Mezardan ölü çıkartmak, İncek’te küçük bir köy mezarlığında başlamadı aslında. Bu kadar aleni yapıldığı için herkes gibi biz de daha çok farkettik sadece.
Ne Hatun Annenin naaşı mezardan çıkarttırılan ilk naaş, ne de olayın faili yaratıklardan birinin İçişleri Bakanı’yla çektirdiği resim ilk. İnsanları Ermeni, Yahudi gibi ayrı adlarla mezarlık kurmak zorunda bıraktırdıklarında başlamıştı bu canilik. Tanrı Dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman kibri, ölülerini başkalarıyla yan yana gömmek istemedi. Gömülmüş olsaydı çan sesi ezan sesine karışmış olmayacaktı oysa. Mezarlıklar ibadet yeri değil çünkü. İnsanların ölülerini gömüp, zaman zaman ziyaret ederek andıkları bir yer sadece. O yüzden Arap alfabesiyle yazılmış bir dua ve haç resminin yanyana iki mezar taşında olmasının kimseye bir zararı da olmaz elbette. Ancak, normal akıl böyle işliyor, etnik ve dinsel kibirden kör olmuşların aklı değil. Yaşayanlara olduğu kadar ölülere de -belki de daha çok- hakim ve ayrıcalıklı olanın kim olduğunu sürekli hatırlatma gereği duyuyor tutulmuş akıl. Yaşayanlara karşı yürüttüğü iktidar mücadelesini ölüler üzerinden de yapıyor ya da.
Mezarlıkları bile ayırıyor, ayırmak zorunda bıraktırıyor insanları.
Hatun Anne örneğinden çok daha kötü örnekler de var tarihte. 1930’larda şapka kanununa muhalefet eden ya da ettiği iddia edilen ve gıyabında idam cezasına çarptırılan Kemahlı Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi olayı mesela. Karar gıyabında veriliyor ve arama kararı çıkarılıyor. Henüz yakalanmadan eceliyle ölüyor ve gömülüyor Hakkı Efendi. Oğlu jandarmaya, babam öldü diye haber veriyor. O dönemin seyyar mahkemelerinden biri olayı doğrulatmak üzere bir heyet gönderiyor. Mezar açılıp, ölenin Hakkı Efendi olup olmadığının tespiti yapılmak isteniyor. Köylüler, inançları gereği karşı çıkıyorlar ama mezar yine de açılıyor. Beş gün önce defnedilen cenazenin yüzü açtırılıyor ve köylüye onaylatılıp tutanak tutuluyor. Buraya kadar olup biten bir nebze de olsa anlaşılabilir ancak bundan sonrasını hiç kimsenin anlaması mümkün değil.
Kefeniyle birlikte çıkartılan cenaze oracıkta kurulan darağacında asılıyor. Nahiye müdürü bile isyan edip soruyor; “Adamcağız zaten ölmüş, niye asıyorsunuz?” Şöyle yanıtlıyorlar: Mahkeme asılarak idamına karar vermiş, kararı yerine getiriyoruz!
Onlar mahkeme kararını yerine getiriyorlar. Peki ya İncek’teki köy mezarlığındaki güruh hangi kararın gereğini yerine getiriyor? Onun yanıtını da İçişleri Bakanı’yla birlikte çekilen resim veriyor. Neredeyse bütün açıklamalarında; sokakları muhalife dar etmekten, iki cümlede bir hesap sormaktan, linç çağrıları yapmaktan, hainler mezarlığı kurmaktan, öldüreceğiz, yok edeceğiz, gücümüzü göreceksiniz mesajları vermekten bahseden iktidardır bu kararın sahibi. İçişleri Bakanı’yla olayın faili bir faşistin birlikte çektirdikleri fotoğrafa bakmak yeter bunu anlamaya. Üç-beş embesilin, ırkçı faşistin galeyana gelip gerçekleştirdiği bir şey değil yani olay. Savaşa hazırlanır gibi, kazması, küreği ve traktörüyle mezardan cenaze çıkarmaya hazırlanmışlar. Ama gerçek sorumluyu ele veren asıl şey olayın maddi delilleri değil yine de.
Valiliğin, sataşma açıklamasında, Adalet Bakanı’nın benzer nitelikteki demecinde ve illa da İçişleri Bakanı’nın olay bölgesindeki karakolda faillerden biriyle çektirdiği fotoğraf, aynı failin AK Parti ile çektirdiği maaile diğer fotoğraflar olayın maddi delillerinden daha önemli aslında. Büyük resim buradan görünüyor çünkü. Asıl failler -tetikçiler değil- açığa çıkıyor. Gerçek çırılçıplak görünüyor. Tıpkı Hrant’ın katilinin, önünde bayrak, yanında polislerle çektirdiği fotoğraftaki gibi. Tıpkı bir zamanların içişleri ve adalet bakanı Mehmet Ağar’ın, 7 TİP’li gencin boğularak öldürülmesi başta olmak üzere birçok katliama imza atan Haluk Kırcı’nın nikah şahitliğini gösteren fotoğraf gibi…
Yine de, bununla da sınırlı değil gerçek. Bir de gerçeğin dibi var ki o da Cumhurbaşkanı’nın açıklamasında açığa çıkıyor. “Gerekirse uçak kiralayalım, ölülerini kendi memleketlerine götürsünler.”
Kendi memleketleri?
Buralar bizim toprağımız diyebilmek için tarih boyunca büyük bedeller ödemelerine rağmen kendilerinin olduğunu kabul ettiremedikleri memleketleri mi? Tarif doğru ama kasıt bu değil elbette. ‘Bu memleketi beraber kurduk, Çanakkale’de birlikte savaştık, şehitlerimiz yanyana yatıyor’ gibi sözlerin hükmü bitiyor; tersinden deniliyor ki, buralar bizimdir.
Peki ya oralar?
Onlara sorarsan oralar da onların ama henüz mezardan ölü çıkarttıracak kadar örgütlü değiller oralarda. Linç güruhları kuramıyor, mezardan ölü çıkartamıyorlar. Bunları yapamıyorlar dendiğine bakıp da oralarda hiçbir şey yapılmadığını da sanmasın kimse.
Mezar meselesi bile bir “ayrıcalık” oralarda. Binlerce mezarı olmayan insan var çünkü. Asit kuyuları mezar mesela ya da toplu mezarlar var Nevala Kasaba’daki gibi.
Değil mezar, vücut bütünlüğü bile yok oralarda. Bodrumlarda diri diri katledilmiş insanların vücut parçaları sağa sola dağılmış, hafriyat kamyonlarıyla oraya buraya taşınmış durumda. Bir hafriyat alanında bir kol, bir şehir çöplüğünde bir bacak ya da herhangi bir yere bırakılmış herhangi bir organa rastlayabilirsiniz ama mezara rastlamanız mümkün değildir.
Onlarca yıldır Cumartesi ve Koşuyolu annesi, çocuğunun ölüsünü arıyor bir mezara koymak için!
Tarihin en büyük dramlarından biri bu galiba.
Ölülerinizi istediğiniz mezara koyamıyorsunuz, hangi mezara ve nasıl konacağına çürümüş bir akıl karar veriyor. Çocuklarınızın bir mezarı bile yok öte yandan.
Her ikisinin faili de aynı.
Ölülere leş muamelesi yapıyor.
Bazen Varto’da olduğu gibi çıplak bir kadın resimleri sergiliyor; bazen öldürüyor, yok ediyor… Mezarını bulamıyorsunuz.
Ve bazen de mezarları tahrip ediyor.
Yaşayanlarla olduğu kadar ölülerle de savaşıyor.
Tam da bu nedenledir ki, bu alçaklıkla mücadele hem yaşayanlar ve hem de ölülerimiz içindir.
Ya da ölülerine sahip çıkamayan, dirilerine hiç çıkamaz!