16 C
İstanbul
23 Kasım Cumartesi, 2024
spot_img

Milliyetçilik, Kürt karşıtlığı ve sol – Fikret Soydan

Konu Kürt halkının direnişi olunca, nasıl ki egemenler hemen “boğa görmüş” gibi birleşiyorsa, aynı şekilde burjuva “muhalifler”, hemen onlara katılıyorlar. Devletin hiçbir saldırısını kınamak konusunda bir hamle yapmak için kollarını kıpırdatmayanlar, karşıdan gelen her saldırı karşısında, “terörü” lanetleme ayinine katılıyorlar. Oysa İsrail basını, tekrar söyleyelim değil Marksist, solcu bile değildir, bu konuda farklı bir duyarlılık gösterebiliyor.

Filistin direnişi, İsrail’in soykırımı saldırıları, bir yandan Ortadoğu’daki durumu bir bütün olarak, yeniden gündemin ön sıralarına çıkardı. Diğer yandan da, egemene karşı, bir halkın direnişini yeniden gündeme taşıdı.

Konu İsrail olunca, İsrail’i soykırım ile suçlamak, hemen bir medya kampanyası ile düşman ilan edilmek anlamına da geliyor. Ama bu arada İsrail basını, İsrail muhalefeti, tüm bunlara tezat olacak şekilde, tüm İsrail savunularını yerle bir edecek şekilde, durumu ortaya koyuyor.

Hamas’ın saldırısının daha ilk günü ya da ertesi günü, İsrail’in ünlü gazetesi Haaretz, tereddüt etmeden, Hamas’ın saldırılarının gerçek suçlusu Netanyahu hükümetidir anlamına gelen başlıklar attı.

Doğrusu, İsrail basınında Haaretz, sol basından sayılmaz. Komünistlerin ortaya koyduğu tutum gibi tutumları da almaz. Ama işte bu İsrail gazetesi, durumu ortaya koyarken, cesur davranabildi.

Dünya tekelci medya ağları, Hamas’ın kadınları çıplak hâle getirip teşhir ettiği, çocukları öldürdüğü, hatta 40 çocuğun boğazını kestiği görüntüleri yayınlıyordu. Ve İsrail gazetesi, tüm bunların yalan olduğunu ortaya koydu. Netanyahu’nun savaş naralarını beslemek için bu yalanların ortaya konduğunu ifade etti.

O zaman da biz sormuştuk: İçişleri Bakanlığına Kürt gerillalarca gerçekleştirilen saldırı, üstelik hiçbir sivil kaybı da yokken, mesela değil burjuva basın, “muhalif basın” tarafından bile, “bu saldırının gerçek suçlusu Kürtlere kimyasal silahlarla saldıranlardır” diyemediler. Oysa, bir burjuva demokrat bile, kimyasal silahlarla, kendi haklarını talep eden bir halka, bir grup ya da topluluğa saldırıyı lanetleyebilir. Bizim “muhalif basın” kendine şunu sormalıdır: Aslında bu İsrail basını Marksist değil, buna rağmen neden bu gerçeği açıklıyor? Bu soruya bulacakları yanıt, kendilerinin ne kadar “muhalif” olmaktan uzak olduklarını da ortaya koyacaktır.

AK Parti diktatörlüğü, tek adam diktatörlüğü, İslamo-faşizm, tek adam yönetimi, patrimonyal sultanlık vb. adlarla andıkları bugünkü devlet örgütlenmesinin her “kötü” uygulamasına karşı, gidip Atatürk’e sığınıyorlar. Oysa, bizzat kendilerinin fikirleri olmalı ve gerektiğinde bu fikirlerini, bir “dokunulmaz” isme başvurmadan savunabiliyor olmaları beklenirdi. Olması gereken budur.

Eminim, bu eleştiriyi, çok yersiz bulacaklardır. Bu nedenle, belirtmeliyim ki yalnız değiller. Mesela, Barolar Birliği, farklı baroların kurulmasını öngören yasalar hazırlanırken, Ankara’ya yürüme kararı aldılar. Ankara’ya vardıklarında, o da ne, “Anıtkabir”e yöneldiler. Saray Rejimi’ni, Atatürk’e şikâyet ettiler.

Bu, bizim “muhalif”lerimize özgüdür: Bir şey yapacaklarsa, mutlaka, Atatürk’ten destek istiyorlar. Ve emin olun, işler ters gidince de, hemen “bu halktan bir şey olmaz” diyorlar. Oysa, Mustafa Kemal’in daha samimi takipçileri olsalardı, mesela “bu halktan bir şey olmaz” diyerek kendi korkularını örtmeye çalışmazlardı.

Sanırım kabulü zor olmasa gerek: Bu ülkede burjuva demokrat anlamda bir ciddi muhalefet yoktur.

Demiş ya ozan; bilirim, yaranın ucu derinde.

Biz, İsrail katliamlarını onaylamayan İsrail basınının tavrını, neden bizim muhalif basınımızın göstermediğini merak ediyoruz.

Eğer devlet, mesela Roboski’ye saldırırsa, bu saldırıya karşı çıkan herkese, hep birlikte, “sen önce terörü kına” deniyor. İyi ama, devlet terörünü kınamayan bir kişi, bu soruyu saldırganca soruyor diye, biz, “TC devleti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” tekerlemesini mi sakız gibi çiğnemeliyiz? Bu mudur, o ünlü “insan hakları” savunusu, o ünlü “hümanizm”iniz?

Buyurun, İçişleri Bakanlığına bir saldırı var ve sivil ölümü de yok. Buyurun, sivil ölümleri olmadan ortaya konulan bu eylemi, hadi övmeyin, ama anlamaya, arkasında yatanı ortaya çıkartmaya çalışın.

TC devleti, 2015 yılından beri, eski savaş politikalarına dönerek, Kürt halkına karşı saldırı ve savaş politikalarını devreye soktu. Buna karşı çıkana, bizzat Saray Rejimi, sizin sözlerinizle, mesela tek adam diktatörlüğü, Erdoğan diktatörlüğü, İslamo-faşizm, “terörist” diyor. Diyor ki, siz barışı savunursanız, siz Kürtlerin haklarını savunursanız, demek ki teröristsiniz, demek ki ülkenin bölünmesini savunuyorsunuz. Bunu söyleyen, sizin “kötü” sözlerle anmak için kıvrandığınız Saray Rejimi’dir ve siz, onların ağzı ile, terörist ve bölücü demeyi sürdürmeyi daha güvenli buluyorsunuz.

Oysa Saray Rejimi, 2015’ten bu yana, savaşı kuralsız bir savaşa çevirmiştir ve tüm dünyada, en çok da sizin hayranlık duyduğunuz Avrupa’da, kimyasal silah kullanımına ilişkin o kadar çok belge ortaya konulmuştur ki, rahatlıkla siz de cesaretinizi toplayıp, buna karşı ses çıkartabilirsiniz. Ama nerede!

Kürtlerin haklarını savunmak için, Kürt olmanız gerekmez. Sadece insan olmanız, burjuva demokrat olmanız bile yeterlidir. İsrail’in saldırılarına nasıl karşı çıkabiliyorsanız, öyle yapmanız, en azından bir adım demektir.

Mesela sorabilirsiniz: 2019’da, 70 kişiye indiği devlet tarafından söylenen “terörist” sayısı, nasıl oluyor da, binlerce “terörist” daha öldüğü hâlde, hâlâ var olmaya devam ediyor? Bunu sorabilirsiniz. Sorabilirsiniz; bu savaş politikalarından yüksek kârlar edinenler var mı, kimlerdir bunlar? Sorabilirsiniz; neden “barış talebi” dile getirildiğinde, Saray Rejimi hemen kükrüyor?

Bunları söylerken, hayır sizin, PKK’yi eleştirmekten vazgeçmenizi istemiyoruz. İstediğiniz eleştirileri yapabilirsiniz. İyi ama, nasıl ki asgarî ücreti devletten bekliyorsunuz ve bu konuda onu eleştiriyorsunuz, nasıl ki bir gazeteci içeri alındığında haklı olarak eleştiriyorsunuz, işte bu da öyle, siz devleti bir “iyi” merkez olarak kabul ediyorsanız, buyurun ondan barış için adım atmasını talep edin.

2023 yılının son günlerinde, TC devleti, Saray Rejimi, 12 askerin öldüğünü açıkladı. Bu sayının doğru olup olmadığı elbette bir sorudur. Her alanda yalan söyleyen TC devleti, burada da yalan söylüyordur. Normalde, bir burjuva demokrat, lütfen dikkat edilsin solcu bile demiyoruz, bir burjuva demokrat, şu soruyu sorar: Neden sürekli askerler ölüyor? Biraz daha insan olan birisi, bu askerler ne için, kimin için ölüyor diye sorar. Oysa tekmili birden tüm partiler, tüm “muhalifler” -içlerine son dönemde UluSol da eklendi-, hep birlikte “terörü lanetleme” gösterisi yapıyorlar. Üstelik bu askerler, sınırların dışında ölüyor.

TC devleti, Saray Rejimi, Suriye sınırında ve Irak Kürdistanı’nda, PKK’ye karşı operasyonlar yaptığını, bunlara çeşitli adlar vererek ilan ediyor. Bu bir aylık bir iş de değildir. Irak toprağı olarak TC tarafından resmî olarak tanınan topraklarda, Saray Rejimi, NATO desteği ile, sayıları 50’den fazla olan karakol-üs organize etmektedir. Ve bu yıl, bu bölgelerden kış aylarında da çekilmeyeceklerini ilan etmişlerdir.

Mesela gelen cenazelerin ardından, hiçbir “muhalif”in, kalkıp da bu gerçekleri ortaya koymaması ilginç değil mi?

Tüm bu noktalarda, kendileri için “kötü”, “fena” ilan edilmiş olan AK Parti yönetimini, Erdoğan diktatörlüğünü vb. eleştirmezler. Mesela RTÜK kararları nedeni ile “Türkiye laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir” tekerlemesini tekrarlıyorlar. Mesela bir imam aracılığı ile dinî bir saldırı ortaya koyduklarında, “Türkiye demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” tekerlemesini tekrarlıyorlar. Ve bu tarz muhalefeti devreye soktuklarında, hemen Atatürk’e sığınıyorlar. Oysa, ne “laik”liği savunmak için, ne “demokrasi”yi savunmak için, ne “insan haklarını” savunmak için buna ihtiyaç yoktur.

İşte devletin de kullandığı budur. Devletin, yani Saray Rejimi’nin.

Saray Rejimi, bizzat devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Devletler, bir gün “İslamo-faşizm”, bir gün “patrimonyal sultanlık”, bir gün “tek adam diktatörlüğü” olmazlar. Hayır, devlet, olağan yöntemlerle yönetemediği zaman, olağanüstü devlet örgütlenmesini devreye sokarlar. Bu nedenle Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir.

İşte bu devlet, Kürt devrimine karşı, bir milliyetçi duvar örgütleyip, bölücülük propagandası ile devletin beka meselesini gündeme getiriyor. Bu yolla, tüm burjuva “muhalefeti”, kendi yanlarında tutum almaya, bu yolla da, halkları milliyetçilikle zehirlemeye devam etmek istiyorlar.

Egemenler, kendi aralarında ne denli çatışma olursa olsun, mesele Kürt meselesi olunca, hemen bir “birlik” havası yaratmaya çalışıyorlar. “Milletin birliği” dedikleri yerde, bir yoksul ailenin genci yaşamını yitirirken, bir zengin ailenin çocuğu da “pudra” şekeri çekmektedir. Bir aile varını yoğunu kaybederken, bir başkası da parasına para katıyor. Bir annenin gözyaşları sel olurken, bir başka yerde “anne”, yüz binlerce liralık çantalar almaya çalışıyor. Bir aile cenazede gözyaşı dökerken, bir başkası camide tekbir diye bağırarak “vatanın birliği”ni sloganlara döküyor.

Ve bizim Kemalist solcularımız, devlete karşı “Türkiye demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyerek imanlarını tazeliyorlar.

Sartre, Cezayir savaşı sırasında, kendi devletine karşı tutum alırken, bir halkı sömürgeleştiren, ezen bir başka halkın özgür olamayacağı ilkesini dile getirmekten geri durmuyordu.

Aradan yıllar geçti. Zamanın bu konuda olumlu tutumu yaygınlaştırması gerekirken, konu Türkiye olunca, tersi ortaya çıkıyor.

Konu Kürt halkının direnişi olunca, nasıl ki egemenler hemen “boğa görmüş” gibi birleşiyorsa, aynı şekilde burjuva “muhalifler”, hemen onlara katılıyorlar. Devletin hiçbir saldırısını kınamak konusunda bir hamle yapmak için kollarını kıpırdatmayanlar, karşıdan gelen her saldırı karşısında, “terörü” lanetleme ayinine katılıyorlar. Oysa İsrail basını, tekrar söyleyelim değil Marksist, solcu bile değildir, bu konuda farklı bir duyarlılık gösterebiliyor.

Bir solcunun, kendine has bir tutumu vardır ve Kürt hareketini eleştirmekten geri durmayabilir. Ama bu konudaki hassasiyetinin, devlete karşı tutum almakta da ortaya çıkması gerekmez mi?

Bu politika, kimseyi demokrat, kimseyi anti-emperyalist, kimseyi insan hakları savunucusu, kimseyi solcu yapmaz. Yapmaz çünkü, Kürtlere karşı sürdürülen bu savaş, TC devletinin, Saray Rejimi’nin, içeride ve dışarıda savaş politikasının bir parçasıdır. Suriye’deki işgalci tutumun nedeni budur. Libya’da askerî operasyonlara ABD adına katılmak, bu tutumun gereğidir. Bu tutum, Kafkaslarda alınan tutumun kendisidir. Bu tutum, soykırım ve katliam politikalarının kendisidir. Ankara Garı’nda patlayan bombalar, bu tutumun sonucudur. Suruç katliamı, bu sürecin bir parçasıdır. Tıpkı dün, Roboski, dün Sivas, dün Maraş, dün Çorum, dün 1 Mayıs katliamlarında olduğu gibi. TC devleti budur.

15-16 Haziran ve Gezi Direnişi, tam da bu devletin karşısındadır. İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişi, TC devletine karşı bir direniştir. Ve bu aslında iki sınıfın, hem ülkemizde hem de dünyadaki çatışmasının bir parçasıdır. Bu iki karşıt uçtan birinde yer almak mümkündür. Yani, her iki tarafta birden yer almak mümkün değildir. Egemene karşı Filistin direnişinden yana olmak ne demek ise, dünyanın her yerinde, bizim ülkemizde de egemene karşı tutum almak budur.

Savaşa karşı tutum almak, egemene karşı tutum almaktır. Savaşa karşı tutum almak adına, vatan millet edebiyatı çerçevesinde milliyetçiliğe destek vermek, adı ne olursa olsun, sonuçta egemeni desteklemektir. Kemalizme sarılarak bugünkü rejimle, bugünkü devletle mücadeleye tutuşmak mümkün değildir. Emperyalist savaşa ve işgale karşı, savaşın ateşleri içinde gelişen ve hem işgalciye hem de Saray’a karşı anti-işgalci karakterde başlayan direnişten öğrenecek çok şey vardır. En başta da, burjuvazinin gelişmiş sınıf bilincinin, bu anti-işgalci hareketi nasıl kontrol altına aldığını öğrenmek gerekir. Orada da sınıf savaşımını görmezden gelmek, solun büyük hatasıdır.

Saray Rejimi, son seçimlerden bu yana, kendini daha da sağlamlaştırmak istemektedir. Güçlendirilmiş Saray Rejimi hedefi için ortaya konmuş olan saldırı, hem dinci hem de milliyetçi tarzda, yani Türk-İslam sentezinin yeni yoğrulmuş hâli ile bir ideolojik yenilenme içerisindedir. Bu yeni milliyetçilik için, egemen, yeni bir alan açmak istemektedir. Bu milliyetçilik ile UluSol yaratılmak istenmektedir. Bu yolla, Saray Rejimi, tüm işçi ve emekçi muhalefetini kontrol altına almaya çalışmaktadır.

Laiklik konusundaki pratikler, solun hiçbir zaman laik olmamış devleti savunması için bir yol hâline getirilmek istenmektedir. Hiçbir zaman demokratik olmamış bir devleti savunmak için zemin hazırlanmaktadır. Para babalarını daha da zenginleştiren uygulamalarla, hiçbir zaman var olmayan “sosyal devleti” savunma hattı yapmak istemektedir. Böylece, AK Parti öncesini savunmak, büyük bir hedef hâline getirilmektedir. Ve elbette, barikatı buraya kurmak, aslında devletin oyun alanına girmekten başka sonuç vermez. Kürt karşıtlığı ise, solun oldum olası içine düştüğü bir tuzaktır. Ya da buraya düşmekte o kadar gönüllüdür ki sol, adeta kendini kaybetmektedir.

Devletin saldırıları, Saray Rejimi’nin saldırıları tam da bu amaca dönüktür. İşçi ve emekçilerin, barikatı en geriye kurmak diye bir seçeneği yoktur. Seçim öncesinde, “evde kal”, “sokaklar karışmasın”, “provokasyona gelmeyin” teraneleri, tam da bu amaca hizmet etmiştir.

Saray Rejimi’nin, devlet değil de, gelip geçici bir iktidar, bir Erdoğan diktatörlüğü olduğunu düşünmek, devletin bu olmadığını sanmak, büyük ölçüde hamlıktır. Bu nedenle, seçimlerle ya da sadece ve sadece seçimlerle, iktidarın düşeceğini sanmak, bu hamlığın ürünüdür, yanılsamadır.

Dün, burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin bir parçası olarak, Saray Rejimi ile birlikte bir müsamere ortaya koymuştur. Böylece toplumsal muhalefeti, burjuva partilerin, en çok da CHP’nin kuyruğuna takarak devlete bağlamıştır.

Bugün, sol, yeni bir tarz milliyetçilik ile, aynı yolda yürümektedir.

Bugün, hemen herkes diyor ki “iktidarı taklit ederek muhalefet yapılmaz.” Onların bir muhalefet olma hedefleri bile yoktu. Ama bunu bir yana bırakalım. Öyle ise, bunu daha da ileriye götürelim, devletin milliyetçiliğinin içinde bir “olumlu”, “Kemalist” milliyetçilik arayarak, bir sol tutum alınamaz. Olsa olsa bu yolla, işçi sınıfının iktidar mücadelesine, toplumsal kurtuluş mücadelesine ihanet edilebilir, engel olunabilir.

İki sınıfın, burjuvazi ve işçi sınıfının tarihsel çarpışmasıdır bu. Bunu egemen hangi örtü ile örtmek isterse istesin, gerçek budur. Burada, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm cephesinde, net bir tutumla yer almadan, işçi sınıfından yana, egemene karşı olunamaz.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol