Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Türkiye-Suriye ve Rusya dışişleri bakanları olarak üçlü bakanlar toplantısını ocak ayının ikinci yarısında yapabileceklerini açıkladı. Bilindiği gibi, 28 Aralık’ta Moskova’da Rusya Savunma Bakanı Şoygu, Milli Savunma Bakanı Akar ve Suriye Savunma Bakanı Abbas arasında üçlü görüşme gerçekleştirilmiş ve bu görüşmelerin sürdürülmesi kararı alınmıştı.
Üçlü dışişleri bakanları toplantısının bu kadar erken bir tarihte gerçekleştirilecek olması, yapılan görüşmelerde beklenenden daha hızlı sonuç alındığını gösteriyor. Suriye basınının resmi kaynaklara dayandırdığı haberlerde bu “ilerlemenin” önemli oranda Erdoğan yönetiminin verdiği tavizler üzerinden sağlandığı belirtiliyor.
Erdoğan iktidarının görüşmelerden hızlı sonuç alma isteğinin arka planında bu görüşmeleri aynı zamanda bir seçim yatırımı olarak görmesinin önemli bir payı olduğuna şüphe yok. Dışişleri bakanları arasında ocakta yapılacak toplantı, Erdoğan’ın bir süredir dillendirdiği ‘Esad ile görüşmenin seçimler öncesinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği’ sorusunun yanıtı bakımından da önemli olacak.
28 Aralık’ta savunma bakanları arasında, istihbarat şeflerinin de katılımıyla yapılan görüşmelerle ilgili resmi açıklamalarda bu görüşmelerin “olumlu geçtiği” dışında bir bilgi verilmemiş olsa da Türkiye’nin Kürtlerle ve Suriye’nin de cihatçılarla iş birliği ve işgal altında tutulan bölgelerle ilgili talepleri öne çıkardığını tahmin etmek zor değil. Suriyeli mülteciler konusu da bu pazarlıklara bağlı olarak ve onların bir devamı biçiminde gündeme geliyor/getiriliyor. Zaten Şam merkezli el Vatan gazetesi de adlarını açıklamadığı Suriyeli yetkililere dayandırdığı haberinde yapılan görüşmeler sonucunda “Türkiye’nin Suriye’den tamamen çekilmesi”, “M4 Otoyolunun açılması konusunda Soçi mutabakatının uygulanması” ve “PKK’nin Türkiye ve Suriye için büyük tehdit olarak kabul edilmesi” konularında uzlaşıldığını yazdı.
Burada “PKK tehdidi” tanımlamasının Türkiye ile Suriye ve Rusya için farklı anlamlar taşıması, ilk bakışta bir çelişki gibi görünebilir. Bilindiği gibi, Erdoğan yönetimi “PKK” derken SDG/PYD/YPG’yi de aynı parantezin içine alıyor. Öte yanda Suriye ve Rusya yönetimleri ise, Suriye’deki bu güçleri PKK’den ayırıyor ve zaman zaman görüşmeler yapıyorlar.
Ancak burada PKK’nin üstelik “ABD ve İsrail’in ajanı” vurgusu eşliğinde hedefe konmasının iki tarafın da işine gelen bir ‘uzlaşma’ noktası olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü bu tanımlama, hem Erdoğan yönetiminin Suriye Kürtlerine müdahale emellerini canlı tutuyor ve hem de Rusya ve Suriye’nin Erdoğan’ın emellerini Suriye Kürtleri üzerinde baskı kurmak ve onları kendi “çözüm”lerine zorlamaları için kullanabilmelerini sağlıyor.
Bu yönüyle burada sağlandığı belirtilen uzlaşmanın ABD’nin IŞİD ile Mücadele Güçlerinin Komutanı Tümgeneral McFarlane, Irak Kürdistan’ında KDP’den sonraki en önemli güç olan Kürdistan Yurtseverler Birliğinin (KYB/YNK) Başkanı Bafil Talabani ve SDG Komutanı Mazlum Abdi arasında geçtiğimiz günlerde Rojava’da yapılan görüşmeye bir yanıt olduğu da söylenebilir.
Kürtler için ‘birlik’ kendi kazanımlarını koruyabilmek ve ulusal-demokratik istemlerini karşılayacak bir siyasi statü sahibi olabilmek bakımından büyük önem taşıyor. Ancak ABD, Irak ve Suriye Kürtleri arasındaki ilişki ve iş birliğinin geliştirilmesini bölgedeki emperyalist çıkarlarını korumak; Suriye’de kendi varlığının sonu anlamına gelecek bir Kürt-rejim uzlaşmasını engellemek amacıyla istiyor. Rusya ve Suriye rejimi ise, kendi Kürt sorununun bir devamı olarak buradaki Kürtlerin kazanımlarını bir tehdit olarak gören Türkiye’yi bir ‘sopa’ gibi kullanmaya çalışıyor. Türkiye’nin operasyon ve işgal tehdidi üzerinden Kürtler, ABD ile iş birliğinden vazgeçmeye ve Suriye yönetiminin dayattığı koşullarda bir “çözüm”e zorlanıyor.
Gelinen yerde Kürtlerin ulusal-demokratik istemleri iki emperyalist gücün ve bölge gericiliklerinin emelleri arasında sıkışmış bulunuyor. Bu gerici pazarlıklar ve egemenlik mücadelesi her koşulda Kürtlerin kanı üzerine kuruluyor. Yeni yıl, Kürtlerin talep ve mücadelesinin bu zorluklarla sınanacağı bir yıl olacak gibi görünüyor.
Öte yandan Türkiye ve Suriye arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması sonrasında yanıtını arayan bir diğer önemli soru da Erdoğan iktidarı destekli cihatçı grupların ve İdlib’de Türk askeri tarafından korunan HTŞ’nin ne olacağı sorusudur. Nitekim, Moskova’daki üçlü görüşmeye ilk önemli tepkiler İdlib’den ve Afrin, el-Bab, Cerablus, Azez, Mare, Çobanbey gibi cihatçı gruplarla birlikte işgal altında tutulan bölgelerden geldi. Bu bölgelerde yapılan gösterilerde Türkiye’nin Suriye yönetimi ile görüşmeler yapması protesto edildi.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, yapılan gösteriler karşısında “Tepki gösterenler kendi çıkarlarını düşünenler. Muhalifler kendi içlerinde bunlara karşı önlem aldılar. Suriye ile ilişkileri sabote etmek için her türlü provokasyon olabilir. Olası provokasyonlara karşı önlemler alıyoruz” açıklamasını yaptı. Çavuşoğlu her ne kadar önlem alınmasından söz etse de tepkilerin varlığını kabul ediyor. Erdoğan yönetiminin bütün uyarılara rağmen yıllardır iş birliğini sürdürdüğü bu cihatçı çetelerin kendi varlıkları tehlikeye girdiğinde Türkiye ve bütün bölge için ne kadar büyük bir tehdit olabileceklerini anlamak için sadece son on yılda olup bitenlere dönüp bakmak yeter.
Önümüzdeki günlerde Erdoğan’ın uzunca bir süredir peşinde koştuğu ve önemli bir seçim yatırımı olarak gördüğü Suriye Kürtlerine yönelik operasyon karşılığında Suriye ordusunun İdlib’e operasyonunun pazarlık konusu yapılması sürpriz olmayacaktır. Buna karşın Türkiye ve Suriye’nin Rusya’nın ara buluculuğunda bir araya gelmesinden rahatsız olduğunu açıkça ortaya koyan ABD’nin “terör örgütleri listesi” içinde yer alsa da geçtiğimiz dönemde “Uluslararası tehdit oluşturmadığı ve rejim ile mücadeleye odaklandığı”nı söylediği el Kaideci HTŞ’yi dolaylı yollardan da olsa desteklemesi ve bu anlaşmaya karşı devreye sokması ihtimal dışı değil.
Sonuç olarak, geçen yıl Ukrayna savaşıyla bağlantılı olarak geri plana düşen Suriye’nin emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki egemenlik mücadelesinde yeniden öne çıkacağı bir döneme giriyoruz. Bir yanında Kürtlerin kanı üzerinde pazarlıkların ve öte yanında bütün bölge için tehdit olan cihatçıların yer aldığı bu sürecin Suriye, Türkiye ve diğer bölge halklarına ne getireceği sorusunun yanıtı, yine bu halkların demokratik-seküler bir gelecek inşa etme yolunda biriktirecekleri güç ve yürütecekleri mücadele tarafından verilecektir.