6 küsur (daha kaç olduğunu bile bilmiyoruz) şiddetinde bir deprem Japonya’da olunca haberimiz dahi olmazken, Türkiye’de onlarca kişinin ölmesinin kökeninde çoğumuzun genlerindeki o rant hırsı bulunuyor. Bu durum, klientalizmin 2000’li yıllarda inanması hayli zor bir versiyonunun doğal sonucu aslında.
Başlıktaki soruya bir devlet yetkilisinin vereceği cevap elbette ki “oradan başlamadı, amaç rant değildi” olacaktır. Ancak hepimiz gerçeği biliyoruz değil mi? “Kentsel dönüşüm” rantsal dönüşüme evrildiği için Bağdat Caddesi ve Kadıköy’ün bazı mahalleleri en fazla bu operasyondan nemalanan yerler oldu. Üstüne üstlük CHP’nin kalesi olan bir bölgede, semt sakinleri ve AKP’nin en büyük kalkınma modeli olan inşaat sektörü ortak paydada birleşti. Neticede Cadde’de yüzlerce bina, milyarlarca lira rant yaratılarak yenilendi, Türkiye’nin bu en değerli bölgesinde herkes mutlu oldu. CHP seçmeni rantsal dönüşüm söz konusu olunca AKP düzeniyle bir anlamda barıştı.
İşte kentsel dönüşüm deyince aklımıza neden Elazığ, Van ya da Bayraklı gelmediğinin cevabı burada saklı. Sosyal medyada son 3 gündür dönen “her şey sınıfsal değildir” tartışmasına girmeyelim tamam ama her şey, para ve ranta dayalı bu sistemin kesintisiz işlemesine bağlı. Paran varsa sağlam evde yaşarsın, paran varsa pandemide işe gitmezsin, paran varsa iş kazasında ölmezsin… Bu basit ve yalın gerçekler için, öyle sofistike akademik kalıplar kullanmaya ya da tartışmaya gerek yok ki…
6 küsur (daha kaç olduğunu bile bilmiyoruz) şiddetinde bir deprem Japonya’da olunca haberimiz dahi olmazken, Türkiye’de onlarca kişinin ölmesinin kökeninde çoğumuzun genlerindeki o rant hırsı bulunuyor. Bu durum, klientalizmin 2000’li yıllarda inanması hayli zor bir versiyonunun doğal sonucu aslında. “Sen bana oy ver, ben de senin kaçak yapılarına göz yumayım hatta af getireyim”de ifadesini bulan bu sistem tıkır tıkır işliyor, ne zamana kadar, elbette deprem olana kadar. Kimse denetlemediği için kolonları kesiyoruz, çünkü mekanlarımızın büyümesi önemli. Arsamız yeterli değilse evlerimiz küçülecek diye kentsel dönüşümü istemiyoruz, sonunda ölecek olsak da… 18 yıl önceki iktidarlar döneminde de durum böyleydi, şimdi de böyle.
Bugünkü temel mesele ise iktidarda kalma rekoru kıran bir partinin bu zaman zarfında kılını kıpırdatmayarak, topu her zaman olduğu gibi “eski Türkiye”ye atma çabası. Yaşanan her deprem; öncesinde proaktif hiçbir eylemde bulunmayan devletin, sırf çadır kurdu, kurtarma organize etti diye yüce kudretini göstermesi açısından vesile yaratıyor. Enkazın üzerinden telefon şovları yapıyor, araç konvoyları eşliğinde enkazları ziyaret ediyorlar. İzmir’de Bakan’ın enkaz altındakilere hava durumu bilgisi vermesi dahi, hak ettiği şuursuzluk damgasını yemesine yetmiyor, ki bu örnek Soma katliamı olduğunda İngiltere’de de 1850’lerde maden kazası yaşandığını söylemekle eşdeğerdedir aslında. Ancak “şimdi bunları konuşmanın sırası değil.” Hele toplanan deprem vergilerini konuşmanın “hiç sırası değil.” Peki o sıra bir gün gelecek mi cidden?
Elazığ depremi sonrası açık unutulan mikrofondan valinin “kamuoyunda algı çok iyi şu anda” demesi asıl kaygının insan hayatı değil, devletin algısı ve bekası olduğuna mükemmel bir örnekti. İzmir’de enkazlar arasında Bakan telefonla konuşurken, yardımcısının da görüşmeyi filme alması hep aynı kaygıdan. Bu “gösteri” zihniyeti dünyasında sağ kurtarılanları alkışlarız, ölenleri “anılarımızda tutmamız” istenir. Deprem günü ve sonrasında ortalama 75 kişinin pandemiden ölmesi de teferruattır artık. Marttan itibaren resmi rakamlara göre ölen 10 bini aşkın insan basit birer sayıdan ibaret.
Deprem için seferberlik ilan etmek yerine, geçen 21 yılda; her spor organizasyonuna ev sahipliği için aday olduk, lale festivalleri düzenledik, İzmir’e bilmem kaç saatte gitmeyi başardık… Ancak aynı İzmir’de depremden önce, önleyici tedbir anlamında iktidar kılını kıpırdatmadı. Şimdi ise Godot’yu bekler gibi bekliyoruz yeni depremleri. Şurası bir gerçek ki; 17 Ağustos’ta, Çorlu kazasında, Soma katliamında, Van’da, Elazığ’da, İzmir’de, pandemide ateş sadece düştüğü yeri yakıyor, piyango bize çıkmazsa yola devam ediyoruz ve yaşanan her şey yaşandığı ile kalıyor.
Bu fıtrat edebiyatına karşı şimdi tam da inadına sorular sormanın zamanı; elbette şeffaflık talep edeceğiz, yaşananları deşifre edeceğiz, bu talebi yerine getirmeyeceklerini bile bile soracağız: 18 yılda depremlerin tahribatını önlemek için ne yaptınız? Deprem paraları nerde? Her gün 2000 hasta sayısı varsa gerçek vaka sayısı kaç? Son 2 yılda kaybolan onlarca insan nerde? Demirtaş, Kavala neden içeride? Yolsuzluklar, ihaleler, doğa talanları ve daha onlarca soruyu soracağız. Çünkü birbirinden bağımsız ve alakasız gibi görünen bu soruların hepsi temelde ranta dayalı sistemin, bir bütünün parçaları aslında. Nasıl ki Günay kurtuldu, Buse kurtuldu o enkazdan, biz de çıkacağız günün birinde elbette…