Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası camiada tescillendiğinin belgesi olurken, Kürtler için Anti-Kürt Nizam’ın kuruluş belgesi olmuştur. Gelinen aşamada Türkiye’de Anti-Kürt Nizam’ın artık değişmesi gerektiğini herkes kabul ediyor.
Lozan Antlaşması, Cumhuriyetin ilanı ve Anti-Kürt Nizam’ın kuruluşu
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmış, 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edilmiş, Nisan 1924’te de yeni anayasa kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Buradan Lozan’a gelirsek, unutulmamalı ki Lozan Antlaşması nihai olarak Ortadoğu’nun siyasi haritasını belirlemiş ve Kürtsüz bir Ortadoğu haritasının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Lozan’la birlikte hem Ortadoğu’da hem de Kürdistan’ın dört parçasında Anti-Kürt Nizam kurulmuştur. Bu Anti-Kürt Nizam’ın kuruluşunda İngilizler ve Fransızlarla birlikte başat rol oynayan devlet Türkiye olmuştur.
Yukarıda söylediğim gibi Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası camiada tescillendiğinin belgesi olurken, Kürtler içinse statüsüzlüğün, siyasi ve hukuki haklardan mahrum kalmanın, parçalanmanın ve dörde bölünmenin belgesi olmuştur. Uluslararası ve bölgesel güçlerin mutabakatıyla Anti-Kürt Nizam’ın kuruluş belgesi olmuştur. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Batılı büyük güçlerin buna onay vermesi, Türkiye’nin kapitalist Batı dünyası içerisinde yer alacağı ve Sovyetlerden gelen sosyalizm tehlikesine karşı set oluşturacağı sözü üzerine olmuştur. 1930’lara, 1950’lere damgasını vuran Sadabad Paktı, Bağdat Paktı, Cento gibi bölgesel ve uluslararası kuruluşlar bu amaçla kurulmuştur.
Anti-Kürt Nizam, Kürtlerin yaşadığı dört ülkede siyasi, kültürel ve hukuki hiçbir hakka sahip olmamasını temin üzerine bina edilmiştir. Kürtlerin bir parçadaki hareketliliği ya da hak sahibi olmasının diğer parçaları da etkileyeceğinden hareketle dört devletin müşterek hareketini ve koordinasyonunu öngörmektedir. Aynı zamanda her bir parçada Kürtlerin kültürel, kimliksel, siyasi ve hukuki haklarının ağır bir baskı altına alınması anlamına gelmektedir. Bu durum Kürtlerin yaşadıkları ülkelerde baskı altına alınarak Türklüğe, Araplığa, Farslığa zorlandığı sistematik bir politikaya maruz kalması demektir.
Türkiye’de cumhuriyetin ilanından birkaç ay sonra kabul edilen 1924 Anayasası, anlatmaya çalıştığım Anti-Kürt Nizam’ın anayasa nezdinde tasdikinden başka bir şey değildir. 1924 Anayasası’yla birlikte Türkiye’de her şey Türklük üzerine bina edilecektir. 1924 Anayasası’nı takip eden günlerde uygulamaya konulan Kürtçe’nin kullanımının ve yayınlanmasının yasaklanması, Kürdistan isminin yasaklanması, Kürtçe yer isimlerinin değiştirilmesi, yerel ekonomiye ve toplumsal yapıya müdahaleler, Batı’ya mecburi iskan uygulamaları, Türk nüfusun Kürdistan’a yerleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması ve dahi benzer birçok uygulama Kürtlerin tepkisine ve itirazlarına sebep olmuştur.
Bu dönemde baş gösteren Şeyh Said Direnişi, Cumhuriyet elitleri tarafından çok amaçlı kullanılmıştır. Öncelikle sonuçlar neden olarak gösterilmiş, bu uygulamalardan hiç bahsedilmeden yeni cumhuriyeti yıkmayı hedefleyen, gerici, feodal, şeriatçı bir isyan olarak lanse edilmiştir. Kürtlerin haklı talepleri dezenforme edilmiş, geniş kitleler nezdinde haksız gösterilmiştir. Hala tarih kitaplarında ve basında aynı mantıkla anlatılması, 1925-1938 arasında soykırıma varan katliamları haklılaştırmak için kullanılmıştır. Oysa bu zaman aralığı Kürtlere ve Kürdistan’a en ağır saldırıların geliştiği dönemdir. Cumhuriyet idaresinin yaptığı Kürtlerin toplumsal, ekonomik, siyasal ve örgütsel içyapısını tamamen dağıtmak ve Kürdistan’da kolonyal bir yapıyı inşa etmektir.
Peki Şeyh Said Hareketi, Türk basınında yansıtıldığı gibi ayrılık mı istiyordu? Murat Bardakçı, hareketin örgütleyicisi olan Azadî Cemiyeti’nin idamlardan sonra yayınladığı bir bildiriyi köşesinde paylaşmıştı yıllar önce. Bu bildiride Azadî Cemiyeti’nin talebi Türkiye’ye bağlı özerk bir Kürdistan’dır.
Şeyh Said Direnişi bahane ederek çıkarılan 3 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu’yla Türkiye’de basın dahil büyük sessizlik sağlanmış ve yeni iktidar kendisine muhalif güçleri tasfiye etmek için bunu bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Örneğin hadisenin uzağında olmasına rağmen Diyarbakır dışında Ankara’da bir İstiklal Mahkemesi kurulmuş ve yeni rejim kendisine muhalefet eden Türkiye’deki bütün kesimleri bu mahkeme vasıtasıyla yargılayıp cezalandırmıştır.
Bu usul, bu politik tasfiye yöntemi yani Kürt ve Kürdistan meselesini bahane ederek anti-demokratik kanunlar çıkarma ve bütün toplumsal kesimleri baskı altına alma. Ülkenin batısında kendisine muhalefet edecek kesimleri Kürtleri bahane ederek tasfiye etme, bugüne kadar devam eden bir uygulama olup, başı sıkışan bütün anti-demokratik iktidarların başvurduğu bir yöntem olmuştur. Türkiye’de gerçekleşen ya da teşebbüs halinde kalan bütün darbelerin neredeyse tamamının Kürtçülük bahanesine sarılması bunun en somut göstergesidir. Hülasa Kürtlerin inkar ve imhası üzerine bina edilen Anti-Kürt Nizam, Türkiye demokrasisinin önünde en büyük engel olmanın yanında en büyük gerekçedir.
Anti-Kürt Nizam’ın gizli Anayasası: Şark Islahat Planı
Şark Islah Planı, Eylül 1925’te yürürlüğe konulmuştur. Mustafa Kemal ve dönemin bakanlar kurulunun imzasıyla yürürlüğe konulan bu gizli kararname cumhuriyetin Kürt ve Kürdistan politikasını bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Bu politikanın ana hedefi Kürtleri uzun zamana yayılan negasiyon (inkar), asimilasyon ve eliminasyonla eritmek ve ortadan kaldırmakken, Kürdistan’ı Türkiye’nin parçası haline getirmek, mekan olarak dönüşümünü sağlamaktır. Şark Islahat Planı’nın hazırlık aşamasında ön raporlardan birini yazan Abdülhaluk Renda’nın şu sözleri sadece politikayı açıkça ifade etmekle kalmıyor, bu kadronun dehşetengiz zihin dünyasını yansıtıyor. Diyor ki Renda: “Elimizde kalan Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve selahiyetle hakim bulunması ihtimalini katiyen görmüyorum”.
Bu amaçla cumhuriyet rejimi İkili Devlet olarak tarif edilen bir siyasal ve hukuki yapıyı uygulamaya koymuştur. Nazi Almanyası’nın uygulamalarından hareketle İkili Devleti tarif eden Ernest Frankel’e göre bir “norm devleti” bir de “tedbir devleti” vardır ve bu iki devlet aynı anda caridir. “Norm devleti” yasaların uygulandığı devlet olurken, Türklük Sözleşmesi dışında kalan kesimlere başta da Kürtler olmak üzere “tedbir devleti” uygulanmıştır. Yani yasaların cari olmadığı, olağanüstü hukukun, istisna hukukunun uygulandığı kesimler vardır. Bu kesimlere yönelik her türlü kanunsuzluk uygulanabilir ve uygulayanlar cezasız kalır. İkili Devlet’in Kürdistan’da uygulanmasını Naif Bezwan Hoca makale ve kitaplarıyla oldukça güzel anlatmıştır. İlgilenenler için referans vermiş olayım.
Son dönemde verdiği bir röportajda Türklük Sözleşmesi tespitinin sahibi Barış Ünlü şöyle diyor: “Türklük Sözleşmesinin dışında Türkiye’de birde Kolonyal Sözleşme var ve devlet Türklük Sözleşmesi’nin dışında kalan kesimlere ve tabii ki Kürtlere bu Kolonyal Sözleşme üzerinden muamele etmektedir”. Kolonyal Sözleşme ya da Tedbir Devleti özü itibarıyla aynı mantıkla işlemekte ve Kürdistan üzerinde ayrı bir siyaset ve ayrı bir hukuku inşa etmektedir. Bunun dayanağı ve uygulamaların rehber metni Şark Islahat Planı olmaktadır.
Şark Islahat Planı özü itibarıyla Kürdistan’da kolonyal ayrı bir rejimin inşasıdır. Kürtlerin kimlik ve kültür olarak Türklüğe asimilasyonunu öngörürken; tarihinden gelen ekonomik ve toplumsal yapısını dağıtmayı; tümüyle siyaset alanın dışında kalmasını sağlayacak yasak ve engeller koymayı ve akademisyen Derya Bayır’ın belirlemesiyle Anti-Kürtlük hukukuyla en temel insani hakların talep edilmesini bile suç olarak tanımlayıp, kıriminalize etmeyi sağlamıştır.
Çok kısa olarak söylersek: Şark Islahat Planı’nın birinci maddesi, “Aşağıdaki program sona erene kadar Şark’ta idare-i örfiye uygulanacaktır” der. Yani sıkıyönetim yani olağanüstü hal uygulanacağını vurgular. Yüzyıllık zaman dilimine bakarsanız neredeyse sıkıyönetim ve olağanüstü halsiz geçen süre yoktur. İkinci maddesi umum müfettişlik kurulmasını öngörür. 1952’te kaldırılacak bu umum müfettişliğin TBMM’de tartışması yapılırken bunun müstemleke valiliğinden farkı olmadığını milletvekilleri söyler. Mahkemelerde hakim dahil hiçbir sivil memurun bile Kürtlerin getirilmemesini buyurur. Ermenilerden kalan arazilere Kürtler yerleşmişse alınıp Türklere verilsin der. Kürtlerin Batı’ya mecburi iskanıyla birlikte Balkanlar ve Kafkaslar gelen muhacirler ile Karadeniz’den getirilecek nüfusun Kürdistan’a yerleştirilmesini ister. Kürtçe konuşanlar cezalandırılacak, kız çocukları için yatılı okullar açılacak, külliyatlı asker bulundurulacak, karakollar yapılacak, asker sevki için yollar yapılacaktır. Bütün bunlar yapılırken de yabancıların girmesi yasaklanan, yani bunlar yapılırken dünyadan tamamen soyutlanacak vb.
Cumhuriyet’in ilk döneminde bu uygulamalar en sert biçimde hayata geçiriliyor. 1938’de Dersim’de yaşananların bir soykırıma vardığını en iyi bilen devlet olduğu için 2011 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan yarım ağızla da olsa özür dilemişti.
1950’den itibaren Türkiye’de yeni bir dönem başladı ama Kürt korkusu bitmedi. Irak’ta gelişen Molla Barzani Hareketi Türkiye’de Kürtler üzerinde tesir etmeye başladığında, önce 1959’da 49’lar yargılamaları başladı, ardından da 27 Mayıs Darbesi geldi. Kürtlerin kültürel ve siyasal talepleri dünyadaki anti-kolonyal ve devrimci mücadeleyle birlikte geliştikçe Türkiye darbelerle bunu engellemeye çalıştı. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu sebeple yapıldı. Darbe dönemlerinde Kürtlere yapılan insanlık dışı muameleler hala hafızalarda canlıdır. Baskı arttıkça buna karşı direniş de büyüdü ve 1989’da toplumsal bir patlamaya dönüştü. Hem Kürtlerdeki toplumsal yükseliş hem de dünyada yaşanan büyük değişim 1990’lardan itibaren Türkiye devletinin bazı yasaklarda kısmi düzenlemelere gitmesine sebep oldu. 1991’de Kürtçe’nin konuşulması ve yayınlanması konusundaki yasakların kaldırılması bunun göstergelerinden biri oldu. Yine 90’lı yıllar boyunca Kürt meselesinin silahsız çözümü için birçok kez ateşkes ve müzakere süreçleri yaşandı ama sonuç alınamadı.
2000’li yıllarda çatışmanın sona erdirilmesine yönelik çabalar oldu ama sonuç alınmadı. Ancak Türkiye’nin AB’ye giriş amacıyla demokratikleşme doğrultusunda attığı adımlar Kürt sorununda bazı hakların gündeme gelmesine neden oldu. Kürtçe televizyon yayını, dil öğretimi önündeki bazı engellerin kaldırılması, üniversitelerde Kürtçe dil ve edebiyat bölümlerinin açılması tarzındaki düzenlemeler bu dönemin önemli değişiklileriydi. Devlet yetkilileri için bu düzenlemeler Kürt meselesinin bittiği tarzında da zaman zaman yorumlanmadı değil.
Sonuç bağlamında
Gelinen aşamada Türkiye’de Anti-Kürt Nizam’ın artık işlemediğini, değişmesi gerektiğini aklım selim herkes kabul ediyor.
20. yüzyılın başında bölgede kurulan düzenin çökmesi, yapay devletler olarak inşa edilen Irak ve Suriye devletlerinin çözülüşü bölgesel düzeyde Anti-Kürt Nizam’ın çökmesine neden olmuştur.
Uluslararası güçlerin bu anlamda Anti-Kürt Nizam’a onay vermesi söz konusu değildir.
Bu sonucun ortaya çıkmasında Kürtlerin dört parçada da Anti-Kürt Nizam’a karşı yürüttükleri direniş önemli bir rol oynamıştır.
Son olarak IŞİD’e karşı Kobanê’de verilen mücadele insanlığın barbarlığa karşı verdiği onur mücadelesi olarak Kürtlerin hanesine eklenmiş ve Kürtler insanlık ailesinde önemli bir konuma gelmiştir.
Kürtler yüz yıl önceki Kürtler değil. Yüz yıl önce Kürtsüz bir Ortadoğu şekillendirilirken; din kardeşiyiz, hilafet ve saltanatı kurtaralım denilerek yedeğe alınabilen, milli duygudan uzak, örgütsüz, kolayca yönlendirilebilen bir toplum olmaktan çıkmış, bütün parçalarda örgütlenmiş, dünyayla diplomatik ve siyasi ilişkiler kurabilen ve kabul gören bir düzeye ulaşmıştır.
Bugün yeniden Anti-Kürt Nizam’ı yerleştirmeye kalkmak akıntıya kürek çekmek olacaktır.
Bu yazı, Halkların Demokratik Kongresi’nin düzenlediği “Halkların Eşit ve Özgür Yaşamı Yolunda Çözüm Barışta!” konferansında yapılan “Kürt sorununun ortaya çıkışı ve geçmişten günümüze tarihsel karakteri: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Dinamikler, Süreklilikler ve Dönüşümler” başlıklı sunumun konuşma metninin yazıya dönüştürülmüş halidir.