İmamoğlu hadisesinin suları durulmadan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Malatya’daki sivil toplum kuruluşları ve sektörel temsicileri buluşmasına katılmış. Mutlaka meşveretin müstesna örneklerinden olan bu buluşmada “Milletimizi sapkın ve sapık akımların saldırılarından beraberce koruyalım. Farklı siyasi partiler olarak 2023 seçimi öncesi tarihi bir uzlaşmaya imza atalım” deyip eklemiş: “Kanun teklifleriyle oyalanmak yerine anayasa değişikliğiyle kalıcı çözüme kavuşturalım, aile kurumunu daha da güçlendirelim. LGBT diyorlar, güçlü bir ailede LGBT diye bir şey olabilir mi? Bunun kimlerle nasıl iş tuttuğunu biliyorsunuz. AK Parti’nin böyle bir derdi yok. Bize güçlü aile lazım”.
Düşünün birden düşman ilan edilmişsiniz. Daha ne olduğunu anlayamadan idam sehpasına çıkarılmışsınız. Bir cellat kılıcını bileğide keskinleştiriyor. Boynunuzu bir sehpaya eğiyorlar. Bir dava olmayacak mıydı diyemeden durumu seyreden geniş bir kitlenin önünde olduğunuzu fark ediyorsunuz. Ve bir anda aklınızdan bir soru geçiyor: Bu seyredenler ne diyor olan bitene? “Siyaset meydanında” hukuksuz infazla, liberal kuramın “toplumsal ön yargılar” olarak tanımladığı şiddet aracı arasında ilk göze çarpan ortak nitelik ön yargıların da adil bir yargılama olmadan cezalandırılmasıdır. Ön yargının hedefindeyseniz söyleyeceğiniz hiçbir şey kararlaştırılmış cezanızı engelleyemez. Savunma hakkınız elinizden alınmıştır. Ancak bu yazı savunma hakkına ilişkin değil, seyirci kitle üzerine. Boynu vurulanın hedefte olduğuna dair bir kuşku yok, ama seyircinin de hedefte olduğunu unutmamak lazım. Herhangi bir azınlığı hedef alan siyasi düşmanlaştırma, verilen cezanın kamuoyunda yaratacağı cezalandırma korkusu ve linç etkisini hesaba katar. Seyirciler arasında susanların korkudan, kutlama yapanların linççilerden oluştuğu mu akla geldi? Bir de sırf bir otorite emrettiği için katılanlar olabilir (Milgram Deneyi).
Cezalandırma korkusu Machiavelli’den beri önde gelen bir siyaset meselesidir. Machiavelli prense, sevgi ancak rızayla verilebilecek olduğu için korkulmanın daha güvenli bir yol olduğunu öğütler. Eğer devleti tanımlayan şey şiddet tekeliyse, şiddetin bir ihtimal olarak uygulanabileceğini cümle aleme gösterilmelidir. Yani, kılıç kınından, ya kılıcın ne kadar keskin olduğunu göstermek için çıkartılır, ya da yapılan infazın ortağı haline getirmek için. Tehdidin inandırıcılığı sergilenerek arttırılır. Bu açıdan bakıldığında, iktidarın kah “LGBT”, kah gökkuşağı olarak kodladığı tehdit izleyicilerin tümünü hedefleyen bir ara hedef, bir kısmi hedef olarak görülür. İktidar blokunun düşmanlaştırma kampanyası sadece LGBTİ+ları hedefleyen uzun erimli, stratejik bir hamle değil, kısa vadeli, taktik bir araç olarak da yorumlanmalıdır.
Soğuk Savaş döneminin propaganda konusundaki etkili bir çalışmasında Jacques Ellul, doğrudan ve sosyolojik propaganda arasına ayrım yapar: Sosyolojik propaganda toplumsal iklimi değiştirir, topluma yavaşça nüfuz eder, modernizasyon teorisinin deyimiyle toplumsal bütünleşmeyi, sosyal entegrasyonu, Türkeş’in deyimiyle mermerleşmeyi hedefler. Gündelik hayatı hedefleyen sosyolojik propaganda, kamuoyunu ve toplumsal tavrı etkileyecek doğrudan propagandadan önce gelmelidir. Sosyolojik propaganda saban sürmektir, doğrudan propaganda tohum ekmektir (Ellul, bu benzetmenin içerdiği cinsel çağrışımları ve bunların kültürel tezahürlerini tartışmıyor). Farklı medya farklı propaganda çeşitleri için daha elverişlidir. Örneğin, kamuya açık toplantılar, mitingler ve posterler yoğun ve kısa süreli, doğrudan eyleme yönlendiren şok propaganda için daha uygundur.
Elbette kitle iletişimi ve medya çeşitliliği Ellul’ün çalışmasını Fransızca yayımladığı 1962’den bu yana çok değişmiş durumda. Ancak, kitabın İngilizce baskısının arka kapağındaki övgü yazısının medya çalışmalarının kurucu figürlerinden Marshall McLuhan tarafından yazıldığını belirteyim. Her ikisi de medyanın verdiği mesajın içeriğine değil, mesaj dolayısıyla medyanın nasıl örgütlendiğine odaklanır: Esas mesaj medyadır (The Medium is The Message). Bu yaklaşım propagandanın içeriğinden ziyade nasıl bir aygıtı ve kitleyi örgütleyebildiğine odaklandığı için hem çok farklı ulusal propaganda biçimlerini hem de farklı kitle iletişim araçlarının etkinliğini karşılaştırmalı olarak tartışabilme fırsatı tanır. Odak, boynu vurulandan seyirciye çevrildiğinde mesajın içeriğinden ziyade nasıl bir siyasal şiddet aracı örgütlediğine yoğunlaştırır. Ellul, alışılmış propaganda çalışmalarından farklı olarak kitle iletişim araçları dışındaki şu araçları propaganda aracı olarak sayar: Sansür, kanunlar, kanun teklifleri, uluslararası konferanslar, kişisel bağlantılar, eğitim metotları ve eğitim, kilise, yargı aparatı, edebiyat. Ancak Ellul’ün yaklaşımı propagandanın içeriğini görmezden geldiği için araç ve içerik arasındaki diyalektik bağlantıyı toplumsal çatışma açısından keşfetmez. Yani propaganda aletini kullanan iktidarın hangi toplumsal güçlerin ürünü olduğu ve bunların arasındaki dengelerin aleti nasıl etkileyeceğiyle ilgilenmez. İnfaz sehpasındakinin şimdi neden ben sorusuna cevap vermez.
Beyoğlu saldırısı gibi bir şokun ardından işçilerin grevlerinin milli güvenlik tehdidi gerekçesiyle yasaklandığını, “LGBT”lerin güvenlik tehdidi ilan edildiği bir iklime geldik. İktidarın grev yasağını “LGBT” tehdidi gibi bir kampanya malzemesi olarak sergilemeyeceği açık. Bu son LGBT+fobik konuşma İsmailağa’da patlayan çocuk istismarı skandalına bir cevap mı? Nitekim İsmailağa, iktidarın LGBT+ karşıtı sokak seferberliğinde başı çeken örgütlerden. Tarikat ve aile kurumları arasında evlenme yaşı üzerinden patlak veren çatışmada iktidar aileyi seçti, ancak aileyi yeniden, üstelik rakip tarikatların ortaklaşacağı bir model olarak, inşa ederek. Bu aile modeli iktidarın sosyal sorunu çözmeye yönelik sosyal politikasının temel birimini oluşturuyor. Asgari ücret ve EYT beklentileri karşısında iktidarın yandaş sermaye blokunda çatlaklar meydana gelmesi, Üç Harfliler Hadisesi sosyal politikanın mevcut ekonomik gidişte nasıl hasar aldığını gösteriyor. Aile, tam da bu noktada sapılan bir kavşak. Neoliberalizmin sendika ve toplum düşmanlığı devletin korporatist aygıtını da akamete uğrattığı için, AKP’nin burada kaybolan kitle sadakatini inşa ve ihya çabasında, yani sosyal politikasında aile kurumu merkezde oturuyor. Toplum tarlası, giderek bir ucuz ve bedava iş gücü kampına dönüşen aileyle sürülüyor. Aile, sadece üretim ve bölüşüm değil siyasal temsil ve katılım yükümlülüğü de artmış bir idari birim olarak karşımızda beliriyor. Aile yoksullaşırken iktidar aracındaki baskı işlevi artıyor ve baskıyı meşrulaştıran bir söylemde sembolleşiyor. Aile, yoksulluk sorununun “yönetilebileceği” bir araç olarak ne kadar yeterli olabilir? Mevcut iktidar bloku, dağılmasın diye kitlesinin etrafına tehditlerle ördüğü kale duvarlarının yoksulluk tarafından aşındırılmasını aile harcıyla tamir edebilir mi?