Ne zaman memlekette “adaleti zedeleyen” bir olay toplumun gündemine girse, muhalefeti, iktidarı ile “devlet büyükleri”nin kurduğu ilk cümle; Türkiye Cumhuriyeti’nin, “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” olduğudur.
Bu büyük bir yalandır!
Bu devlet, tarihi boyunca ne laik, ne demokratik ne de sosyal hukuk devleti olmamıştır. Buradaki tüm “kazanımlar, her zaman işçi sınıfı ve emekçilerin dünya çapında ve bu topraklarda sürdürülen sınıf mücadelesi sayesindedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar gidiyor olması, bu topraklarda Sunni İslamın bir devlet dini olarak örgütlendiğinin en açık kanıtı değil midir? Din, egemenler tarafından işçi-emekçileri, halk hareketini kontrol altında tutmak için kullanılmıştır.
Sonrasında ABD eliyle dünya çapında sosyalizme karşı “Yeşil Kuşak” projesi ile organize edilip kullanılması, Türkiye’de de dinin kullanılışını değişik evrelerden geçirmiştir. 60’lı, 70’li yıllar bu topraklarda süren sınıf savaşına, yükselen devrimci dalgaya karşı milliyetçilikle birlikte dinin pervasızca kullanılması hepimizin bildiği bir gerçektir.
Bugün de böyledir. Din ilk defa AKP tarafından kullanılıyor değildir. Daha pervasızca kullanıldığı söylenebilir. AKP’nin bir ABD projesi olduğunu solun dışında, AKP destekçisi islamcı yazarların bile dillendirdiği bir yerde bugünkü uygulamaların hem emperyalist efendiler hem de onların işbirlikçisi sermaye sınıfı ve yöneticilerinden bağımsız olduğunu söylemek mümkün müdür?
Örnek olsun, Koç’un, Sabancı’nın, Eczacıbaşı’nın, TÜSİAD’ın ÇEDES projesine karşı çıktığını gördünüz mü? Karlarını, servetlerini arttırmak dışında bir dertleri var mıdır? Yoksa “Çevreye duyarlı değerlerine sahip çıkan”, grevi, isyanı düşünmeyen, şükreden bir nesil sermaye sınıfı için, patronlar için istenen bir şey midir?
Katliamlara dönüşen işçi cinayetlerinde tarikatların, imamların, “isyan etmeyin” vaazları için getirilmesi, Antep’te, Urfa’da olduğu gibi işçilerin direnişlerini kırmak için diyanetin seferber olması, depremde tarikat ve imam ordularının deprem bölgesine taşınması yakın zamanda yaşadıklarımızdır.
Laik bir ülkede devlet hiçbir dinsel inanca karışmaz, destek olmaz. Hiçbir ibadethanenin görevlileri de dahil giderlerini karşılamaz. Diyanet İşleri diye bir kurum aracılığı ile devlet dini örgütlemez, okullarda zorunlu din dersi dayatamaz.
Son seçim sürecinde, iktidarı, muhalefeti birlikte milliyetçiliği ve dini yeniden organize etmişlerdir. Kürt düşmanlığının yanına Göçmen düşmanlığı da eklenerek örgütlenen yeni bir milliyetçiliğin yanı sıra dinin kullanımında da daha pervasızca hareket edilmektedir.
Yağma, rant ve savaş üzerine kurulu Saray Rejiminin yeni savaş hükümetinde liyakat budur. Sözüm ona muhalefetin de “itirazları” tamamen göstermeliktir. “Ana muhalefet” partisi CHP’nin Diyaneti kurmakla övündüğü bir ülkede yapılan itirazların bir karşılığı olabilir mi?
Ekonominin yönetimi, emperyalist merkezlere doğrudan bağlanarak, işçi-emekçilere savaş ilan edilmiş gelişen itirazlar baskı ve zorla bastırılmak istenirken, bölgemizde ABD’nin başını çektiği savaş politikalarına balıklama atlanmaktadır.
Anti- komünizm, İşçi sınıfının reddi, halkların imhası ve inkarı üzerine kurulu bu burjuva egemenliği, “iktidarı”, “muhalefeti” ile karşımıza almadan bu topraklarda “laik, demokratik” bir düzen kurulamaz. Laik, nüfusun %90’nını oluşturan işçi-emekçiler için demokrasinin olduğu bir ülke ancak işçi sınıfı iktidarı ile, sosyalizmle mümkündür.
Bunun yolu, işçilerin, halkların, kadınların, öğrencilerin, doğasını-yaşamını savunanların direnişlerini birleştirecek bir Birleşik Emek Cephesi ile direnişleri büyüterek işçi sınıfı iktidarı için mücadele etmektir.
Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine inşa edilmiş Saray Rejimi’ne karşı insanca ve onurluca bir yaşam için direniş saflarında birleşelim.
Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!