Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlamasıyla tutuklanığ daha sonra tahliye edilen Belgeselci Kazım Kızıl, Evrensel’den Sevda Aydın’ın sorularını yanıtladı.
“Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla yargılanan ve üç ay cezaevinde kalan Belgeselci Kazım Kızıl geçtiğimiz gün tahliye edildi. Belgesel sinemacı, video-aktivist ve fotoğrafçı kimliğiyle tanınan Kızıl, cezaevinde geçirdiği günleri, hukuksuz bir şekilde gerçekleşen tutukluluğun etkilerini Kafka’nın Dava romanına benzetirken, “Yaşadığım hukuksuzluğu iliklerime kadar hissettim” diyor.
Çevre mücadelesinde önemli bir yeri olan Yırca direnişini, “Ölmez Ağaç: Yırca Direnişi” belgeseli ile Yırca halkının sesini duyuran yönetmenin son olarak tarımda çalıştırılan çocuk işçileri anlatan belgeseli “Neredesin Arkadaşım?”, şu sıralar çeşitli festivallerde gösteriliyor. Yönetmen Kazım Kızıl ile Parmaklıklar ardında geçen 85 günü, filmlerini ve tezgahtaki projelerini konuştuk.
Öncelikle geçmiş olsun. Ülkede son zamanlarda sık sık duyduğumuz garip suçlamalarla tutuklanan insanlardan biri de sensin. Parmaklıklar ardında geçen 85 günün ardından neler söyleyeceksin?
Ülkede uzun zamandan beri hukuksuzluğun yaşandığına, insanların suçsuz yere, haksız bir şekilde tutuklandığına, yargılandığına, soruşturmalara uğrayıp işsiz bırakıldığına tanık oluyordum. Tüm bunları çektiğim fotoğraf ve videolarla dışarıdan insanlara aktaran bir durumdayken bir anda durumun öznesi oldum. Bu yaşananları “dışarıdan” gözlemlemek ayrı buna maruz kalmak ise çok ayrı. Bu süreci psikolojik, fiziksel, ekonomik vb. birçok boyutta hissediyorsun. Bu üç aylık süreç boyunca kendimi zaman zaman Kafka’nın Dava’sındaki Josef K. gibi hissettim. Kafka’nın romanlarında, o Kafkaesk dünyada suç cezayı getirmez, ceza suçu arar. Ayrıca karakter başına gelen şeylere karşı bir karşı duruş sergilemez. Sadece o ortama uyum sağlamaya çalışır. Ve bu yoğun boğuntu hali sonrasında okur karakterin yerine bağırmak, direnç göstermek ister. Ben de kendimi öyle hissettim. Bana da önce “ceza” verdiler tutuklama olarak, sonra da suçu aradılar. Ama fark şu ki; Kafka’yı okurken karakterin yerine bağırıyordum, bu kez ise yaşadıklarıma karşı bağırıyordum, dışarıdaki çok sayıda insanın benim için bağırması gibi… Yaşatılan bu derin hukuksuzluğu iliklerimde hissettim.
‘CILIZ KALAN SESE ANFİ GÖREVİ GÖRMEK İÇİN GİDİYORUM’
Çektiğin belgeseller, video haberlerinle zaten pek çokları tarafından tanınan, takip edilen bir isimdin. Tutukluluğun ardından ise az önce dediğin gibi çok sayıda insanın sahiplendiği bir isim oldun. Tahliye edildiğinde de yine aynı yaygınlıkta geçmiş olsun dileklerini ileten insanların paylaşımlarını gördük. Bu insanlara “Ka”nın kamerasını biraz daha yakından tanıtır mısın?
Hayatımda yapmak istediğim kendime ve topluma dair bireysel, varoluşsal sorunları çekmek, bunlara felsefe ve edebi olarak bakmak. Asıl yapmak istediğim bu. Ama bu ülkede böyle çalışmalar yapabilmek bugünün koşullarında çok zor. Piramidin altında pek çok sorun var, tutuklu gazeteciler, kadınlar, akademisyenler, çocuk istismarları, mülteciler, çevre sorunları… Tüm bunlar bu kadar yakıcı haldeyken bireysel, varoluşsal şeyler çekmek “lüks” gibi geliyor bana. Çektiğim şeyler maden faciası, sel felaketi, mültecilerin sorunları, çevre direnişleri, işçi direnişleri, kadın sorunları, çocuk hakları vb… Bunlarla ilgili yaptığım çekimlerden ufak da olsa geri dönüşler aldığım zaman “İyi ki oraya gitmişim ve çekmişim” diyorum. Yırca’yı ben 4 sene önce çektim mesela, hâlâ bir yerlerde gösteriliyorsa, belgesel benim için sinematografik ve diğer sorunlarına rağmen işe yarar bir iş yaptığımı gösteriyor. Yaşanan sorunları aktaran biri olarak çektiğim fotoğrafların, videoların ona bakanda/izleyende fiziksel ve fikirsel bir hareketlilik yaratması benim başat amacım ve gerçekleştiğinde en çok etkileyen şeylerden biri.
Bahsettiğin olayların yanı sıra Van’da depremzedeleri, Cizre’de savaşı, Diyarbakır’da Nevvroz’u anlatan çalışmalar da yaptın. Oralar senin deyiminle “baktın”, nedir seni oraya bakmaya iten asıl unsur?
Şairin bir sözü var; Perişan edilen her yer bizimdir. Bizim olduğunu hissetmek için gidiyorum. Tanıklık yapmak için gidiyorum. Oradakilerin sesini bir an önce duyurabilmek ve birilerinin onlar için bir şeyler yapmasına katkı sunabilmek için gidiyorum. Bu soruyu gittiğim yerlerde de çok soruldu bana. “Niye geldin, neden bu kadar uzun kaldın burada?” sorularını soruyor çektiğim videolardaki insanlar. Çünkü onlar oraya gelip birkaç röportaj ve videonun ardından çekip gidenlere alışkınlar. Cezaevinden “Adalet Yürüyüşü”nü izlerken haberlerde beraber kaldığım koğuş arkadaşlarım “Dışarıda olsan şimdi sen de yürüyüşü çekerdin değil mi?” diye sordular. Ben gitsem de çekmezdim muhtemelen çünkü zaten orada yüzlerce gazeteci var, benim ekstra bir şeyler yapmama gerek yok. Eminim çok güzel fotoğraf ve videoları vardır yürüyüşün. Ben daha kenarda kalmış yerlere gitmeyi tercih ediyorum. Oradaki cılız kalmış sesi çoğaltmak için bir amfi görevi görmek için gidiyorum. Sonuçta insanız ve insan haklarının es geçildiği durumlara maruz kalanlarla bir duygudaşlık kuruyoruz. O olay için ne yapabilirim diye düşünüyoruz. Birisi direniş çadırında çay yapıyor, diğer hukuksal destek veriyor, bir diğeri sağlıkla ilgili çalışmalar yapıyor. Ben de video çekerek, yazılar yazarak, fotoğraflar çekerek destek vermek istiyorum.
Senin en önemli çalışmalarından biri de Ölmez Ağaç belgeseli oldu. Yırca direnişi çevre mücadelesinden önemli bir yer edindi. Fakat ne yazık ki doğaya yapılan saldırılara her geçen gün yenileri ekleniyor. Ege de en yoğun katliamları yaşayan bir bölge. Buralı biri olarak doğa mücadelesini ve yaşanan hukuksuzlukları nasıl gözlemliyorsun?
Ne yazık ki tüm alanlarda olduğu gibi çevre konusunda da hukuksuzluklar devam ediyor. Çevre konularında inanılmaz bir rant dönüyor ve yürütmeyi durdurma kararları uygulanmıyor, projenin iptal edilmesi için gösterilen emsal kararlar dikkate alınmıyor. Sermaye ve devlet hukuksuz bir şekilde kılıfına uydurarak projeleri devam ettirmeye çalışıyor. Yırca’da direniş kazanımla sonuçlandı ama şimdi Yırca’nın 30-40 kilometre ötesinde aynı şirket termik santral yapmak için orada faaliyette bunuyor. Büyük ihtimalle de yapacak, vazgeçmiyor. Onlar vazgeçmeyince buna karşı direniş gösteren insanların da vazgeçmemesi gerekiyor.
Çekimleri için ön hazırlıklarını yaptığın “İzmir’in Penisleri” adlı belgeselinde de kentsel dönüşüme odaklanmaya çalışacaksın. İzmir’de nasıl bir görüntü var?
İçerideyken bir haber okudum, İzmir’e son bir yılda İstanbul’dan 16 bin beyaz yakalı göç etmiş. Bunun yanı sıra bir sermaye akışı da var buraya. Bir yandan bir yerler yıkılıyor, onların yerine çağdaş görünümlü kimliksiz, kişiliksiz, estetikten ve işlevsellikten yoksun yapılar inşa ediliyor. Özellikle Bayraklı’da “Yeni Kent Merkezi” adı altında yüksek yapılara izin verilen gökdelen bölgesinde bunu net bir şekilde görebiliyoruz. Ayrıca kıyı şeritlerine iyi-kötü yatırımlar yapılırken periferdeki yerler görmezden geliniyor. Ne yazık ki tıpkı İstanbul’da olduğu gibi İzmir’de de kent bilinci yok. Bu konuda uzman, bilimsel olarak fikri projesi olan odalar, platformlar ise görmezden geliniyor. İzmir’deki durum da pek iç açıcı değil yani.
‘ADALETİ HER ALANDA İSTEMELİYİZ’
Bunca haksızlıktan ve hukuksuzluktan bahsetmişken yoğun olarak tartışılan gündem olan Adalet Yürüyüşü’nden de bahsetmek istiyorum. Ülkede her kesimi saran adaletsizlikten sen de payına düşeni aldın. Süregelen adalet tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsun?
Bir klişe olacak belki ama adalet herkese lazım diyerek başlamak istiyorum. 20 sene önce adalet peşinde koşanların şimdi adaletsizliklere neden olmasına şaşırmıyorum. Çünkü iktidarlığını ancak bu adaletsizliklerle sürdürebileceğine inanıyor.
Adalet tartışmasının biraz içeriğinin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir kişinin hukuksuz yargılanıp yargılanmadığı değil tek mesele. Cezalar üç yıl mı olsun beş yıl mı olsun tartışmalarından da bağımsız bir şey adalet. Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasından sonra tartışılmaya başlandığı için akıllarda sadece mahkemeler, haksız yargılamalar gelebiliyor. Başlangıç noktası bu olabilir ama adaleti her konuda, her alanda istemeliyiz. Sosyal adaleti de istemeliyiz, inançlar arası adaleti istemeliyiz, kimlikler arası adaleti de istemeliyiz ve bunun mücadelesini yürütmeliyiz. Çünkü “adalet” kavramı bunu gerektirir; yani yasalarca güvence altına alınan hakların herkes tarafından kullanılmasını… Ancak bakıyoruz ki ülkemizde hakları belli bir zümre kullanıyor sadece… Yürüyüşe katılan milyonlarca insanın talepleriyle oluşan bu süreç, tartışılıp geliştirildikçe büyüyecektir…
KARA BİR BELGESEL: İZMİR’İN PENİSLERİ
İçerdeyken verdiğin bir röportajında “Çıkınca kamerama sarılacağım” demiştin. Neler var tezgahında şimdi?
Sarıldım kamerama… (Gülüyor) Az önce bahsettiğimiz “İzmir’in Penisleri” ve çocuk işçiler için çekeceğim bir serinin ilk belgeseli olan “Neredesin Arkadaşım” var. Gerçi bu belgeselin her şeyi bitmişti son birkaç işi kalmıştı. Tutuklanmamın ardından İşçi Filmleri Festivali ve birçok yerde gösterildi. Burada ailesiyle birlikte çalışan, anne-babasına yardım eden, yani ücret almayan ve ücret almadığı için de birçok yerde “çocuk işçi” olarak görülmeyen çocukların görünmez emeğini aktarmaya çalışıyorum. Ben tutuklandıktan sonra yapımcı arkadaşım Yunus Erduran tarafından son halini alıp gösterildi film ama ben henüz izleyemedim bu halini. Serinin devam filmleri için çalışacağım. İkinci film ise Suriyeli çocuk işçiler üzerine olacak. Antep, Kilis, Adana gibi kentlerde çocuk işçiliğinin inlerine girmek ve oradaki yaşamı anlatmak istiyorum. Bu; çekim tekniğinden kurgusuna, müziklerinden renklerine tam bir kara belgesel olacak… Çünkü konunun kendisi kapkara!..
“İzmir’in Penisleri”nin ise çekimlerine devam edeceğim. “İzmir’in Penisleri” adını verdiğim belgeselde ise iktidar kavramının “modern insan” üzerinde mekan vasıtasıyla kurduğu tahakkümünü anlatmaya çalışacağım. Felsefi, psikanalitik kurmaca bir belgesel olacak.