik farkı olacaktır. Birinde sanat hayatta kalmak için savaş veren insanın üretim süreci olarak ortaya çıkarken birinde ise kilisenin ideolojik gücünü artırmak için kullandığı bir araç olabilir. Dolayısıyla tüm bu sürecin değişmesi, sanatı da değiştirecektir. Sanatçının araçları geliştikçe sanatı da gelişecek, sanatçının toplumdaki yerine göre sanatın içeriği ve biçimi değişecektir.
Son olarak bu yaklaşım, sanatçının sınıfsal konumunu daha net bir şekilde ortaya koyar. Sanatçının üretim aracıyla kurduğu ilişki, onu burjuvazi ile proleterya arasında salınan bir konuma sokmaktadır. İki ihtimal vardır. Sanatçı, özgürlüğünü sahip olduğu veya ona vaat edilen sermaye yoluyla edinebilir. Dolayısıyla sanatçı burjuva ideolojisiyle donanmış, burjuvazinin sözcülüğünü yapan bir konumda bulunabilir. Ancak tam tersi bir yerden, özgürlüğünü savaşımı yoluyla da edinebilir. Bu yolu seçen bir sanatçı, işçi sınıfının yanında olup sınıfının bir aydını, savaşçısı haline gelebilir. Tabi bu iki cephe arasında salınan sanatçılara bakarken sınıf savaşımının o anki konumunu görmek elzemdir. Keza para ettiği için Brecht oynamak da vardır, para olmadığı için banka reklamında oynamak da.
Sonuç
Yazının sonuna gelirken tüm bu dediklerimi özetlemeye kalkarsam, sanat özgürleşmiş emek olarak tanımlandığında sanatçının özneleşen, özgürleşen, yöneten emekçi haline geldiğini söyleyebilirim. Sanatın özgürleşmekle ne kadar ilgisi varsa, sanatçılığın da yönetmek ile o kadar ilgisi vardır. Sanatçının önemi, onun salt estetik, görünür, güzel işler yapmasından doğru değildir. Sanatçının önemi, emeğini özgürleştirebilmiş olması ve bu yolla da ihtiyaca ve isteğe yönelik çevresini örgütleyebilmesindendir. Öyleyse bugün sanatçı olduğunu bilmeyen pek çok yoldaşımız varken, sanatçı olmadığının farkında olmayan pek çok sanatçı arkadaşımız da bulunmaktadır.
Sonuç olarak, sanatçının yapması gereken şey ihtiyacı görebilmek, çevresini buna uygun örgütleyip işleve uygun bir ürün ortaya koyabilmektir. Yaratıcılığın kaynağı burasıdır. Sanatın gelişmesi, tekniğe karşı değil, teknikle beraber çalışarak, bilim bilerek, tekniği geliştirerek, ihtiyaca yönelik üretimi örgütleyerek olur. Sanatçı, yönetebileceği başka alanlara yöneldikçe sadece kendi emeğini özgürleştirmekle kalmayacak, toplumun özgürleşmesi için de savaşacaktır. Verdiği emekle hem yeni bir sanat, hem de yeni bir toplum kuracaktır.
*17. Karaburun Bilim Kongresi’nde Ezilenlerin Estetiği oturumunda sunulmuştur.
[1] Bertolt Brecht
[2] Marx – Engels – Lenin, Sanat ve Edebiyat Üzerine, S.15
[3] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, S.34
[4] Karl Marx, 1844 El Yazmaları, S. 104
[5] Friedrich Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, S.1
[6] Larry Shiner, Sanatın İcadı, S. 22
[7] Larry Shiner, Sanatın İcadı, S. 23
[8] Marx, Engels, Lenin, Sanat ve Edebiyat Üzerine, S.108
[9] Terry Eagleton, Marks Neden Haklıydı, S.141
[10] John Molyneux, Dialectics of Art, S. 34
[11] John Molyneux, Dialectics of Art, S. 55
[12] Terry Eagleton, Marksizm ve edebiyat eleştirisi, S. 89
[13] Friedrich Engels, Anti Dühring, S.133