Son günlerde Türkiye’de gündem baş döndürücü bir hızla değişiyor. Bahçeli’nin DEM sıralarına el uzatmasıyla başlayan ve Öcalan’ı mecliste konuşma yapmaya çağıran açıklamasının ardından Erdoğan’ın verdiği destek açıklamaları herkesi beklentiye soktu. Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik “tecrit” uygulamasını kabul ederek, AHİM kararlarına atıfla “umut hakkı”nı da gündeme getirip herkesi şoke edecek biçimde yaptığı çağrı bazı kesimleri umutlandırmaya yetti. Ancak daha en baştan yapılan açıklama ve çağrılarda açıkça, kayıtsız şartsız biçimde silahların bırakılması, ve örgütün tasfiye edilmesinin amaçlandığı görülüyordu. Dolayısıyla bu açıklamalar karşısında iyimser olmaya, bu çağrılarda samimiyet aramaya veya gerçeklik algısı yaratmaya hiç gerek yoktu.
Nitekim Bahçeli’nin sonradan “Kürt sorunu yoktur” diye başlayan konuşması bu döneme damgasını vuran bir içerik taşımaktaydı; Kürt sorunu yoksa, sorunun olmadığı yerde “çözüm” nasıl olacaktı ve adına süreç, açılım, çözüm vb. denilemeyecek nitelikteki bu girişimleri nasıl adlandırmak ve değerlendirmek gerekiyordu? İşte bu soruların cevabını da aslında iktidar sahiplerinin kendisi verecek ve Ankara’daki TUSAŞ saldırısının ardından, henüz PKK üstlenmeden, bu eylemle hiç alakası olmayan Rojava’daki sivillerin yaşadığı alanlar bombalanarak karşılık verilecekti. Bu eylemin ardından bir yandan “Bizi yolumuzdan alıkoyamazlar” açıklaması yapılıyor, bir yandan da “Kürt sorunu yoktur, bölücü terör sorunu vardır ve terörün kökünü kazıyacağız” deniliyordu.
Bu ülkede faşist ideolojinin temsilcisi konumundaki Bahçeli’nin uzattığı eli hayra yormanın doğru olmadığı, bu elin devletin kanlı eli olduğu, ancak muktedirlerin topluma daha rahat kabul ettirebileceklerini öngörerek bu görevi ona verdikleri anlaşılıyor. Yoksa, Bahçeli’nin daha düne kadar “bebek katili” diye adlandırıp “teröristbaşı” ilan ettiği ve elinde yağlı urganla dolaşıp “asalım” diye çığırtkanlık yaptığı Öcalan’ı TBMM’ye çağırması hayal bile edilemezdi. Bahçeli’yi daha yakın zamanda DEM kapatılsın, onu kapatmayan AYM de kapatılsın, hapse atılsınlar dediği DEM’lilere el uzatmasından, Öcalan’ı meclise çağırma noktasına getiren nedir? Ne oldu da bugüne kadar savaştan beslenen Kürt düşmanı, şovenist kampın en sert temsilcisi konumundaki Bahçeli, bırakalım toplumu, muhalefeti dahi sersemletecek boyuttaki bu şaşırtıcı açıklamaları yapmak zorunda kaldı?
Teslimiyete dayalı stratejik yönelimin bu şekilde hoyratça ortaya konulduğu hamlelerin hangi ihtiyaca binaen yapıldığı, hangi konjonktürde geliştiği bir yana, Bahçeli’nin açıklamalarına memleketin en ünlü mafya liderlerinin; Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’ın destek vermesi, buna karşı çıkan din simsarı Cübbeli Ahmet’i de yanlarına çekip birlikte poz vermeleri, daha da ötesi bu “alaturka çözüm”ün, “gerekirse can alıp can vereceğiz” biçimindeki tehditlerle sürdürülüyor olması, bizi nasıl bir gidişatın beklediğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin en yapısal sorunlarından olan ve asla demokratikleşme sürecinden bağımsız ele alamayacağımız Kürt sorunu, böylesine garip bir şekilde tartışmaya açılırken, geçmiş dönemlerdeki müzakere, açılım veya çözüm süreci vb. adlarla sürdürülen girişimlerin de gerisine düşülmesi oldukça düşündürücüdür. Geçmişte yaşanan ve bir aldatmaca sürecine dönüşen “çözüm süreci” döneminde dahi esas muhatap olarak savaşan taraf olan Kürt Özgürlük Hareketi temsilcileriyle Kandil’de ve Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’la İmralı’ya gidilerek HDP heyeti olarak görüşmeler yapılır ve gelişmeler kamuoyuna aktarılırdı. Hatta o dönemde TBMM’de bir yasa çıkarılarak bu süreç kapsamında siyasi, hukuki, sosyo-ekonomik, psikolojik, kültürel, güvenlik ve silahsızlandırma alanlarında atılabilecek adımların belirlenmesi ve bu çalışmalar için görevlendirmeler yapılması gibi konular yasal çerçeveye kavuşturulmuştu. Üstelik yasa maddeleri arasında sorunun toplumsallaştırılması anlamında kamuoyunun doğru ve zamanında bilgilendirilmesinin sağlanması da vardı. O dönemde bu yöntemler nasıl işletildi, bu çerçeveye uyuldu mu meselesi ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, bugün bunların dahi çok gerisinde olacak biçimde; bütün toplumsal muhalefet güçlerinin seyirci konumunda olduğu ve demokratik anlamda hiçbir katılım olanağı yaratılmadan başlatılan, içeriğini bilmediğimiz bir süreç var ve gidişat da ortada.
Bu açıklama ve çağrıların ardında yatan gerçeklik
Bu zamana kadarki süreçte yaşananlar, iktidar sahiplerinin o çokça sözü edilen “iç cephe” yi tahkim etmekle sınırlı olmayacak biçimde, esas olarak “dış çephe”yi genişleterek Ortadoğu’ya yönelik hamlelerini gerçekleştirmek amacıyla hareket ettiklerini ortaya koymaktadır. Yoksa içerde artık ekonomik ve siyasi kriz ifadeleriyle tanımlanmanın çok ötesindeki “çöküş” hali ve yerel seçim yenilgisinin ardından muhalefeti dağıtarak, yeniden eski hegemonyayı sağlayacak bir güç toplama arayışı, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını uzatma girişimi, Anayasa değişikliği, seçim hazırlığı gibi konular zaten hep gündemde olan, ancak uzunca bir zamana yayılacak nitelikte ve o kadar da acil işlerden değildir.
Dolayısıyla esas ve acil olan mesele, dış mesele olduğundan, önce askeri ve ticari anlamda her türlü kirli ilişkiyi sürdürdükleri İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı gibi akıl mantık dışı bir iddiayı ortaya atıp herkesi bununla oyaladılar. Ardından “güvenlik” ve “terör” bahanesiyle sürekli saldırılarda bulundukları Ortadoğu’da TC’nin gücünü ve saldırganlığını artırmaya dönük olası ve daha kapsamlı hamleleri tartıştırdılar. Özellikle de ABD ve İsrail’in başını çektiği yayılmacı işgal politikalarına paralel olarak, Gazze ve Lübnan’dan sonra İran ve Suriye’nin hedef alınacağı ve bölgenin yeniden dizayn edileceği bir ortamda, Türkiye’nin rolünün ne olacağı sorusu önem taşımaktadır. Uluslararası koşulların dayattığı bu yeni konjonktürde, yalnızca askeri ve siyasi hedefler değil, bölgenin iktisadi anlamda yapılandırılması yani işgal, yağma ve talan politikasının farklı biçimde sürdürülecek olması da Türkiye için bir fırsat anlamına gelmektedir.
İşte bu denklem içinde, Ortadoğu’da bölge jeopolitiğinin önemli bir parçası olarak Kürtlerle anlaşmanın yalnızca emperyalist güçlerin onayı ve zorlamasıyla yürütülecek bir süreç olmayacak biçimde, içerde de sermayenin ve sistemin bütün güçleriyle desteklediği bir sürece evrileceği hesabı yapılarak bu girişimlerde bulunuldu. Ancak bütün tarafların bir gerçeklik olarak kendini ortaya koyduğu bu denklemde, Kürt hareketi yeni oluşan dengeler çerçevesinde kendi konumunu belirleyerek kazanımlarını genişletmek amacıyla hareket ederken, Devlet, silahlı güçlerinin tasfiyesiyle birlikte Kürt hareketini Ortadoğu’nun yeni savaş konseptine uyumlu hale getirme hedefiyle hareket etmektedir. Üstelik uygulamaya konulmak istenilen bu strateji, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik yayılmacı, saldırgan politikalarının farklı biçimlerde içeride de süreceğinin ve çok daha sert bir döneme girileceğinin de göstergesidir.
Erkenden barış rüzgarı estirenler
Bugünkü faşist rejimin varlığında ve yaşadığımız şiddet ortamında, bırakalım herhangi bir kazanımı, talepler dahi tartışılmaksızın, güven verici bir adım dahi atılmaksızın, bazı kesimlerce rahatlıkta “barış” sözcüğünün telaffuz ediliyor olması, kabul edilemez bir durumdur. Bahçeli’nin ilk konuşmasının ardından hemen Erdoğan’ı da konuşmaya davet eden, bunu ısrarla talep eden çağrılarda bulunulması ve devamında “barış meselesine gönül indirenler” olarak, Erdoğan’a ve Bahçeli’ye teşekkür edilmesi anlaşılmazdır. Bu ceberrut iktidar yapısında hiçbir resmi temsiliyeti olmadığı halde, Kürtleri rejim çizgisinde hizaya çekebileceği düşüncesiyle tehditkar bir üslupla konuşan Bahçeli ve devamında da Erdoğan’a, en azından meselenin nasıl tartışılması gerektiği bile gösterilemiyorsa, bu elbette ki bir sorundur.
Kürt hareketi içindeki bazı kesimlerce sürekli biçimde uzlaşma eksenli bir duruş sergilenmesi, diyalog, müzakere sürecine açık olunduğunun vurgulanması ve çözümün esas gücü olarak Erdoğan’a işaret edilmesi yaklaşımını seçim döneminde de görmüştük. Ulusal bir hareketin “çözüm” girişimlerine elbette ki kimsenin bir diyeceği olamaz, ancak özellikle liberal ve milliyetçi kimliklerde somutlaşan bu “güç kimdeyse o çözer” yaklaşımının ilkeli bir duruş olmayacağı, sorunu toplumsallaştırmaktan uzak bu girişimlerin kimseye fayda sağlamayacağı ortadayken, benzer yaklaşımın bu dönemde de sürdürüldüğünü görüyoruz.
Bu noktada son süreçte yaşanan iki olayı da önem taşıdığı için hatırlamak zorundayız. Çözümün nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceğinin tartışıldığı bir dönemde; Şenyaşar ailesinin, özellikle de annenin yıllardır süren direnişi ve adalet arayışının, yargıya verilen talimatla, kendi çocuğuyla birlikte katillerin de serbest bırakılmasıyla “barış” içinde sona erdirilmesi ve gelebilecek bütün devlet erkanının, C. Başkanı yardımcısından bakanlara, valisinden kaymakamına tam kadro yer aldığı kalabalık bir barış yemeğiyle noktalanması oldukça düşündürücüdür.
Yine o günlerde gündemde olan ve ölümüne çalıştıkları madenlerdeki çalışma koşulları nedeniyle, AKP’li patrona karşı ayaklanan Fernas işçilerinin, hem kendi direnişleri ve açlık grevi eylemleri hem de ülkenin dört bir yanındaki destek eylemleriyle giderek büyüyen direnişlerinin, bir işçi grevinde alışık olmadığımız biçimde telefonla anlaşma sağlanarak sona erdirilmesi suretiyle “barış ve huzur ortamı”nın tesis edilmeye çalışılması da anlaşılmazdır.
Özellikle demokratik alanda yer alan Kürt bileşenlerinin, “tarihin doğru tarafında yer alalım”, “aman bu süreci de fırsatları da heba etmeyelim” biçimindeki yaklaşımlarla, bir “süreç” olarak dahi tanımlanmayan ve nereye varacağı belli olmayan bir gidişata zemin yaratılması, toplumun umudunu tüketip kendilerine olan güveni yitirmelerine de neden olacaktır. Bu nedenle, yalnızca savaştan yorgun düşen Kürt halkının değil; açlıkla, yoksullukla boğuşan Türkiye halklarının da artık tükenişte olduğu gerçeği karşısında, devletin geliştirdiği stratejiye karşı daha gerçekçi bir temelde siyaset üreterek karşılık verilmesi gerektiği açıktır. Nitekim barışın neye göre ve hangi temelde olacağından bağımsız, soyut biçimde Kürtlerin çıkarına olabilecek bir yönelime gidiliyor izlenimi verilmesinin sahici bir yaklaşım olamayacağını da zaten son günlerde yaşadıklarımızla görmüş olduk.
Bu noktada elbette ki mevcut siyasi gelişmeler nasıl olanaklar yaratabilir yaklaşımı tümüyle reddedilebilecek bir yaklaşım değildir, ancak burada geçmiş deneyimler dikkate alınarak oluşabilecek olumsuz gelişmeler ve riskler de hesaba katılmak zorundadır. Yakın tarihi unutmadan; özellikle geçmiş “çözüm süreci” ve 2014 yılı Ekim ayında MGK’da karar altına alınan “Çöktürme planı” sonrasında binlerce insanın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan katliamlarla dolu o kanlı tabloyu hiç unutmadan siyasete yön vermek gerekiyor.
Esenyurt Belediyesine kayyum operasyonu
Bu ülkede Kürt sorunu eşit haklar temelinde çözülecekse, konuşulması gereken en önemli konulardan biri de şüphesiz ki demokratik özerklik, federasyon veya yerel yönetimler şartı gibi siyasi taleplerin yanında, ulusal kolektif hakların tanınması, anayasal vatandaşlık, ana dil hakkı, cezaevindeki siyasi tutsakların serbest bırakılması ve tabii ki kayyum rejimine son verilmesidir.
AKP-MHP faşizminin tam da teslimiyet ve tasfiye dayatarak Kürt sorununu tartışmaya açtıkları bu dönemde, geçmiş süreçte olduğu gibi müzakere ve zor gücünü birlikte harekete geçirerek çözümün yolunu gösteriyor olması ise anlaşılmaz değildir. Bugüne kadar genelde Kürdistan şehirlerinden başlattıkları kayyum siyasetini bu sefer Türkiye’nin en büyük şehrinin en büyük ilçesinden başlatmış olmaları ve bunu tam da “çözüm süreci” olarak değerlendirilen dönemde yapıyor olmaları, elbette yalnızca halkın iradesinin gasp edilmesi, seçme ve seçilme hakkının ortadan kaldırılmasıyla sınırlı değerlendirilebilecek bir olay değildir.
O yüzden Belediye Başkanı Ahmet Özer’e yönelik gözaltı ve tutuklama operasyonunun gerekçelerini tartışanlar, eldeki verilerle örgüt üyeliği suçlamasının isnad edilemeyeceğini, kayyum atamasının hukuki olmadığını, atama yerine Belediye meclis üyeleri arasından da başkan seçilebileceğini söyleyenler, bu ülkede göstermelik de olsa hukuk olmadığının, saraydan ne isteniyorsa onun gereğinin yapıldığının farkında değiller. Zaten muhaliflere yönelik davaların meşhur hakimi Akın Gürlek’in, önce Bakan Yardımcısı yapılarak terfi ettirilmesi, ardından İstanbul C.Başsavcısı yapılması yeni icraatlarına dair bir fikir vermekteydi. Kaldı ki gözaltı sürecinde yaşananlar; Belediye Başkanı’nın evinin kapısını ve devamında da belediye binasının kapısını koçbaşı balyozlarla kırıp, sabahın erken saatlerinde yatak odasına kadar dalarak evin içinde ve belediyede “arama” adı altında yapılan vandallığa ilişkin görüntüleri servis ederek, konumu ne olursa olsun Kürt kimliğine sahipse, başına neler gelebileceğini dünya aleme göstermek acziyetine de düştüler.
Zaten Bahçeli’nin bayram mesajında “İhanetin kökü muhakkak surette kazınacaktır… Eski usul mücadele stratejilerinden çok daha sert, seri ve şiddetli yöntemlerin devreye alınması mukadder hale gelmeli, hiç kimsenin de gözünün yaşına bakılmamalıdır…” açıklamasından sonra, Erdoğan’ın henüz Belediye Başkanı gözaltındayken “terör örgütü mensupları Esenyurt’u kasıp kavururken” ifadesini kullanması, Belediye Başkanının kesin olarak tutuklanacağının ve kayyum atanacağının göstergesiydi. Nihayetinde ertesi gün de bütün kolluk güçlerini yığdıkları Belediye binasını ablukaya alarak, TOMA’larla, Akreplerle, biber gazıyla halka müdahalede bulunarak, devlet olmanın gereğini yerine getirdiler.
Muhalefet cephesi ve bundan sonraki süreç
İktidar sahiplerince Esenyurt Belediye Başkanı’nın hedef olarak seçilmesi için, kendilerinin yağma ve ranta dayalı politikaları da dahil olmak üzere, çokça neden vardı elbette; ama en önemli nedenlerden biri yerel seçimlerde CHP-DEM ittifakıyla “Kent uzlaşısı” adı altında oluşturulan birliktelikti. Böylelikle, Kürt hareketini ve onlarla ittifak yapanları “terör”le irtibatlandırıp kendisine karşı geliştirilen muhalefet blokunu dağıtmak, hatta muhalefeti kendi içinde de bölüp parçalara ayırmak istiyorlar. Devletin kurucu ideolojisinin temsilcisi konumundaki CHP, zaten geçmiş dönemdeki “çözüm” sürecine destek vermeyip iktidarı “terörist başıyla masaya oturdunuz” diye eleştirmekteydi, şimdiyse destek veriyor gibi görünse de kendi iç tartışmaları ve adaylık sorunlarıyla boğuşurken, sıranın Büyükşehir Belediyesi’ne ve İmamoğlu’na geleceği telaşıyla panik içindeler.
Yerel seçimlerde, muhalefetin başarısızlığına rağmen, halkın mevcut iktidara olan öfkesinin, açlığa, yoksulluğa olan tepkisinin sonucu, AKP’nin yıllar sonra ilk kez ikinci parti olmasının yarattığı hezimeti dahi değerlendirilemeyip, “normalleşme”, “yumuşama” derdine düşen CHP’nin kendisi de artık bu iktidarın normalinin ne olduğunu görüyor mu bilmiyoruz ama belediyeleri de aşacak biçimde sıra kendi siyasi yapılarına ve siyasetçilerine de gelecektir. Ancak Esenyurt’a kayyum ataması sonrası DEM ve CHP merkez yetkililerinin, milletvekillerinin İstanbul’a çağrılması ve sonraki gün yapılan küçük çaplı mitingle beraber, bürokratik düzeydeki girişimler, sembolik açıklamalar ve Esenyurt’a dayanışma ziyaretleri gerçekleşiyor olması, hazırlıksız yakalanılan bu saldırıyla olduğu gibi bundan sonrakilerle baş edemeyeceklerini gösteriyor. Zaten CHP, yerel seçim sonrası kitlelerin kendiliğinden eylemliliklerini, işçilerin, çiftçilerin direnişlerini, doğrudan iktidarı hedefleyen “Hükümet istifa” sloganlarını duymak istemedi; tepkileri ve artan hoşnutsuzluğu göstermelik mini mitinglerle soğurmaktan başka bir şey yapmadı ve şimdi de Kürtlerle birlikte hareket etme noktasında bocalıyor.
Dolayısıyla ana muhalefet partisi olarak CHP ve diğer muhalif güçler, bugüne kadar oyun kuruculuğu hiç elden bırakmayan Erdoğan’ın sürekli yeni hamlelerle zaman kazanarak yaptığı karanlık oyunlara hazırlıklı değiller. Seçimler sonrası yıpranan hegemonyayı yeniden inşa edebilmek uğruna her türlü savaş hilesine başvurabilecek olan iktidarın, Esenyurt sonrası devam edecek daha büyük saldırılarla siyasi alanı iyice daraltacağı ise açık olarak görülmektedir.
Bu siyasi ortam ve koşullarda, egemenlerin saldırı politikalarının seyircisi olunmak istenmiyorsa, ekonomik krizle beraber derinleşen sefalet ve yoksulluğun kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluğu örgütleyebilecek ve dağınık haldeki bütün toplumsal muhalefet güçlerini birleştirecek bir mücadele hattı yaratılması gerekiyor. Baskıcı, şoven politikalara karşı Kürt halkının çözüm ve barış talebinin yeşereceği zemin de, örgütlü mücadeleyle elde edilmiş kazanımların korunacağı toplumsal direnç alanları da ancak bu şekilde yaratılabilir.