Merkez kapitalist devletler, 2022-2023 göç ivmesinin anormal yükselişe geçtiğine kanaat getirdiler. Yeni stratejik önlemler devrede. Yaptıkları propaganda hep aynı: Her şey göçmen kaçakçılarıyla ve insani krizle mücadele için! İşin aslı hiç de öyle değil. Gerçekte kapitalist sömürü ve yağma, yerkürenin yoksullarını ve savaş mağdurlarını büyüyen trajik göçlere zorluyor. Alınan tedbirler mültecilerin hayatını cehenneme, göçü fırsata çeviren plan, strateji ve uygulamalardan ibaret.
Son bir ayda ne gördük? Birbirleriyle uyumlu ve birbirlerine yaslanarak şekillenen üç acımasız mülteci karşıtı plan gördük. Sac ayaklarından biri İngiltere’de, diğerleri AB ve öncü ülke Almanya’da çakıldı.
Birinci olarak, İngiltere İçişleri Bakanı Suella Brewerman Ruanda’da boy gösterdi ve burada kurulacak mülteci kamplarını 5 yıldızlı otelleri tanıtır gibi tanıttı. İngiltere ile Ruanda devletleri arasında imzalanan anlaşma, Manş Denizi’ni geçen göçmenleri Britanya adasından Afrika ülkesi Ruanda’ya deport edip burada depolamayı güvence altına alıyor. Bildiğimiz kadarıyla evrensel mülteci haklarına savaş açan en cüretkâr ve en radikal anlaşmalardan biri bu. Mahkemelerin aksi kararına rağmen İngiltere devleti durmak bilmiyor, mülteci karşıtı yasalar yeniden ısıtılıp gündeme getiriliyor. Eğer bu son anlaşma hayata geçerse, “hedef ülkelere” ayak basan mülteciler bir kıtadan diğerine taşınarak depolanmış olacak. Yeni bir transfer ve yeni bir depolama sistemiyle karşı karşıyayız. Mülteci başına 169 bin pounda mal olan bu anlaşma sayesinde, dünya, mülteci ticareti üzerinden bir kez daha ve üstelik yine Afrika’da yeni bir sömürgecilik türevine şahit olacak.
İkinci olarak, AB Yeni Göç ve İltica Planı’nda yaşanan tıkanıklık aşıldı ve en azından iki madde üzerinde AB devletleri anlaşma sağladı. Böylece AB sınırlarına ayak basan mülteciler, sınırda iltica prosedürlerine maruz kalacak ve “ikna edici olmayanlar” hızla geri gönderilecek. Diğer kararda ise Avrupa’nın zengin ülkeleri, kişi başı 20 bin euro vererek, kıtaya alınan mültecileri yoksul AB ülkelerine paylaştıracak. Kargaların bile güleceği evlere şenlik bir “dayanışma mekanizması” bu! Gelinen aşamada 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’nin tabutuna iki çivi daha çakılmış oldu. Dünya yeni bir döneme giriyor: Merkez kapitalist ülkelere (hedef ülkeler) ayak basan mülteciler önce transit ülkelere (Türkiye, Libya, Fas vb), ardından göç yolunun başlangıç ülkelerine (Afganistan, Pakistan, Suriye vb) geri itilecek. AB ile Türkiye arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması, bir zincirin halkaları gibi yerkürenin orta, güney ve doğu ülkelerine uzatılacak. Yani Geri Kabul sistemi tedavülden kalkmayacak, tersine pekişerek dünyayı bir ağ gibi saracak. Türkiye’de AKP iktidarının göç planı da bu global plana entegre durumda.
Üçüncü olarak, Almanya’da “Nitelikli İş Göçü Yasası” Meclis’ten geçti. Peki AB, denizlerini ve kara sınırlarını mültecilere kapatırken Almanya neden böyle bir adım attı? Çünkü Almanya’da nüfus yaşlanıyor ve genç iş gücüne ihtiyaç var. Üstelik mülteci almak demek Alman burjuvazisi için daha fazla maliyet ve zaman kaybı demek. O yüzden mültecilerin yerine geçici sözleşmelerle çalışan kalifiye göçmen işçiler tercih ediliyor. Dil eğitimi, tek taraflı entegrasyon ve nitelikli meslek donanımıyla gelen göçmen emekçiler Almanya kapitalizmi için daha “belasız” ve daha verimli. Yasa aynı zamanda prototip bir model niteliğinde, tutarsa diğer ülkelere doğru yaygınlaştırılacak.
Bütün bu tablo, 20’nci yüzyıldan bize miras kalan evrensel mülteci haklarına fütursuz bir savaş açıldığını gösteriyor. İngiltere ve Ruanda bakanlarının açıklamasındaki şu cümle ise içinde hem bir itirafı hem de yalanı barındırıyor: “İnsani krizler ve insan kaçakçılığı baskısı altında küresel iltica sistemi çöküyor…” Bu cümle bir ucundan itiraf. Çünkü küresel iltica sistemi kapitalist sistem altında çöküyor. Aynı zamanda bir yalan. Çünkü çöküşün nedeni “insani kriz” ya da “insan kaçakçılarından” öte kapitalist devletlerin mültecilere ve uluslararası sözleşmelere savaş açmış olmasından kaynaklanıyor.
Geçtiğimiz yüzyılın elle tutulur en somut ve kapsamlı mülteci sözleşmesi 1951 Cenevre Sözleşmesi’ydi. Onu ortaya çıkaran ihtiyaç, İkinci Dünya Savaşı’ndan ve nihayet Avrupa’da faşizmin yenilgisinden sonra milyonlarca mülteciye koruma sağlamaktı. Anlaşmanın asgari müştereklerde buluşması ve insani olması, SSCB’nin taraf devletlerden biri olması sayesindeydi. Fakat faşizmin yıktığı kentlerin inşasından başlayarak kapitalist kalkınma stratejisi “misafir işçilik” gibi modelleri devreye sokmakta gecikmedi. 21’nci yüzyıla ve sosyalizmin egemen olmadığı bugünkü tek kutuplu dünyaya geldiğimizde, emperyalist kalkınma, rekabet ve sömürü hedefleri eski kazanımlara daha fütursuz bir savaş açtı. 1951 Mülteci Sözleşmesi duvarın dibinde defalarca kurşunlanırken yeni bir “göç yönetiminin” önü açıldı. İşte son haftalarda (vicdani olarak okumakta zorlandığımız) mülteci karşıtı yasa ve uygulamalar tam da bu sürecin sonuçları.
Aynı döneme denk gelen aşırı sağ ya da daha doğru ifadeyle neo faşist parti ve örgütlerin yükselişe geçmesi de tesadüf değil. Zira kanunlar yırtıp yeni kanunlar yazan savaş arabaları, siyasal düzlemin taşlı yollarından geçmeden menzile ulaşamazlar. Almanya’da ırkçı AfD partisi ilk defa yerel seçim (kaymakamlık) kazandı. Fransa’da Le Pen, İskandinav ülkelerinde neo faşist ve ırkçı partiler benzer yükselişte. Yunanistan seçimlerinde faşist partiler sürpriz yaparak Meclis’te sandalye kazandı. Türkiye seçimlerinde benzer özellikte partiler, iki kutuplu burjuva ittifak blokunun her iki ucuna da sızmış oldular. Devletlerin burjuva ulusal sınırlarına sıkışan ve sınıf mücadelesinin ekseninden uzak göç tartışmaları neticesinde; göçmen düşmanı milliyetçi faşist akımlar kendine konforlu alanlar bularak hızla palazlanıyorlar.
Küresel kapitalist göç yönetimi modelleri karşısında yeni ve kapsamlı bir mücadele stratejisine ihtiyaç olduğu açık. İşçi sınıfı, sosyalistler ve halk güçleri göç politikalarında burjuva ulusal sınırları aşarak enternasyonalist bir mücadeleyi tartışmalı. Kazanımlarını savunmakla birlikte 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni de aşan, ortak hak mücadelesi ve örgütlenmeye dayanan bir platform kendini dayatıyor. Çünkü mesele mülteci haklarının da ötesinde artık bir medeniyet sorunu. Öyle ki emperyalizm adım adım barbarlığı çağırıyor.
Akdeniz’de batan (belki de batırılan) göçmen teknesi olayından sonra, Atina sokaklarında yükselen protesto dalgası, enternasyonal mücadele zemini için güçlü işaret sayılmalı. Fransa polisi tarafından 17 yaşında katledilen Nahel için günler ve geceler boyu sokakları, kentleri işgal eden kitleler de benzer bir dinamiği göstermiş oldular. Dolayısıyla özel olarak göç politikalarında, genel olarak politik alanda, kapitalist gericiliğe ve neo nasyonalizme karşı enternasyonalist mücadele önem kazanıyor. Dünyada baş gösteren sosyal hareketler, bu mücadeleyi teorik bir tartışma kadar pratik bir mücadele konusu olarak da ele almayı mümkün kılıyor.
Şöyle bitirelim:
Dünyanın bütün işçileri, ezilen halklar ve mülteciler birleşin!
*Bu yazı 1 Temmuz 2023 tarihinde İleri Haber’de yayımlanmıştır.