Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, gerçek ile hurafeler birbirine karışıyor. Gerçek yerine “algı”lar geçiyor. Mesela, açlık, yoksulluk, ekonomik sıkıntı içinde yaşayan insanlara, iktidar, devlet, Saray Rejimi, tüm basını ile, tüm karanlık mekanizmaları ile, sorunsuz, başarılı ve toz pembe bir hayat çiziyor ve insanlar, kendi krizlerinin, kendi sıkıntılarının, kendi gerçekliklerinin bile “yanlış” olduğunu, “gerçek dışı” olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Biraz aklını yitirmemiş, aklını koruyabilmiş olanlar, bu kez, aslında yoksulluğun, işsizliğin, açlığın, kendi suçu olduğunu düşünmeye başlıyor. Öyle ya, her şey bu denli güzelse, TV kanalları, gazeteler, toplumun önde gelen kişileri, devlet yetkilileri, istatistik kurumları, resmî görevliler, profesörler, sanatçılar, hepsi yalan söylüyor olamaz ya, demek suç bende, diye düşünmeye başlıyor insan.
Kalkınıyoruz, “uçuyoruz ama kimse görmüyor”, dünya bizi kıskanıyor, kimse aç değil, işsiz yok, enflasyon öyle yüksek değil vb. Demek ki, “ben yanılıyorum, acaba deliriyor muyum” diye düşünmeden edemiyor insan. Her şey yolunda, ama nedense, benim ekmek alacak param yok, hiçbir şey harcamadığım hâlde, yemeğe para yetiremiyoruz, öğünleri küçülttüğümüz hâlde, yine de yetmiyor. Koskoca Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Hanım, öğünleri küçültün, dedi. Biz de zaten kedi maması ebadındaki lokmalarımızı ikiye böldük, ama yine de yetmiyor. Diyanet İşleri söyledi, çok yemek müsrifliktir, öbür dünyada hesabı sorulur, bizde yemeyelim dedik ama olmuyor. Öyle ise, “bende hata olmalı”, “ben başarısız, işe yaramaz bir kişiyim” diye düşünüyoruz.
En açık konularda bile, biz, kendi yaşadığımıza inanamaz hâle geliyoruz. Gerçek, artık bir anlam ifade etmiyor, “algı her şey”dir.
Bu elbette hastalıklı hâldir.
Bu hastalıklı hâl, herkese, toplumun tümüne egemen oluyor.
Burjuvazi, egemenler, artık tüm gerici karakteri ile düzenin sahipleri, kendi bunalımlarını halka bulaştırıyorlar. Sistem, kendi korkularını işçi ve emekçilere aktararak, kendi krizini işçi ve emekçilere aktararak, tüm toplumu kirleterek ayakta durmaya çalışıyor.
Doğrusu, sınıf savaşımını doğru anlamamak, kafaların karışması için önemli bir nedendir, zemindir. Sınıf savaşımını, sanki biz devrimciler var ediyoruz. Oysa öyle değil. Nasıl ki, hareket madde ile birlikte var, nasıl ki bizden bağımsız bir hareket ve maddi dünya var, aynı biçimde sınıf savaşımı da, biz devrimcilerden bağımsız olarak var. Yani, mesela sen, bu yazıyı okuyan devrimci yoldaşım, sen mücadele etmesen de, sınıf savaşımı var. Sınıflar var olduğu için var, sınıflar ortadan kalkıncaya kadar da var olacak.
Aslında biz devrimciler, kendi görevimizi, işçi sınıfının, sömürülen sınıfın, varlığı başka bir sınıfın varlığına bağlı olmayan çalışanların, emekçilerin iktidarı için savaşmak olarak tanımlarız. Bu, sınıfları ve elbette sınıf savaşımını da tüm yeryüzünden kaldırmanın biricik yoludur.
Herkes için “iyilik” dileyen “iyi kalpli insanların” dileklerini hayata geçirmenin yolunun, devrimci sosyalizm saflarında mücadele etmekten geçtiğini biliyoruz. Egemenlerin egemenliği, sömürü ve bundan gelen her türlü aşağılanma, iyi dileklerle yok olmuyor. Bunu biliyoruz ve bu nedenle, kendimizi zorlu ve tehlikeli bir mücadeleye atıyoruz.
Günlük yaşamı içinde işine gücüne bakmaya alışık, günlük yaşayan, toplumsal gerçekliği bilmeyen insan için, tüm bu kötülüklerin kaynağı “insan”dır. Oysa değildir. Tüm bu kötülüklerin kaynağı, insanın insan tarafından sömürülmesi, bunu kutsayan sistem, egemenlerin istekleridir. Egemenler, organize kötülük şebekesidir ve bu şebeke, egemenlerin iktidarı demek olan, onların baskı aygıtı demek olan devlet demektir. Devlet, toplumun ortak temsilini ifade eden bir makina değildir, tersine bir sınıfın diğer sınıfları bastırma aracıdır. Devlet, egemen sınıfın diktatörlüğüdür.
Devlet, baba değildir. Devletin baba olarak sunulması, “algı yönetimidir.” Egemenler, bu bizim devletimiz, sizin değil dediklerinde, kendileri azınlık olduklarından, işçi ve emekçilerin, sömürülenlerin isyanını önleyemezler.
Egemenler, halkın önyargılarına, hurafelerine yatırım yapar, kendi gericiliklerini bunlarla beslerler. Böylece, sistemin devamını sağlamak isterler. Devleti, tüm toplumun devleti olarak sunarlar.
Maalesef, birçok “aydın”, birçok okuryazar, birçok solcu, bu algıdan kurtulamaz. Devleti doğru anlamamaktır bu.
Örnek mi? Bugünden verelim, uzaklara gitmeyelim.
TV kanallarına çıkıyor birçok “muhalif uzman” ve diyorlar ki, “böyle devlet yönetilmez”, “böyle devlet olmaz.” Ne demek istiyorlar? Şunu demek istiyorlar: Saray Rejimi, TC devletinin bugünkü olağanüstü örgütlenmesi, aslında çürümekte ve çözülmektedir. Bu nedenle, birçok kuralsız iş yapmaktadırlar. Olağanüstü dönemlere özgü davranışlar ortaya koymaktadırlar. Mesela, anayasayı çiğnemektedirler, mesela yargıyı kendi tekellerinde bir silah olarak kullanmaktadırlar, mesela polisi ve orduyu, egemenlerin çıkarları için halka karşı, işçi ve emekçilere karşı kullanmaktadırlar. Mesela seçilmişlerin yerine kayyum atamaktadırlar. Mesela yasaları tanımamaktadırlar vb. İşte bunlara bakan, bu iflah olmaz burjuva muhalifler, “muhalif uzmanlar”, “böyle devlet olmaz” diyorlar.
Peki nasıl olur?
Bizim “tüpçü”yü ele alalım. Demirören ailesidir. Milli Piyango artık onlardadır ve eskisi gibi bilet satılmamaktadır. Çünkü herkes biliyor ki, tüpçü, ne yapıp yapıp, hile üstüne hile yapmaktadır. Kumar oynatmaktadır ve gazino sahibi, kumarda ilave hileler yapmaktadır. Her zaman kasa kazanır, iyi ama bu tüpçüye yetmiyor. Çünkü tüpçü, kazancının bir kısmını Saray’a veriyor, Bilal Oğlan’a veriyor vb. Bu durumda tüpçü, Erdoğan’a verdiklerini çıkartabilmek için, kumarhane sahibi olarak, daha fazla hile yapıyor. Zaten hileli olan oyunu, tümden hileli hâle getiriyor. İnsanlar da, bu kumara girmiyorlar.
Gidip Milli Piyango bileti alanlar, yakında, bilet paralarını, her yılbaşında, zekât olarak tüpçünün hesabına yatırmalıdırlar.
İşte burada fitre ve zekât ayrımı önem kazanıyor. Zekâtlar tüpçüye, fitreler ise Saray’ın hesabına yatırılmalıdır. Zaten herkes IBAN numaralarını biliyor.
Şimdi bu durumu gören bizim okuryazar takımımızın (OYT) üyesi, “aaa böyle Milli Piyango olmaz” diyor. Diyorlar ki, bari, bizi usulünce yolun. Kaz yolmanın da bir adabı vardır diyorlar. OYT için büyük üzüntü kaynağıdır ve kendilerini hasta etmektedir. Oysa bu hastalığa neden olan durum, birçok insan için, Milli Piyango’ya para kaptırmaktan vazgeçmek anlamına da gelebiliyor. Buna sevinmek gerekir oysa.
Tüpçü, aslında, 1970’lerde, bir Rum işadamını (Rum ve Ermeni ise malına el koymak, TC devletinin genlerinden gelen bir tutum olduğundan normal karşılanıyor, yani olağandır) katlederek, devletin çeşitli kesimlerine, yargısına, siyasetçisine, bürokratına, generaline rüşvet vererek zengin olmuştur. Tıpkı, Ermeni ve Rum kıyımlarında, Süryani kıyımlarında yaşandığı gibi. Bunlar, elbette “vatan ve millet” adına yapılmaktaydı.
İşte şimdi, bu tüpçü, Milli Piyango’nun sahibi olmuştur. Zaten hileli olan Milli Piyango, baştan aşağıya hileli olmuştur.
Bu gerçeği görmeden, hakikatin ne olduğu ile ilgilenmeden, piyangoda hile var demek, böyle “devlet” olur mu demek ile aynıdır.
Şimdi tüpçü, Saray emri ile sahibi olduğu medyanın, ağırlıklı Doğan Medya’nın, iş görmez hâle gelmiş olmasına bakarak, bu görevden affını istiyor. Ve galiba tüpçü medya, Saray’ın emri ile, şimdi, Tosyalı Holding’e verilecek.
Bizim muhalifler diyorlar ki, “olur mu böyle şey?” Neden olmazmış? Çünkü hileli. İyi ama, dün hileli değil miydi?
Tosyalı, Saray Rejimi’ne kadar, bir soba borusu üreticisi idi. Şimdi, çelik sanayiinin en önemli aktörüdür, enerji işinde vardır. ABD emperyalizminin, burada kendine bağlı yeni sermaye sınıfı yaratma programının bir parçasıdır ve Erdoğan ailesinin kontrolündedir.
Öyle ise, şimdi o, “milli ve yerli” olarak, Saray medyasının bir yeni taşıyıcısı olabilir. Her ne kadar “haznedar başı” olmasa da, Saray cebi olarak işe yarayacaktır. Zaten o olmazsa, başkası olacaktır. Yeter ki Saray’ın emrinde olsun.
Demek oluyor ki, Saray medyası, emperyalist efendiler ile Saray’ın ortak organizasyonudur. Öyle sadece Erdoğan ailesinin de değildir.
Peki, ya böyle medya olur mu? Neden olmasın bay “ahlâk timsali” burjuva muhalif? Sen, kapının arkasında Saray destekçisi, devletçi, kapının önünde muhalif oluyorsun da, Saray medyası neden böyle olmasın?
Biri pislik üretiyor, tüm yönetim mekanizmasını açıkça pislikleri ile sergiliyor, diğeri ise bu pislikleri örtmeye, aslında bunun “iyisi” var demeye getiriyor. Acaba, hangisi daha kötüdür; organize suç şebekeleri mi, yoksa organize suç şebekelerine ahlak dersi verenler mi; hangisi daha tehlikelidir?
Medya böyle olmaz, peki nasıl olur? Mesela gazetecilerin haber yaptığı için öldürüldüğünü, hapse atıldığını, bu nedenle artık gazeteciliğin, tüm gerçeği söylemek için, her şeyi göze alarak mücadele etmesi gerektiğini mi savunur? Öyle ise buyurun. Ama bunu yapmazlar. Bunun yerine, daha usturuplu yalan mı söyler? Eskiden öyle yalan söylüyorlardı. Doğan Medya Grubu’nda iken, bunu daha “olağan” yöntemlerle yapıyorlardı. Şimdi, artık bu yöntemler yetmiyor ve onlar da her türlü karanlığı üretmek için, her türlü yalanı söylüyorlar. Siz, OYT, daha usturuplu yalan söylenmesinden mi yanasınız? Gerçekten yana değilsiniz.
Ülkenin her yanında açlık, işsizlik, yoksulluk, iş cinayetleri ve tüm bunlara karşı direnişler, grevler var. Siz bu grevleri mi savunuyorsunuz? Bu grev ve direnişlerin haberlerini bile yapmıyorsunuz.
Cumhurbaşkanı kararnamesi ile grevler ertelenirken, siz, “ülke çıkarı yalandır” diye mi yazdınız, siz grev yasaklayan belgeleri yırtan işçilerin eylemlerinden haberler mi yaptınız, siz işçilerden, direnenlerden yana mı oldunuz?
Bu mu sizin gazeteciliğiniz, bu mu sizin meslek onurunuz, bu mu sizin muhalifliğiniz, bu mu sizin dürüstlüğünüz?
Özgür Özel, çıkıp, Soylu’ya bağlı trollerden söz etti. Bu açıklamayı yapmadan önce, “bana bir şey olursa dosyayı üç kişiye daha verdim” dedi. Milletvekili, CHP’nin yöneticisidir. Ve açıklamalarına bakılırsa, başına bir şeyler gelmesinin normal olduğunu söylemektedir.
Oysa onun partisi, “devleti kurtarmaktan” söz ediyor. Halka diyorlar ki, “sakın sokağa çıkmayın, provokasyon olur ve olağanüstü hâl ilan ederler.”
Akılları mı yok, yoksa Saray’ın hizmetinde, devletin hizmetinde olduklarını mı ifade etmek istiyorlar? Elbette ikincisi. Ama devletin hizmetindeyiz deyip, bir de muhalif rolü oynamak, bir kaza kurşununa gitmek de demek oluyor. Bunu biliyorlar.
Bir milletvekilinin, Soylu trollerini açıklamak için, cuma gününe randevu verip, “bana bir şey olursa” diye önlem alması durumu “olağan” mıdır? Bu olağandır da, insanlar sokaklara çıkarsa, direnişe başlarsa olağanüstü hâl mi olacak? Bu olağanüstü hâl değil midir?
Saray Rejimi, bir olağanüstü devlet örgütlenmesidir ve şimdi muhalif geçinen burjuva partiler, onların “muhalif uzmanları” bize bu hâlin olağan olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.
Durmadan tekrar ediyorlar; “TC devleti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Sahi mi? Sahiden öyle midir?
Buraya geleceğiz.
Önce, trolleri konuşalım.
Özgür Özel, CHP’nin mücadeleci milletvekillerinden biridir. Bu nedenle, susturulacağını düşünüyor. Biliyor olmalıdır ki, onu susturmak için sadece Saray devrede değildir, CHP’nin derin devleti de devrededir. Sadece SADAT değil, Soylu çeteleri de, Atasagun çeteleri de, MHP çeteleri de devrededir. Bu nedenle, üç kişiye dosyalarını vermesi, umarız blöf değildir.
Ama “bana bir şey olursa” diye söze başlayınca, doğrusu, biz, daha ciddi belgeler açıklayacağını düşünmüştük. Çünkü Soylu trollerini herkes biliyor. Dahası var, bunu da herkes biliyor. Mesela Atasagun trolleri, mesela Diyanet trolleri, mesele Altun trolleri, mesela Külünk trolleri, mesela Pelikan trolleri ve daha başkaları yok mu? Hepsi bu mu?
8 bin kişilik bir trol ordusu, Soylu’nun emrindedir ve jandarma ile emniyetin sosyal medya hesaplarını yönetmektedirler.
Bunu açıkladı.
Bunu açıklayınca, Cumhuriyet gazetesi, “troller devlete sızmış” diye başlık attı. Zavallıcadır, gülünçtür. Soylu’nun çetelerinin devletin içine sızdığını söylemek, devleti kutsal ilan etmenin bir başka yoludur, devleti temize çıkartma girişimidir.
Dün Gülen Hareketi devletin içine sızmıştı. Sonra anladık ki, NATO mekanizması demek olan TC devleti, aslında Gülen Hareketi’ni devlet olarak örgütlemiştir. Şimdi, Erdoğan çeteleri mi devletin içine sızıyor? Şimdi anladık ki, Soylu trolleri, arkasında Ağar, Bahçeli, Atasagun, devletin içine sızmışlar. İyi de devlet kim? Bunlar devletin kendisidir. Troller, devlet örgütlenmesidir.
Saray Rejimi’ni doğru anlamamaktan kaynaklı bir yanılgı değilse bu; bilerek hedef şaşırtmak, devleti temize çıkartmaktır.
Troller, sadece Soylu’ya ait değil. Soylu’nun trolleri var, Altun’unkiler, herhâlde daha kalabalıktır, Pelikan trolleri var, Külünk’ün trolleri daha kalabalıktır. Diyanet’in trolleri daha da kalabalıktır.
Medyanın iş yapamaz hâle geldiği, her türlü yalan ve karanlık üretiminin artık işe yaramadığı, insanların o basını artık izlemez hâle geldiği yerde, sosyal medya için troller kurulması, devlet örgütlenmesidir, devlet refleksidir. Saray Rejimi budur. Yargı sistemi bunun bir parçasıdır ve hepsi tetikçidir.
Saray Rejimi, ABD emperyalizminin bölgemizdeki tetikçisidir. Bu tetikçi işini çok sevdiler. IŞİD çeteleri devletin içindedir. Tetikçilik sadece dışarıda işe yaramıyor, aynı zamanda içeride süren savaşın da tetikçilere ihtiyacı vardır ve yargısı ile, polisi ile, ordusu ile, tüm devlet mekanizması bu tetikçilerle iş yapmaktadır. Troller de bu tetikçi anlayışın içteki yansımasıdır.
Yani, troller devletin içine sızmadı. Devlet temiz bir mekanizma idi de, bunlar onu kirletmedi. Mesela tüpçü, hiçbir zaman temiz olmadı, şimdi kirli olması bir tuhaf durum değildir.
Cumhuriyet eğer haber yapacak olsa idi, Özel’in, “üç kişiye dosyaları bıraktım” demesini haber yapmalı idi. Bizim için değil, savundukları burjuva sistem için bu gerekli idi. Devletin içine sızmak, baştan aşağıya, eski devletin sahiplerinin ağzıdır.
Onlara göre, “TC devleti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” İyi de bunun hiçbir dönem, hiçbir kelimesi, devlet hariç, doğru değildir.
Doğrusu, TC devleti, bir sömürge devlettir, ABD emperyalizminin, Batı emperyalizminin ortaklaşa sömürgesidir. Siyasal alanda NATO mekanizmaları ile ABD’nin, ekonomik anlamda ise Almanya başta olmak üzere AB’nin sömürgesidir.
Düne kadar, SSCB var iken, komünizm tehlikesi var iken, bu ortaklaşa sömürge hâli sorun değil idi. Şimdi sorundur. İşte bu nedenle, devletin her kurumunda çatışma vardır. İşçi ve emekçiler, bu çatışmanın tarafı değildir. İşçi ve emekçiler, devleti kurtarmak için değil, devleti yıkmak için göreve çağrılmalıdır. Çünkü, her güç, işçi ve emekçilerin düşmanıdır. Burjuva egemenlerin içindeki kavgalar, işçi sınıfının iktidarı alma hedefini değiştirmez.
Devlet laik midir? Sahi mi? Dün laik idi de, şimdi laik olmaktan mı çıktı? Hayır.
TC devleti, en başından beri, laik bir devlet olmamıştır. Diyanet İşleri’nin varlığı bunun kanıtıdır. Normal olarak burjuva anlamda laik devlette, devlet din adamları ordusu beslemez. Devlet, toplanan vergilerle din adamlarının parasını ödemez. Havralar, kiliseler, sinagoglar, tarikatlar, cemevleri devletten para almaz. Tersine, onlar, kendi mali sorunlarını kendileri çözerler. Diyanet İşleri Başkanlığı ve onun emrindeki 120 bin kişilik kadro, laik devletin göstergesi olamaz. Devlet, her dine eşit mesafede durur.
Bugün, dünden farklı olarak, TC devleti, dini daha azgınca kullanmaktadır. Bölgemizde, Ortadoğu’da üstlendiği tetikçilik görevine uygun olarak, İslam dünyasının liderliğini almaya çalışmaktadır. Bu açıdan, AK Parti iktidarı, dışarıda İslamî çetelere, IŞİD çetelerine yol açmakta, onlarla girift ilişkilere girmekte iken, içeride de daha İslamî bir günlük yaşam dayatmaktadır. Farklılık buradadır. Diyanet bir yana, tarikatların eğitim sistemine bir alternatif yaratacak şekilde 2 milyon çocuğun dinî eğitim yuvası hâline gelmesi, aslında tarikatların holdingleşmesi, mafyalaşması ile de uyumludur. Bunların devlet mekanizmasının içinde olması, yeni de değildir. 12 Eylül ile başlamıştır. ABD’nin, komünizme karşı Yeşil Kuşak Projesi ile İslam’ı kullanma girişiminin devamıdır. Farklılık buradadır.
Buna, bugünkü Saray Rejimi uygulamalarına bakıp da, “laiklik” elden gidiyor deyip, “eski” olanı savunmak, aslında, çok geri bir noktada durmaktır. TC devleti, tarihi boyunca hiçbir zaman laik olmamıştır. Bugün devletin dinî yaklaşımları daha da öne çıkmaktadır. Üstelik bu, sadece iktidarın uygulaması değildir, burjuva muhalefet de, tarikatlara “şefkat” ile yaklaşmak gibi politikalar belirlemektedir. Sanki, tarikatların onların şefkatine ihtiyacı varmış gibi.
Bir örnek olay var.
İsmail Saymaz’ın davasında gerçekleşiyor. Karşı tarafın avukatı, “namaz zamanıdır” diyerek ara istiyor. Hâkim, taraflara soruyor. Taraflar, özetle mahkemenin yöneticisinin hâkim olduğunu söylüyor. Hâkim, ara vermiyor. Avukat, öyle ise seccadem yanımda, burada kılayım, diyor. Bizim burjuva muhalefet, liberal solcularımız, tarikatlara şirin görünmek isteyen burjuva muhalefetimiz, konuyu, “bu da bir insan hakkı” diyerek ele alıyor. Böylece, yeni bir “insan hakları” başlığımız oluşuyor.
Ama bir Kürt annenin Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşma talebi, insan hakları başlığının içine girmiyor.
Din, kişi ile yaradan arasında bir ilişki olmaktan çıkartılıyor ve buna uygun olarak, yaşamın her alanında düzenleme talepleri, “normal” hâle getiriliyor. Oysa bir işçinin, bir kadının, bir LGBTİ+ kişinin, bir öğrencinin talepleri, mahkemelerce hiç düşünülmeden reddediliyor ve bunlara “insan hakları” diyen çıkmıyor.
Gerçek, bir kere daha karartılıyor ve bir kere daha “algı” öne çıkıyor.
Mesela Fincancı, kimyasal silah kullanıldığı yolundaki iddialar araştırılmalıdır, dediğinde, hiç tereddüt edilmeden hapse atılıyor.
Ve burjuva muhalefet, hiç utanmadan bu konuda sessiz kalıyor. Devlete zeval gelmesin anlayışı öne çıkıyor. Oysa, her zaman bir hekim, savaş suçları ile ilgilenmek zorundadır. Oysa her insan, insanım diyen herkes, savaşa karşı durmalıdır.
Ama konu, TTB Başkanı’nın açıklaması olunca, üstelik söylediği hiçbir şey yok iken, muhalefeti, açıkça Saray’a destek veriyor. Sözüm ona muhalif medya, Saray medyasından bir dirhem ayrı davranmıyor.
Gerçek, herkes için korkutucu oluyor.
Oysa o gerçeği savunamayan, o gerçeğe gözlerini kapatan, elbette ki Saray’ın karanlığına evet demek durumunda kalıyor.
Şimdi, tüm medya Fincancı’yı linç etmek için harekete geçmiştir ve harekete geçmiş olan sokak çetelerinin hedefi hâline getirilmektedir. Özgür Özel, “Fincancı’ya bir şey olursa” diye söze başlayarak, önlemler açıklamalıdır.
TTB, bir meslek örgütü olarak, barodan sonra, hedef tahtası hâline getirilmiştir. Ardından sırada mimarlar ve mühendisler odası olacaktır. Sendikacıların, odaların, tüm toplumsal muhalefetin Fincancı’ya sahip çıkması görevdir. Zira, ardından sıra herkese gelecektir.
Gazetecilik yapmakla övünenlerin, bir adım atıp, mesela Fincancı ile dayanışmaya gitmesi gereklidir.
HDP, meclisin üçüncü partisidir. Meclisin önemli olduğunu, seçimler konusunda bizim yanlış tutum aldığımızı, seçimleri önemsemediğimizi söyleyenlerin, kendilerinin meclisteki sandalyelerini artırmak isteyen solcu arkadaşlarımızın, meclisin üçüncü partisinin Hazine yardımlarından yararlanmaması için, daha bir karar yok iken, hesaplarına bloke konulmasını, öyle sıradan değil, açık olarak protesto etmesi gereklidir.
Gerçekte, biz seçimleri önemsemiyor değiliz. Burjuva parlamento da dâhil, her türlü legaliteden sonuna kadar, işçi sınıfı adına, devrim ve sosyalizm mücadelesi için yararlanmayı nasıl önemsemeyiz, tersine önemsiyoruz. Bu nedenle, orada bulunan her sol partinin, HDP’nin varlığını elbette değerli buluyoruz. Ama, biliyoruz ki, parlamentonun artık bir anlamı kalmamıştır. Parlamento, Saray Rejimi’nin bazı durumlarda kullandığı bir göstermelik organ hâline getirilmiştir. Buna rağmen, bu organın içinde olmak önemlidir, değerlidir. Orada etkili eylemler yapmak hâlâ mümkündür. Mesela KHK ile grev yasaklamasını dinlemeyen işçilerin o parlamentoda sesi olmalı ve yankılanmalıdır.
HDP’ye dönük saldırılar, orada yüksek sesle, olabildiğince cesaretle deşifre edilmelidir. Kürt illerine kayyum atanması sistemi, deşifre edilmelidir. Seçim güvenliği konusunda konuşurken, kayyum politikalarının ne demek olduğu anlatılmalıdır. Bunlar anlatılmadan, mesela İstanbul’a kayyum atanmasına karşı çıkmak mümkün değildir.
Saray Rejimi’nin tüm çıplaklığı ile anlatılması gereklidir.
Biz, Saray Rejimi’nin, devletin olağanüstü örgütlenmesi olduğunu söylüyoruz. Gerçek de budur. Bu rejime karşı, işçi ve emekçilerin direnişini desteklemek, bunu meclis kürsüsüne taşımak önemlidir.
Biz, burjuva muhalefetin, sandığa kadar bekle, sokağa çıkma, direnme, diyen politikasını eleştiriyoruz ve bunu eleştirmeye de devam edeceğiz. Zira bu politika, Saray Rejimi’ni güçlendirme politikasının devamıdır.
Devrimci hareketin, solun, seçimlere kadar beklemek gibi bir politikası, dolaylı da olsa olamaz. Direniş, sokaklarda, fabrikalarda, okullarda, işyerlerinde, tarlalarda başlar ve oralarda direniş gelişmeden, Saray Rejimi alaşağı edilemez.
Saray Rejimi’nin altılı masa ile alt edileceği, bunun seçimle gerçekleşeceği, doğru bir kabul değildir, yanlıştır, algıdır.
Saray Rejimi, suikastler ve yasaklamalar ile, kendi hukukunu dayatmaktadır. Bu iç savaş hukukudur. Kürtlere karşı süren savaş, aslında bu iç savaşın açık hâlidir. Oysa Batı’da da bu iç savaş örtülü hâlde vardır. Bunun ana nedeni, işçi sınıfı ve emekçilerin cepheden bir örgütlülük ile sisteme karşı duramıyor olmasıdır. Örgütlü direniş geliştikçe, bu iç savaş hukuku açıkça ortaya çıkmaktadır.
Belden yukarısı çıplak bir gencin arkadan vurulması bir örnek ise, bunu tamamlayacak bir başka örnek, Çorlu tren kazasında ceza yiyen ilk kişinin, kazada (cinayette) oğlunu kaybeden anne olmasıdır. Bu iç savaş hukukunun açık kanıtıdır. Grevlerin “ulusal çıkar”, “güvenlik” vb. adlarla yasaklanması, birçok ilde her türlü gösterinin sık sık yasaklanması, bu iç savaş hukukunun uygulamalarıdır.
Bunlara gözlerimizi kapattığımız zaman, gerçek ortadan kaybolmuyor.
Burjuva muhalefetin başını çeken Kılıçdaroğlu, birkaç kere, ağzından kaçırdı; devletle görüştüm, dedi. Bu cümle bize, devlet denilen şey konusunda bilgi vermektedir. Burjuva muhalefet, devleti kurtarmak gibi bir misyona sahiptir. Saray’ın baskı ve şiddetle halka yaymak istediği korku yeterli olmayınca, yasaklamalar, suikastler devreye girmektedir. Bunların yetmediği yerde, burjuva muhalefet, “sokağa çıkmayın iç savaş çıkar”, “eylem yapmayın olağanüstü hâl ilan edilir” tutumu ile devreye girmekte, korkuyu aşmaya başlamış kitleleri durdurmaktadır.
İlaç, gıda, inşaat ve enerji şirketlerinin hepsi birer kolluk kuvvetine sahip, mafyatik örgütlenmeler hâline gelmiştir. Bu koşullarda, sisteme karşı topyekûn bir direnişi örgütlemek, bunun için direnişleri desteklemek, örgütlemek ve büyütmek, gerçekte seçim güvenliği denilen şeyin garantisi olabilir. Elbette bunu yapabildiğimiz oranda, seçimlerden daha fazlasını da yapmış oluruz. Elbette ve ancak bu yolla, burjuva yasallığı işçi sınıfının yararına, devrimin yararına kullanabiliriz.
Burjuva muhalefetin muhalefet argümanları bellidir.
– Devlete troller sızdı.
– Devlette liyakat sistemi kayboldu.
– Siyasetçi-mafya-polis işbirliği.
– Paşalar, muhalefeti eleştirince Cumhurbaşkanı’nı alkışladı.
– Devletin valisi, AK Parti propagandası yaptı.
Bu muhalefet değildir. Bu “muhalefet”, devleti kurtarma ve halkın isyanını, işçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini önleme muhalefetidir.
Devlete kimse sızmadı, devletin kendisi budur. Saray Rejimi budur.
Devlette liyakat kaybolmadı. Rant-yağma ve savaş ekonomisinin gerektirdiği kadrolar göreve gelmektedir. Hırsızlık için en liyakatli kadrolar, hırsızlıkta sınır tanımayan cambazlar olur. Bunlara liyakatsiz demek doğru değildir, algıdır. Oysa bunlar, gayet güzel, nereden ne çalınır, rant nasıl ele geçirilir, yağma nasıl organize edilir, insanlar nasıl linç edilir, muhalifler nasıl susturulur, yargı nasıl bir silah olarak kullanılır ve benzerini gayet iyi bilen kadrolardır. İhale kanununu yüzlerce kere değiştirmek az iş midir? Tersine oldukça maharetli bir şeydir. Bir seferde, her türlü üçkâğıt için gereken yasal zemin hazırlanamıyor ki, her seferinde yeniden değiştiriyorlar.
Siyasetçi, mafya, polis işbirliği yeterli bir açıklama değildir. Devlet bu işleri bizzat organize etmektedir. Devleti bir yana bırakarak, bu süreçler açıklanamaz. İmamoğlu’na karşı dava da böyledir. Devlet, Saray Rejimi doğru anlaşılmazsa, tüm bunlar, liyakatsiz adamların kanunu çiğnemesi olarak ele alınır, ki bu doğru değildir.
Paşalar Cumhurbaşkanı’nı alkışlamış, valiler AK Parti propagandası yapmış üzerinden eleştiri, son derece yetersiz, son derece yüzeysel, Saray Rejimi’nin özünü kavramayan eleştirilerdir. Ve doğrusu bu eleştirilerle, burjuva muhalefet ancak ve ancak halkın direnişinin hedefini şaşırtmayı hedeflemektedir.
Gerçek çıplak olarak ortadadır.
TC devleti, Saray Rejimi ile bir olağanüstü, içinden geçilen döneme uygun bir örgütlenme yaratmıştır. Ve her işçi bilmelidir ki, bundan geri adım atmak istemeyeceklerdir. Bu nedenle, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin kendi kaderlerini kendilerinin yazmasının yolu, direniştir, örgütlü direniştir.
Başka bir yol yoktur.
Bu yol, sanıldığı gibi kolay bir yol değildir; bu doğrudur. Ama bu yol, diğer tüm yollara göre çok daha gerçektir ve çok daha kısa sürede sonuç alacak bir yoldur.
Devrimci sosyalistler, her koşul altında, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını savunurlar. Bu devrim ve sosyalizm çizgisidir ve bunu yapmak, gerçekliğe bağlı olmakla mümkündür. Devrimci sosyalistler, işçi sınıfına, ne kadar zor olursa olsun, gerçeği söylemek zorundadırlar.