Deniliyor ki, Amerikalılar için bile bir kısır döngü söz konusu. Zira bir başkanı seçerken, daha iyi olduğu için seçmiyorlar, daha aza kötü olduğu için seçiyorlar.
Bu hafta ABD’deki seçim rüzgarı adeta bütün Ortadoğu coğrafyasını etkisi altına aldı. İdlib’deki hareketliliğin daha da yoğunlaşarak devam etmesi dışında, bölge ülkelerinde genel sessizlik hakim. İsrail’le normalleşme anlaşması için sırada duran ve tutum belirlemek için seçimleri bekleyen ülkeler var. İdlib’de çember daraldıkça Fırat’ın doğusu için ABD’den sinyal bekleyen Türkiye var… Filistin topraklarında alan genişletmeye devam eden ve Trump’ın “yüzyılın projesini” tamamlaması için sabırsızlanan İsrail var. Yaptırımcı Trump’ın Sezar yasasından sonra Suriye’nin nefesini daha çok kesmesini bekleyen cihatçılar var… Bu bağlamda “bütün gözler ABD’li seçmenlerin üzerinde” denilebilir. Ama Ortadoğu halklarının Beyaz Saray’daki koltuğa kimin oturacağıyla ilgili bir beklentisi olduğu söylenemez. Çünkü ABD’nin dış politikasının iki partiden birine ya da iki kişiden birine bağlı olmadığını bilecek kadar deneyimlemiş olanlar, bu coğrafyanın insanlarıdır. Genel olarak dile getirilen şey şudur: “ABD’li seçmenlerin Trump’a verdikleri her oy bir yaptırım, Biden’a verdikleri her oy bir bomba” demektir. Bu değerlendirme, ABD’nin bilinen ezeli politikasına olduğu kadar, daha çok başkanlık koltuğunun Obama-Trump arasında el değiştirdiği son dönemlere yöneliktir. Bu yüzden gündemde Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin kıyaslaması var. Bu bağlamda hafızaları yoklama anlamında yakın geçmişe bakmak ve Ortadoğu için ABD seçimlerinin bir önemi olup olmadığını görmek gerekir.
Obama’nın savaş politikaları ve Trump’a devrettikleri
Obama’nın Libya’yı kan gölüne çeviren müdahaleden sonraki “zafer sarhoşluğu”, savaşın hızlıca Suriye-İran-Lübnan eksenine taşıması için bir “özgüven” oluşturdu.
Fakat dünya kamuoyuna “özgürlük savaşçıları” olarak lanse edilen radikal İslamcı savaşçılarla başlayıp IŞİD’e kadar varan cihat savaşında, başta Türkiye olmak üzere bölgesel müttefiklerin Suriye’deki başarısızlıkları, doğal olarak Obama’nın hanesine yazıldı. Obama dönemine ait fiyaskoların ana başlıklarından birisinin “ılımlı muhalifler” projesi olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü başlangıçta Suriye ordusundan devşirilen ÖSO vardı. Libya’dan transfer edilen ve ÖSO şemsiyesi altında toplanan el Kaidecilere fazlasıyla güvenerek, Şam yönetimine üç ay kadar ömür biçildi. Fakat olmadı… Suriye krizinin başlamasından 10 ay sonra, İşgal altındaki Irak topraklarında ABD askerlerinin gözü önünde serpilip gelişen Irak el Kaidesinden Nusra Cephesi Suriye’ye girdi. Nusra Cephesi, “Irak el Kaidesinin Suriye şubesi” olarak Suriye cihadına dahil oldu. Dünyanın dört bir yanından cihatçıları bünyesinde toplamaya başlayan ve Suriye halkını sindirmek için en vahşi katliam yöntemlerini kullanan Nusra Cephesi de Suriye direnişini kıramadı. Bir yıl sonra da, Irak el Kaidesinin bizatihi kendisi, IŞİD olarak Suriye cihadına katıldı. IŞİD’ten sonra artık Suriye’deki radikal İslamın cihat savaşı gizlenemez oldu, o yüzden “ılımlı muhalifleri eğitip donatma” projesi öne sürüldü. Fakat bu projenin de Obama’nın elinde patladığını söylemek mümkün. Zira Eğit-Donat projesinin ürünü olan devasa büyüklükteki bir ordu, şu anda Türkiye’nin yönetimindedir ve artık ABD için değil, sadece AKP için savaşıyor!..
Obama’nın Ortadoğu politikasındaki diğer iki iflası da İran ve Rusya ile ilgilidir. Birincisi; kuşatılıp yok edilmesi planlanan İran’ın bölgesel güç olarak yükselişe geçmesi ve ABD’nin bu ülkeyle nükleer anlaşma yapmak zorunda kalmasıdır. Suriye’ye yönelik saldırının başladığı ilk günden bu yana ABD projesindeki asıl hedefin İran olduğu biliniyor. Suriye’yi Libya gibi “ayak altından çektikten sonra” Lübnan Hizbullahı’nı izole edip İran’ı kuşatmak esas hedefti. Obama dönemi boyunca ABD bu stratejiye yatırım yaptı ama gelinen noktada İran’nın Suriye’ye uzanan eli kesilmedi, tersine İran daha fazla Suriye’nin içinde yer aldı ve üstelik bölgede yükselen güç haline gelmeye başladı. Bunun da İsrail’i en çok kaygılandıran şey olduğunun altını çizelim.
Obama’dan geriye kalan, İsrail’in güvenlik kaygısı
İsrail, Suriye’ye biçilen ömrün artık bir hayalden ibaret olduğu anlaşıldığı ilk andan itibaren hem Suriye’ye askeri müdahale talebini sürekli hale getirdi, hem de İran’a karşı fiili olarak savaş açılmasını çok arzuladı. Hatta İsrail Başbakanı Netanyahu kendi parlamentosundan tek taraflı olarak İran’a savaş açma kararı çıkarttı ve bunun için Obama’yı destek vermeye zorladı. Fakat Obama yönetimi, İsrail’in savaş çağrılarını yanıtsız bıraktı. Üstelik İran’la Nükleer anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, İsrail’in İran’a savaş açma isteklerine noktayı koymuş oldu. Çünkü Barak Obama ikinci başkanlık döneminin başında, ağırlığını iç siyasete vereceğini söyleyerek, Ortadoğu’da artık savaş gerilimini yüksek tutmak niyetinde olmadığını belli etmişti. O yüzden Netanyahu’nun savaş projelerini içeren dosyası, Obama sonrasını beklemek zorunda kaldı. Nitekim İsrail başbakanı, Trump seçilir seçilmez bu savaş dosyasıyla soluğu Beyaz Saray’da aldı.
Obama’dan kalan diğer başarısızlık: Suriye sahasında üstünlüğün Rusya’ya kaptırılması
Aslında Rusya’nın Suriye sahasına inmesine kapı açan da Obama’nın bizatihi kendisidir. Hatırlanacağı üzere “IŞİD’e karşı koalisyon” oluşturuldu. Gerçi bu koalisyonun bileşenleri, başından itibaren Suriye’ye akın eden ve IŞİD’le hısım olan el-Kaidecileri destekleyenlerdi. Obama “IŞİD’e karşı savaş” projesini devreye soktuğunda, ABD’nin IŞİD gerekçesiyle Suriye sahasına girmesini sağladı. Ama bu koalisyon sadece IŞİD’e odaklandı ve hedef sahası Irak ile Suriye’nin doğusu oldu. Buna karşın Rusya, Suriye hükümetinin çağrısıyla sahaya indiğinde sadece IŞİD’i değil, bu örgütün diğer bütün hısım-akrabalarını da hedef aldı. Esas olarak Suriye sahasında Rusya’ya askeri üstünlük sağlayan da bu oldu. Çünkü Obama sadece IŞİD’e ve coğrafi olarak da Musul ile doğu Suriye’ye odaklandı ve üstelik öncülüğündeki Uluslararası Güçler Koalisyonu da harekete geçmek için tam bir yıl bekledi.. Oysa Rusya, Suriye’nin neredeyse üçte ikisini işgal eden cihatçı grupların bütün cephelerini hedef aldı. Önce askeri operasyonlarla çember daralma taktiği uyguladı, Türkiye ile yakınlaşma sürecinde de “müzakere ve tahliye” yoluyla cepheleri cihatçılardan arındırdı. Sonuç itibarıyla Rusya, Suriye sahasında askeri ve siyasi güç olarak varlığını pekiştirdi.
Son olarak şunu da eklemek gerekir ki, Obama’nın geliştirdiği “Ilımlı Muhalif” projesinın başarısızlığıyla birlikte aslında iflas eden şey, İhvan merkezli politikadır.
Trump’la gelen yeni savaş araçları: Yaptırımlar
Aslında Suriye’de tökezleyen Obama değil, Trump ya da başka bir isim değil, bizzat ABD politikalarıdır. Bu süreçte Rusya’ya üstünlüğün kaptırılması, İran’ın izole edilmesindeki başarısızlık ve İsrail’e kaygıları konusunda güvence verilememesi gibi sonuçlara karşın, muhtemel ki Trump’a, “Suriye sürecinde daha etkin bir rol” tavsiye edildi. Çünkü savaş çığırtkanlığını oldukça yükselterek göreve başladı. Obama’nın devrettiklerini “tersine çevirme” stratejisine odaklanacağını en baştan açıkça ortaya koydu Trump. Örneğin başkanlık koltuğuna oturur oturmaz, Türkiye’nin ısrarla istediği ve Obama’nın sürekli ağırdan aldığı “Suriye’de tampon bölge” projesini Trump hemen Arap ülkelerine pazarlamaya başladı, bunun bütçesinin karşılanmasını istedi. Hatta hızını alamadı, “Suriye’de güvenli bölge kurma hazırlıklarının derhal başlatılması” emrini bile verdi. Tabi bunun için Arap yönetimlerin de hızlıca ellerini ceplerine atmasını sağlamış oldu.
İkinci olarak, Obama’nın başarısızlığa uğrayan İhvan merkezli politikasına karşı, Katar’a abluka uygulayarak tutum aldı. O güne kadar Katar’la birlikte Suriye’de cihatçıları destekleyen Suudiler ve körfez rejimleri, o andan itibaren “İhvancıları desteklediği” gerekçesiyle Katar’a ambargo yarışına girdiler. Buradan ABD’nin İhvan’la arasına mesafe koyduğu anlamı çıkmıyor. Sadece iflas eden İhvan stratejisinde bir taktik değişikliği gerekti, Trump da bu taktiği tüccar aklıyla “iyi” pazarladı.
Üçüncü olarak, Obama’nın altına imza attığı İran’la Nükleer anlaşmayı tek taraflı olarak feshetti ve İran’a karşı savaş gerilimini doruğa ulaştırdı. Obama’nın artık yüzünü iç politikaya dönmek niyetinde olduğunu açık ettiği andan itibaren, özellikle ABD’nin İran’a karşı açacağı savaşa ve tırmandırılan mezhep kutuplaşmasına kendilerini tamamen kaptıran körfez ülkelerinin (buna Türkiye de dahil) büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını söylemek gerek. Bölgeye dair ABD’nin savaş politikalarının en hızlı savunucusu olarak öne çıkan Ahmet Davutoğlu-Hillary Clinton ikilisi döneminde bu ülkeler, İran’ı etkisizleştirip bölgenin “süper gücü” olma hayalleri kuruyorlardı, ancak ikinci Obama döneminde Clinton’un koltuğunu devralan John Kerry, diplomasi kanallarını açmaya odaklanan bir seyyah olarak karşılarına çıktı. Kerry’i, “ABD tarihinde en çok seyahat eden dışişleri bakanı” ünvanına eriştiren bu gezilerin içinde bir de, Küba gezisi vardı ki, 1945’te bu yan bu bir ilkti… Hele ki, bu “diplomasi” politikasının üstüne bir de İran’la barış sinyalleri verildiğinde, bölgesel yönetimlerde panik haline dönüşen bir kaygı yükseldi. Açıkçası Trump, bu kaygıyı gideren bir savaşçı söylemle geldi ve daha doğrusu bu savaş beklentilerini paraya tahvil eden bir lider oldu. Öyle bir beklenti oluşturdu ki, hemen yarın İran’a karşı savaşın startını verecekmiş gibi bir hava estirdi. Bunun bölgede alıcısı da çok oldu. Suudi Arabistan kesenin ağzını hemen açtı, çok sayıda silah anlaşmasına imzalar atıldı…
Trump’ın Obama’dan sonra Suriye politikasında devam ettirdiği iki strateji oldu. Birincisi, Suriye sahasında Kürtler üzerinden edinilen pozisyona sımsıkı tutunmak, ikincisi de, ABD’li think-tank kuruluşlarının tavsiye ettikleri gibi “Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonundan faydalanmak”… Tavsiye şuydu: “Türkiye’nin, Rusya’nın anlayış göstermesiyle de olsa, de facto olarak Halep’in kuzeyinde kurduğu güvenli bölge, askeri ve politik bir üs olarak yeni ve güçlü bir olanak sunmaktadır. Bunun iyi değerlendirilmesi gerekir.” Burada kastedilen, Fırat Kalkanı bölgesidir. Ancak bu tavsiye, Rusya’nın Türkiye’ye “sadece el-Bab eteklerine kadar yol vereceği” ve üstelik Türkiye’nin kontrol etmesine izin verilen bu bölgelerde Rusya’nın etkisinin de belirleyici olmaya devam edeceği hesaba katılmazdan önceydi.
Trump’ın kendini İsrail’in güvenliğine adaması
İsrail’e gelince, önce Obama’nın savaş politikalarından umutlanan, sonra ikinci dönemde savaş tercihinin ötelenmesinden dolayı kaygılanan bir yerde duruyordu ki, Trump’ın yükselttiği İran gerilimine sıkıca tutundu. Aslına bakılırsa Trump’ın başkanlığı boyunca ortaya çıkan icraatlarının odağında hep İsrail olduğu görülür. İki şeye odaklandı, birincisi savaş gerilimini yükseltip, ardından yaptırım paketleri açma, ikincisi İsrail için sözde “yüzyılın barışı” projesini hayata geçirme…
Bu konuda attığı adımları hatırlarsak, tek taraflı olarak İran’la nükleer anlaşmayı bozması gibi, Kudus’ü de tek taraflı olarak İsrail’in başkenti ilan etti. Suriye’nin işgal altındaki Golan tepelerinin “İsrail toprağı olarak” tanınmasını istemesi, Batı Şeria’nın ilhakını onaylaması ve son olarak da İsrail’le normalleşme anlaşması imzalamaları için Arap ülkelerini sıraya dizmesi de eklendiğinde, denilebilir ki, Trump’ın Ortadoğu programının odağını İsrail lehine olan projeler oluşturdu. Bölgeye dair politikasının muhtevasındaki yaptırımlar da bir savaş aracı olarak kullanıldı. Bu konuda Trump’ın epeyce yol aldığı açıktır. Ve ajandasında, İsraille barış imzalayacak sıradaki ülkelerin sayısına kadar, hala bekleyen somut adımlar var.
Ha Trump, ha Biden…
En başta İsrail olmak üzere, bölge ülkelerinin ABD seçimlerine odaklanmalarının anlamı türlü türlüdür. Kimi ülkelerin “ ya Trump kaybederse” diye diken üstünde durmalarının sebepleri de öyle… Suriye sahasına dönük olarak da, örneğin muhaliflerin, Trump’ın kaybetmesiyle ilgili kaygıları şu yöndedir: Demokrat’ların İran’la ilgili Obama politikasını devam ettirip tekrar nükleer anlaşmaya imza atmaları demek, İran’ın Suriye’yi ekonomik olarak biraz daha desteklemesi demektir. Bu da, Sezar yaptırımlarının Suriye’yi “umut edildiği gibi” etkilemesini engeller… Türkiye’nin beklentisiyle ilgili olarak en fazla söylenen şey ise, “Trump’ın tekrar seçilmesi ve Fırat’ın doğusuna yönelik operasyona yeşil ışık yakmasıdır”…
Bütün bu kaygı ve tercihlerin temelinde yatan şey, Joe Biden’ın başkan olması halinde ABD’nin Ortadoğu politikasının ve bölge ülkeleriyle ilişkilerinin yeniden gözden geçirileceğini söylemesi, buna karşın Trump yönetimindeki Suriye özel Temsilcisi James Jeffrey’nin politikalarında hiçbir değişiklik olmayacağına dair “güven verici” açıklamalar yapmasıdır. Oysa Biden’ın da Türkiye’ye bu yeşil ışığı yakmayacağını kimse söyleyemez…
Sonuç olarak, başta Türkiye olmak üzere, mevcut politikalarını devam ettirmek için Trump’ın kazanmasını, nefeslerini tutarak bekleyenler var. Ya da örneğin “Türkiye’nin Suriye’deki emellerini sınırlandıracaktır” diye Biden’ın kazanmasını aynı heyecanla bekleyenler var. Lakin Türkiye’ye Suriye savaşında başrolü veren Biden’ın partisi olduğunun unutulmaması gerektiğini de hatırlatanlar var.
Ve ABD açısından da, kim kazanırsa kazansın, derinleşen kutuplaşmanın yarattığı gerilimin devam edeceği öngörülüyor. Belki de “derin devlet”, enerjisini ülkeye hakim olan bu iklimi dağıtmaya harcayacak, belki de bunun üstünü örtmek için “dışarıdaki düşmanlara karşı” savaşları daha da derinleştirecektir.
Ancak bölge halkları açısından bakıldığında, ABD seçimlerine dair herhangi bir tercihin ya da farklı bir beklentinin söz konusu dahi olmadığı görülür. Çünkü deniliyor ki, Amerikalılar için bile bir kısır döngü söz konusu. Zira bir başkanı seçerken, daha iyi olduğu için seçmiyorlar, daha aza kötü olduğu için seçiyorlar. Dünya halkları için de bu böyledir. Dolayısıyla seçimi bekleyen bekler, ancak bölgedeki ve özellikle İdlib’deki kaynayan kazan daha fazla beklemez, kimin başkan olacağına da bakmaz, taştı taşacak durumdadır.