İster dünyaya bakalım, isterseniz bölgemize ya da ülkemize bakalım, mücadelenin sertleştiğini, sertleşmeye devam ettiğini görmemiz, bunu not etmemiz mümkündür. Bu sadece çözülen ABD hegemonyasına karşılık, ABD’nin her yerde ve her yolla savaşı dayatması anlamında değildir. Elbette, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı, Japonya, Almanya, ABD, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, diğer Batı emperyalist güçleri arasında sürmektedir ve sürekli farklı bir tonda düzey yükseltmektedir. Ukrayna provokasyonu, ABD-NATO eli ile yapılmış bir provokatif eylem olarak ortaya çıkmıştır. Ve tam bu nokta netleşmiş, tam Batı’nın “demokrasi” ile cilalanmış tutumu değerini kaybetmeye başlamış iken, ABD, Tayvan provokasyonunu organize etmiştir. Demek artık, “demokrat” görünmeleri önemli değil. Belli ki, yarın, mesela İran’a dönük bir savaş oyunu ortaya konacaktır, sonra da başka bir ülkeye dönük. ABD, kendi hegemonyasının çözülmesini önlemek için, savaş bayrağını yükseltip, NATO kanalıyla tüm eski Batı müttefiklerini kontrol etmeyi sürdürmek istiyor.
Yani, buradan bakınca da bir sertleşme, bir cephelerde netleşme, bir maskelerin çıkarılması ya da düşmesi süreci yaşanmaktadır. Örnek olsun, mesela Henri Barkey isimli CIA’ya çalıştığı ifade edilen bir akademisyenin, son derece düzgün Türkçesi ile, Ağustos ayı başında yaptığı açıklamalar böyledir. Henri Barkey, Osman Kavala’nın “casus”luk suçlamasının temelini oluşturacak bir bağlantı olarak sunulmuştu. İddianamede ismi geçiyormuş ve bu anlamda “deşifre” olmuş sayılabilir (Okuyucu, “deşifre” olmayı, halkın nezdinde diye anlamamalıdır. Aslında bu uluslararası güçlerin adamları, rakipleri tarafından anlaşıldıklarında deşifre olmuş olurlar). Henri Barkey ile Kavala, birlikte yemek yemişmiş vb. Oysa Barkey, bir soru üzerine mi, yoksa durup dururken mi, bilmiyoruz, “aslında ben ünlü bir gazeteci ile yemek yedim, Osman Kavala ile değil” şeklinde konuştu ve bu “ünlü gazeteci”nin kendi ismini kendisinin açıklamasının daha uygun olacağı anlamında sözler söyledi. Sonunda Aslı Aydıntaşbaş, o kişi ben değilim şeklinde başlayan bir tartışmadan sonra, anlaşılan Türkiye’yi terk etmiş. Sonunda, o kişinin kendisi olduğunu kabul edecek tarzda, Henri Barkey’in kendisini deşifre ettiğini, karalamaya çalıştığını vb. dile getirdi. Böylece Aslı Aydıntaşbaş’ın, “operasyonel gazeteci” olduğunu öğrenmiş olduk. Doğrudan hangi istihbarata, hangi bölümüne çalıştığını bilmiyoruz. Ama anlıyoruz ki, öyle imiş. Henri Barkey CIA’ya çalışıyorsa, muhtemelen Aslı Aydıntaşbaş da bu anlamda görevler almış idi ise, bu açıklamalar nedendir? Son derece basittir. Her ikisini de, rakip istihbarat güçleri zaten biliyordur. Sadece burada açıklama halka yapılmış oldu. Yine tanınmış bir gazeteci olarak ABD’de yaşayan Cüneyt Özdemir, konuya müdahil oldu. Aslı Aydıntaşbaş’a karşı bir “karalama kampanyası”nın yapıldığını dile getirdi. Özdemir, Aslı Aydıntaşbaş’a, büyük bir refleksle sahip çıktı.
İyi ama, karalama kampanyasını kim yürütüyor? ABD için çalışan gazetecileri, ABD adına çalışan akademisyen mi deşifre ediyor?
Özdemir bize bunun yanıtını vermiyor. Oysa gazetecilikte “beş N bir K” vardır ya, buna göre, gazeteci bunları da yanıtlamalı.
Bu olay, belli ki, büyük güçlerin çatışmalarının bizdeki yansımalarıdır. Bir akademisyen, bir uzman, bir gazeteci vb. eskisi gibi NATO cephesine çalıştığı için, NATO güçlerinin hedefi olmaktan kurtulamıyor. Bu artık böyle. Ülkemizdeki her çete, her mafya grubu, her tarikat vb. aslında içlerine uluslararası güçleri de alan, devlet çarkının bir parçasıdırlar. İsmailağa Cemaati, dün sadece TC devleti tarafından belirlenmiş kişilerce yönetilirdi. İyi ama şimdi, TC devletinin içinde ABD, Almanya, İngiltere, İsrail, Fransa vb. vardır ve bunların her biri kendi güçlerini geliştirmek istemektedir. Bu nedenle, egemenler, mesela Kürt meselesi, devrimci işçi hareketi vb. olduğunda, birleşmektedir. Bu arada ise kendilerini yemektedirler. Normali de budur. Bu grupların içinden daha kapsamlı bilgiler elde etmeden, Aslı Aydıntaşbaş olayının detaylarını bizim bilmemiz mümkün değil. Bu nedenle olacak, Sedat Peker açıklamalar yapınca, herkes ilgi duyuyor. Öyle ya, bu suç organizasyonlarını, cami imamı anlatacak değil. Cami imamlarının da anlatacakları çıkacak, biraz daha zamanı var gibi.
Mücadele sertleşiyor, cepheler netleşiyor derken, biz daha çok, yakın çevremizdekilere bakmakla yetinmek istiyoruz. İşte Aslı Aydıntaşbaş olayı böyle. Bu arada, Aslı Hanım, kendini korumak için Osman Kavala lehine ifade vermemiş de oluyor. Öyle ya, Cüneyt Özdemir’in sevgili Aslı Aydıntaşbaş’ı, çıkıp “hayır o adamla yemek yiyen Osman değil, bendim” demeliydi. Hem anlaşılan Osman Kavala’yı da yakinen tanımaktadır.
Son günlerde, iktidar cephesinden, Saray çevresinden, AK Parti denilen yapının (AK Parti, artık bir siyasal parti değildir) içinden, çeşitli çıkışlar ortaya çıkmaktadır. Bu çıkışlarda da, benzer biçimde farklı çıkar gruplarının çatışmaları etken olabilir. Bizim görüşümüz şudur: AK Parti, (a) parti değildir, bu işi bitmiştir ve (b) birden fazla bir yapıdır. Yani, mesela İsrail’in bir AK Parti’si vardır ya da Almanya’nın, ABD’nin de bir AK Parti’si vardır ya da İngiltere’nin veya Fransa’nın. Onun için bir tane AK Parti yoktur. Dahası, bu uluslararası düzeyi bir yana bırakalım, mesela inşaat çetesinin bir AK Parti’si vardır, enerji çetesinin de, medya çetesinin de. Mesela Sedat Peker, 13 Ağustos’ta, Yeşildağ isimli bir çeteyi açıklarken, sahip olduğu TV kanallarını da açıklamış oldu. Bu çeteler, Saray tarafından beslenen, ama artık kendilerine ait güçleri de olan çetelerdir. Bunu tarikatlar için de söylemek mümkündür. Her tarikat, artık, bir holdingdir ve mafyatik bir yapıdır, çetesel bir yapıdır, istihbarî bir yapıdır. Bunların hepsi iç içedir.
Kürt halkına karşı yürütülen savaş, bir yandan milliyetçilik, bir yandan İslamcılık ile yürütülen bir savaştır. Ama içinde, bu çeteler, bu tarikatlar, NATO şemsiyesi altında tüm güçler, içinde uyuşturucu çeteleri, içinde uluslararası güçler vb. vardır.
Eğer devletin, Saray Rejimi’nin yapısını kavrayamazsak, mesela Perinçek’in, Ağar için övgüler düzmesini açıklamak zor olur. İşte mesele tam da buradadır.
Artık, mücadele sertleşiyor, yol ayrımları yakınlaşıyor, kimisi maskesini çıkartıp açıktan saf tutuyor, kimisi ise bir başkasının maskesini düşürüyor.
Bu süreç, “niyetlerle” açıklanacak bir süreç değildir. Sürecin kendine has bir nesnelliği vardır. Bunu kavramak önemlidir.
Mesela Suriye savaşını ele alalım: Suriye savaşını ABD, NATO mekanizması organize etti. ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar bu konuda açık, önde roller aldı. Başkaları da işin içindeydi ama bu ülkeler, adı geçenler, özel olarak önde idi. TC devleti, Suriye sınırından mayınları bu nedenle, İsrailli bir firmaya temizletti. Ürdün sınırında olaylar başladığında, sadece İsrail değil, kuzey sınırında Türkiye de harekete geçti. Davutoğlu, ABD emri ile, Esad ile görüşüp, istekleri bildirdi. TC devleti, tüm güçleri ile, İslamcısı ya da Ergenekoncusu, hangi kanatları varsa tümü ile, bu işin içine daldı. Birincisi savaş büyük rant demekti ve ikincisi Suriye zaferi zaten çok kısa süre sonra gelecekti inancındaydılar. Onlara göre, çok kısa sürede, büyük bir kâr ve güç elde etmek mümkün idi. Hele ki, bir de Kürt halkına karşı geniş çaplı bir kıyım da mümkün olacaktı ki, bu durum heveslerini artırıyordu. Emevi camiinde namaz kılma isteği budur.
Oysa işler öyle gitmedi.
Süreci özetlemeye gerek yok. Suriye halkları direndi. IŞİD organizasyonu ile tüm sahayı düzlemeyi hedefleyen ABD-NATO mekanizmaları, halkın direnişine takıldı. Suriye devleti de direndi ve daha sonra Rusya, Suriye’nin çağrısı ile sahaya indi. Böylece, işler değişti. TC devleti, Suriye’nin bir bölümünde bugün işgalcidir. Kürt halkına karşı savaş için bu işgal ellerini güçlendirmektedir.
Bugün ise, durum biraz daha farklılaşmıştır. Rusya Erdoğan’a, söylendiğine göre, “operasyon yapamazsın, hatta ev de yapma” demiştir. Ve Çavuşoğlu -kendisi Dışişleri Bakanı unvanına sahiptir-, açıklamalar yaptı. “Suriye devleti ile muhalifleri barıştırmak”tan söz etti. Çavuşoğlu, Erdoğan’ın görüşmelerine bile katılamayan, Erdoğan’dan gelen izin üzerine açıklamalar yapabilen, hobi olarak dışişleri bakanlığı yapan biri gibidir. Alınmasın, ama hobisi dışişleri bakanlığı olan başka bir “kul” bulunamaz. Zaten TC devletinin dışişleri, bir çeşit hobi çalışması olarak da ele alınabilir. İş, ABD-NATO hattında yapılmaktadır. Dışişleri kadrosuna ise, buna uygun bazı hamleler yapmak, açıklamalar yapmak, ziyaretler yapmak düşmektedir. Muhtemeldir ki, bu ziyaretlerin her birinin en önemli konusu, nerede yemek yenecek, alışveriş için nereye gidilecek konusudur.
Çavuşoğlu “Suriye devleti ile muhalefetin barışması” cümlesini kurunca, TC devleti tarafından, “Kuvayımilliye” olarak adlandırılacak kadar sıcak ilişkiler içinde oldukları ÖSO grupları, TC bayrağını yakmaya, protestolar organize etmeye başladılar. ÖSO grupları demek, hem milliyetçilik hem İslamcılık, hem para hem rant, hem mafya hem uyuşturucu vb. demektir. Bir de elbette devlet yönleri vardır. Suriye’de işgal ettikleri topraklarda emniyet müdürü, kaymakam vb. atayan TC devleti, elbette onları da içine alacaktır.
Şimdi bu olayların bu biçimde gelişmesi, elbette, kendi nesnel mantığı içinde anlamlıdır. Ama bu durum, birçok kişi için maskelerin düşmesi demek olacaktır. Başkası da mümkün değildir.
TC devleti, Saray Rejimi, kendi egemenliğini sürdürmek için, savaşa, adeta bir müptela kadar ihtiyaç duymaktadır. Erdoğan’ın Putin’den Suriye’de yeni bir saldırı için izin istemesinin nedeni budur. Ne İran ne de Rusya için bu saldırı göz yumulacak gibi değildir. Ama müptela, bunu düşünmez, ister.
Müptela, ÖSO unsurlarını gösteriye teşvik ediyor. Muhtemelen Akar, “inandırıcı olsun” demiştir ve bayrak bu nedenle yakılmış olmalıdır. Bu yolla Erdoğan, Putin’e, “bakın biz elimizden geleni yapıyoruz ama sahada durum biraz zor” diyecektir. Sanki, Saray Rejimi’nin, bu pespaye numaralarını kimse anlamayacak, sanki maskeler işe yarayacak.
Neylersin, kişi kendini bir şeye inandırıyorsa, o durum ne kadar gülünç olursa olsun kendisine çok uygun görünüyor. Savaş müptelası olma hâlinden kaynaklıdır.
TC devleti, bu nedenle, bugün, Irak içlerine saldırılar düzenlemektedir. Anlaşılan Saray Rejimi, Sincar üzerinden Kerkük hayalleri kurmaktadır. Bu hayalleri onlara veren, elbette ABD-NATO’dur. Kürtlere karşı her saldırının ardında, bu güçler vardır. ABD, TC devletine Kerkük hayalleri vererek, TC ve İran arasında bir savaş planı yapmaktadır. Görünen budur. Suudi Arabistan ile TC arasında canlandırılan ilişkiler de bunun ifadesidir. Bölgeyi ziyaret eden Biden, “Ortadoğu’da Rusya ve Çin’in dolduracağı bir boşluk bırakmamaktan” söz etmektedir. Bu durum, açık olarak İran’a karşı operasyon hazırlıklarının temelidir.
Öyle anlaşılıyor, ABD, NATO kanalı ile, Batı güçleri üzerindeki denetimi artırabilmek için, saldırılar organize etmekte, sonra bu durumu yeni bir üslenme hamlesine çevirmek istemektedir. Ukrayna’da oynadıkları oyun, Rusya’nın operasyonu ile karşılık buldu. Ama ABD, bu durumu, (a) Avrupa’ya yerleşmek, yeni üsler elde etmek, yeni konumlamalar yaratmak, bu yolla tüm Avrupa’yı denetim altına almak ve (b) Rusya’yı uluslararası alanda izole etmek için kullanmıştır. Doğrusu, Ukrayna’da Zelenski ağır bir durum yaşamakta olsa da, ABD, Avrupa üzerinde kontrolünü artırmayı başarmıştır, kazançlı çıkmıştır.
Tayvan için de plan buna benzerdir. Çin’i büyük ölçüde kendi etrafında odaklayacak bir sorun yaratmakta, sorunu büyütmekte, ardından da bölgedeki güçleri kendi etrafına toplama isteğini gerçekleştirmek istemektedir. Tayvan’da bir savaş gerilimi yaratan ABD, Güney Kore ve Japonya’yı kendi denetimine almak, var olan denetimini artırmak istemektedir. Muhtemeldir ki, bölgede yeni üsler talep edecektir.
Şimdi sıranın nerede olduğu tartışılabilir.
Muhtemel yeni alan, Biden’ın hava ile tokalaşmaya devam ettiği İsrail ziyareti ile başlayan Ortadoğu’dadır. İran’a dönük yeni operasyonların ortaya çıkması mümkündür.
Tüm bu süreçler, elbette, herkesin maskelerini indirip, saf tutmasına neden olmaktadır. Mesela Almanya’da Yeşiller Partisi, maskeleri indirmiş ve savaş şahini postunu giymiştir.
Mücadele tek tek ülkelerin içinde de sertleşiyor, sertleşecek.
İşçi ve emekçiler, savaşa dahil olan tüm ülkelerde, krizin ve savaşın faturasını ödemek ile karşı karşıyadırlar. Bu durum, tüm kapitalist dünyada, yani tüm dünyada, işçi hareketinin daha ciddi direnişlerle ortaya çıkmasını koşullayacaktır. Bu durum, daha bugünden, birçok Avrupa ülkesinde, ABD’de vb. maskeleri düşürmektedir. Artık “demokrasi”den değil, artık, iç ayaklanma ihtimallerine karşı savaş yollarından söz ediyorlar. “Demokrasi”, artık kapitalist devletlerin, bizim adlandırmamızla tekelci polis devletlerinin apış arasını örten bir örtü olmaktan dahi çıkmaktadır. Bu nedenle, mücadele daha da sertleşecektir. Artık, işçi dostu, demokrat vb. görünmek kimsenin tahammül edeceği bir maske olmayacaktır. Zira işe de yaramayacaktır.
Almanya’da Yeşillerin savaş postundan söz ettik. Aynı şekilde tüm Avrupa’da, ABD’de NATO emrinde gizli olarak örgütlenmiş olan Neonazi örgütlenmelerin sahaya sürülmeye başlandığını görüyoruz.
Ülkemizde de sınıf savaşımı sertleşecektir, sertleşiyor. Buna bağlı olarak cepheler netleşecektir. Ve elbette buna bağlı olarak maskeler inecek, herkes kendi sınıfı adına mücadeleye yönelecektir.
Artık, ortada kalmak, eskisi kadar kolay olmayacaktır.
12 Eylül ile başlamış bir karanlık dönem var. Bu dönem içinde birçok okuryazar (biz ısrarla okuryazar takımı-OYT diyoruz), her olayda, bir çeşit “sınıflar üstü”, “tarafsız” yer almaya yöneldi. Aslında, devleti destekliyorlardı ve mücadele edenlere karşı idiler. Ama bu “tarafsız” tutumlarını, “çok yönlü bakmak” gibi bir erdemli yaklaşımın arkasına sığınarak yapıyorlardı. Şöyle diyorlardı “iyi ama, bu devrimciler de bu denli eylem yapmamalılar.” Evet coplandılar, TOMA ile karşılandılar, iyi ama yine de Taksim’de ısrar etmek niye ki? İşte hep bunları söylediler ve bunun adına, “gerçekçi olmak”, bunun adına “uygar olmak”, bunun adına “tarafsız olmak” dediler. Devlet, Tekel işçilerinin karşısına tüm güçleri ile çıkınca bunlar, tam da bu “tarafsız” hâllerini sürdürdüler.
Öylesi karanlık dönemlerde, kendini gri bölgede kalarak gizlemek mümkün olabiliyordu. Artık olamıyor, olmayacak.
Mücadelenin sertleşmesinden söz ediyorsak, bunun OYT için pratik anlamı budur. Artık, “tarafsız” kalma lüksünüz bitmiştir. “Tarafsız” kalmaya devam edebilirsiniz elbette, ama bunu bir “entelektüel tutum” olarak, erdemlilik olarak sunamazsınız. Bu bitmiştir.
Artık, “ortada kalmak”, kimseye bir avantaj sağlamayacak. “Ortada” denilen yer, iki cephenin, deyim uygun düşerse savaş sahası olacaktır. Ortada kalmak, arada kalmak, uzun süreli bir tutum olamayacaktır.
Ya işçi sınıfından, devrimden, sosyalizmden yana tutum alacaksınız ya da devletten yana, Saray Rejimi’nden yana. Nitekim, gelişmeleri iyi okuyabilen herkes, bunun çok sayıda işaretini görebilir.
Saray’ın çevresinde boşalmalar oluşmasının nedeni, “kaybetmeyi görebilen hırsızlara özgü bir zekâ”dır.
İçinde birazcık onur, insanlık taşıyan her okuryazar, her insan, “korkunun verdiği zekâ”yı değil de, umudun ve direnişin verdiği cesareti seçmek zorundadır. Mücadele etmek, direnmek, cesaret istiyor. Sisteme adapte olma “zekâsını” terk etmenin zamanıdır. Direniş ve mücadele, temizlenmenin, arınmanın yoludur ve ardından, daha büyük bir direniş zekâsını devreye sokmanın anahtarıdır. Yaşadım, yaşıyorum diyebilmenin yolu, direnişe, emek cephesine, devrim cephesine katılmaktan geçmektedir.