Kemal Kurkut kararı, benzer davalardaki bütün cezasızlık kararları gibi, bir kere daha öldürmeyi serbest bırakıyor. Cezasızlık demek “devletin öldürme hakkını” yaşama hakkına karşı korumak demek zaten. Bu kararlara yeterince ses çıkarmayan muhalefet ettiğine inanmamızı isteyebilir, ama esasında tetiği çekenle hükmü verenin ortağıdır.
“Canlı bomba.” Diyarbakır valisi böyle duyurmuş, pardon buyurmuştu Kemal Kurkut öldürülünce. Canlı olduğu doğruydu, öldürüldüğü de doğruydu ama ortada bomba filan yoktu. Belden yukarısı çıplak canlı bombayı kim görmüş?
Valinin “bomba”sı elinde kaldı, başka bir vakada başkasına atmak üzere.
Elinde kaldı çünkü Abdurrahman Gök, (KHK ile kapatılan DİHA muhabiriydi o zaman) olan bitenin fotoğrafını çekmişti. Her şey gün gibi ortadaydı. Elleri her türlü cesaretlendirilen polisler silahlarını konuşturmuş, silahların ağzından çıkan kurşunlar Kemal Kurkut’un canını almıştı. Valinin ağzı, silahların ağzını haklılaştırmaya çalışıyordu sadece. Herkesin gördüğünün göründüğü gibi olmadığına inandırmaya çalışıyordu yani. Bir diyalog biçimiydi bu, devletin Kürt illerindeki konuşma biçimi böyleydi.
Kılıç hakkının bireysel hali öldürme hakkı
Herkes gördü de ne oldu? Abdurrahman Gök fotoğrafladı da ne oldu? Kemal Kurkut’u vuran polis beraat etti.
“Silah kullanma yetkisi”ni kullanma koşullarını düzenleyen kanun açık olsa ne yazar? Yargıtay’ın silah kullanma sınırlarını belirleyen apaçık kararı kaç yazar? Kemal Kurkut “canlı bomba” olmasa ne yazar. Kadim bir mekanizma yürürlüktedir: Cezasızlık. Böyle deyince pek bir şey anlaşılmıyor, hukukçular cezasızlık diyor ama bu mekanizmanın asıl adı “öldürme hakkı”dır. Silahların kolayca ateşlenmesi, valinin ölümü bombayla örtme çabası, bu hakkın kullanılarak korunması içindir. Hukukun devlete karşı korumaya çalıştığı “yaşam hakkı”na karşı devletin kişilere karşı korumaya aldığı öldürme hakkı. “Kılıç hakkı” denilen şeyi son yıllarda çok duymamız sebepsiz değil, öldürme hakkının kitlesel plandaki ideolojik haklılaştırması demek çünkü o.
Öldürme hakkı prosedürü
Öldürme hakkını kullanmanın üç aşaması var, yazılı olmayan cezasızlık prosedürü de diyebiliriz buna: Önce dava açmaya engel olacak bütün imkanlar kullanılır. Ola ki etkili bir hukuk mücadelesi verilir de dava açılırsa işler kolaylaşmaz: İdari-adli bürokrasi, tüm kadrolarıyla yeni bir engelli parkur üretir. Hepsi aşılır da karar aşamasına gelinirse, tutarsız akıl yürütmeler eşliğinde bir beraat ya da olası en alt sınırdan ceza ile iş kapatılır. Kemal Kurkut için hak arama mücadelesi verenlerin payına beraat düştü.
Beraat, yani yaşam hakkı-öldürme hakkı çekişmesinde öldürme hakkının kazanması demek. Mahkeme kararının gerekçesinde yazısız olarak “Elinizi korkak alıştırmayın aslan parçaları” diye yazıyor esasen. Bir başka deyişle, bu Kemal Kurkut cinayeti hakkında bir karar değildir sadece, bu devletin egemenlik sınırları içindeki topraklarda kalan herkes için verilmiş bir karardır. İdamın yazısız biçimde yürürlükte olduğunu gösteren bir karar. Her zaman olduğu gibi “muhalefet partileri”nden (Elbette HDP hariç) bu karar hakkında etkili bir söz ya da başka bir çıkış duymadık. Oysa bir yurttaşın ölümüne onay veren ve kalanların öldürülmesine açık çek anlamına gelen bu karara itiraz etmeden “muhalefet” ettiğini zannetmesin kimse. Tetiği çekenin değilse kararı verenin yanındadırlar.
Bakan bey ne dedi ne anlamak lazım?
Birkaç gün önce Adalet Bakanı (hayır hayır Çakıcı değil, Abdulhamit Gül) reformdan filan bahsedip, şu lafları söyledi: “Arkadaş, yargı konjonktüre bakmaz, yargı hatıra bakmaz, yargı birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur.” Tabii aynı nutukta eklemeyi unutmadı: “Asıl olan uygulamadır.”
Dosya, vicdan, hukuk ve Anayasa başka bir şey yazıyor, Kemal Kurkut kararı başka bir şey diyor. Laf başka icraat başka. Pek ne diyor Adalet Bakanı? Sadece yazılı kanunlarla yazısız kanunlar arasında sörf yapıyor. Herkes eşittir yazar, Kürtler o kadar da eşit değildir diye okunur ışığa tutunca. Yaşam hakkı korunur diye yazar, öldürme hakkından vazgeçilemez diye okunur. Çünkü iktidara göre hukuk reformu demek, kimsenin bir daha hukuk reformu diyemeyeceği, isteyemeyeceği nizamı alemi kurmak demek. Başka bir deyişle “re-form” denilirken aslında “de-form” deniliyor. Yoksa “Adalet yerini bulsun isterse kıyamet kopsun” diyen bir Adalet Bakanı’nın olduğu yerde, herkesin gördüğü cinayetin davası böyle bitebilir miydi? Öyle mi Adalet Bakanı?
Notlar
1
Davayı yakından izleyen “failibelli.org” internet sitesinde dosyanın ayrıntılarına ulaşmak mümkün. Şu linkteki metin bile yeterli olan biteni anlamak için.
2
Kemal Kurkut’u öldüren beraat etti ama o kanlı sahnenin görüntülerini kamuoyuna ulaştıran gazeteci Abdurrahman Gök 20 yıl ceza talebiyle yargılanıyor. Bu dava da öldürme hakkının korunmasına yönelik bir devlet işlemi esasen, bir hukuk-ceza davası değil yoksa. Çünkü öldürmeyi gizleyecek bir medya istiyor iktidar, gizleyemediğinde de haklılaştıracak bir medya. Gök’ün “suç”u bu isteğe uymaması. Gök anlatıyor:
https://www.mlsaturkey.com/tr/kemal-kurkut-cinayetini-fotograflayan-abdurrahman-gok-polis-fotograflari-silmek-istedi/
3
Adalet Bakanı’nı dinleyince insan “beklenti” ile “gerçekleşme” arasındaki farka şaşırıyor:
“Bir dosyada verilen kararla ilgili ister kazanan, ister kaybeden ‘kim olsa aynı kararı verirdi’ dedirtebiliyorsak işte orada hakikat ortaya çıkmıştır ve adalet tecelli etmiştir. İşçisi, iş vereni, öğrencisi, memuru, çiftçisi, esnafıyla toplumun yargıdan da beklediği işte budur. Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun, bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur. ‘Şu ne der bu ne der, adliyeye gelen insan şöyle telkinde bulundu, şu nasıl bakar, nasıl değerlendirir, bu konjonktüre uygun mu’ Arkadaş, yargı konjonktüre bakmaz, yargı hatıra bakmaz, yargı birilerinin dediğine bakmaz. Yargı dosyaya, vicdanına, hukuka Anayasa’ya bakar. Bizim beklentimiz budur.”
Eskiden “yalan” diye bir şey vardı, şimdi “post-truth” diye bir laf çıktı, kafana göre konuş, güç sende nasıl olsa demek galiba.
4
Kemal Kurkut cinayeti, aslında bir kopya cinayetler tarihinin halkalarından biri. Berkin Elvan cinayeti gibi. Birkaç tanesini hatırlamakta fayda var, çünkü bu “öldürme hakkı”nın bir genel kültür haline gelmesinde, Kürtler söz konusu olduğunda mekanizmayı destek için üretilmiş rızanın payı büyük.
…
Adana Yüreğir’de 11 yaşındaki Mazlum Akay, 29 Ekim 2012’de gaz fişeğiyle vurulmuş, 4 Ağustos’ta can vermişti. Savcılık, “Gaz tüfeğinin menzili 150 metre, çocukla polisler arasında 153 metre var” diyerek takipsizlik kararı vermişti. Madem öyle, fişek nasıl olur da can alacak kadar etkili olabilir sorusu savcıyı ilgilendirmiyordu.
…
Silopi’de 24 Temmuz 2011’de 13 yaşındaki Doğan Teyboğa gaz fişeğiyle vuruldu. Kaymakamlık üç gün, “başına sert bir cisim geldiğini” açıkladı, hastaneye de polisler kaldırmış, ancak kurtarılamamıştı. “Sert cisim” polisin kullandığı biber gazı tüfeğinden çıkan fişekti. Karar: Takipsizlik. Kendi kendisini takip eden bir katil görülmüş müdür?
…
Diyarbakır ve çevre illerde 28-31 Mart 2006’daki protesto gösterileri sırasında on dört kişi öldürülmüştü. Bunlardan sekiz yaşındaki Enes Ata, aynı yaştaki İsmail Erkek, on yedi yaşındaki Mahsum Mızrak, yirmi dört yaşındaki İlyas Aktaş ve yirmi iki yaşındaki Tarık Ataykaya gaz fişeğiyle öldürüldüler.
Tarık Ataykaya dosyası 2008 yılında kapatıldı. Türkiye, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nde mahkum oldu.
…
Enes Ata’nın ölümüne yol açan fişek adli emanette kaybolmuştu. Enes Ata’nın üzerindeki kanlı tişört de polisler tarafından imha edilmişti, mahkeme kararı olmadan. Mahkemeye 2015’te Emniyet tarafından gönderilen bir yazı, olay gününe ait polislerin bütün telsiz konuşma kayıtlarının imha edildiğini bildiriyordu. Delil kayıplarına ilişkin bir soruşturma açıldı ama sonuç hiç sürpriz değildi: Takipsizlik.
…
Mızrak ailesi dava sürerken “etkin soruşturma yürütülmediği” gerekçesiyle İHAM’a başvurmuştu; 18 Ekim 2016’da Türkiye “yaşam hakkını ihlal etmek”ten ve “etkin soruşturma yürütmemekten” mahkûm oldu.
Ana davada karar kırkıncı duruşmada verildi: Yeterli delil elde edilememişti. Üç polis beraat etti. Çünkü deliller adli emanette kaybolmuştu. Deliller devletin elindeyken kaybolmuşsa devlet görevlileri masumdur zaten! Karar bozuldu ama 20 Ekim 2019’da yine beraat çıktı. Öleni can saymadığını daha nasıl ilan eder bir yargı sistemi?
5
“Reform” demek hukuku de-forme etmek demekse, olan biteni onaylamak demek hukuksuz yaşamaya razı olmak demek. “Hesap sorulması gerekmeden öldürülebilir yurttaş” kümesi yakın zamana kadar ağırlıklı olarak Kürtlerle doluydu, hala da ana nüfus oradan ama bunlara sessiz kalındıkça herkesin “Kürt”leşmesi an meselesidir. Zaten, “Hepimiz Kürt’üz” denilemediği için bu haldeyizdir belki de kim bilir.
6
Kanunu yaşatma değil öldürme olan yerde elbette yer altı dünyasının insanları baş tacı edilir, Osman Kavala ya da Selahattin Demirtaş gibi insanlar hapis tutulur. Çakıcı boşuna mı devlet adamı gibi konuşuyor?