İçinden geçtiğimiz tekeller çağı, belki tekeller çağının zirvesi ve aynı anlama gelmek üzere sonu, “Ortaçağ” karanlığı ile kıyaslanmayacak kadar karanlık bir dönem anlamına geliyor. Bir yandan bakarsanız, bu karanlık, gün doğumundan önceki koyu karanlık gibi ele alınabilir. Başka bir yönden bakarsanız da insanlık tarihinin bu kadar “rafine” karanlığı hiç olmamıştır.
“Rafine” karanlık demek mümkündür.
Evet Ortaçağ’daki de egemen sınıfın elinin mahsulü idi, onlar tarafından yaratılmıştır ve onların eseridir. Bugünkünün “rafine” olması oradan gelmiyor. O noktada bugünün egemenleri Ortaçağ’daki dedelerine, soy kardeşlerine benziyorlar. Ne de olsa, egemenler, sınıflı toplumlar değişirken, feodaliteden kapitalizme geçilirken, belli nicel ve nitel değişimlerden geçseler de, geniş anlamda birbirinin devamı olmayı sürdürürler. Bugünün efendileri, bugünün egemenleri, elbette ki köleci toplumdan bu yana egemen olanların devamcısıdırlar. Bu nedenle köle sahiplerinin tüm davranışlarını kendi genlerinde taşırlar ve devletleri de, egemenlerin egemenlik araçları da, zaten kendinden önceki egemenlerin devletlerinin tüm özünü içinde taşır.
Sanırım yanlış bilmiyorum. İngiltere’de, okullarda kız çocuklarını eğitme aracı olarak kullanılan kayış, erkek çocukları eğitmek için kullanılan sopa sistemi, en son 1986 yılında yasaklanmıştır. Sadece not düşmek için, Johnson’un bu sopa sisteminden, “demokrasi” denilen şeyi iliklerine kadar öğrenmiş olma ihtimali yüksektir ve bu nedenle, demokrasi konusunda “çok bilmiş” olarak konuşabilmektedir. Kölelik, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Ekim Devrimi’ni boğmayı başaramayan kapitalist-emperyalist sistemin bir kere daha yenilgiyi tatması sonrasında, 1948 yılında yasaklanmıştır.
Demek, kölelik, yıkılışını Roma’nın çöküşü olarak ele alırsak, en az 1600 yıl daha varlığını sürdürmüştür. Kaldı ki, bugün zaten hâlâ sürdürmektedir. Üstelik, 1990 yılında SSCB çözülene kadar olduğu gibi, değişik “örtüler” altında da saklanmıyor artık, açık kölelik devrededir, içinde köle pazarları da dahil olmak üzere.
Sınıflı toplumların tümünü bir bütün, içinde farklı gelişim aşamaları olan bir bütün olarak ele alırsak, bunun en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere en vahşisi olan kapitalizm, köleliğin de zirvesidir.
Bu sınıflı toplumların tümünü, bir canlı olarak ele alırsak, öyle anlaşılıyor ki, tıpkı insanın yaşlanınca çocukluğuna dönmesi gibi, sömürü toplumlarının yaşlı hâli demek olan kapitalizm de, köleliğe adeta “dönüş” yapmaktadır.
Egemenlerin egemenlik aracı olan devletleri de, böylesi bir gelişim çizgisi izler, kendinden önceki devletlerin birçok özelliğini, metodunu ve aracını, geliştirerek içselleştirir. Şiddeti, toplumun tümüne, aynı anda daha geniş kitlelere yayarlar. Yaşamın hiçbir alanını, kapitalist devlet, boş bırakmaz. Nefes almayı zorlaştıracak ölçüde, tüm yaşamı denetlemeye başlarlar. Ve bu durumda, egemenlikleri de daha “rafine” hâle gelir.
Egemen, hem baskı ile hem de rıza üretim mekanizmaları ile, ideolojik şiddetle egemenliğini sürdürür. Demek ki, sadece baskı aygıtları, egemenin kendi tekelinde tuttuğu zor kullanma aygıtları gelişmez, aynı zamanda ideolojik aygıtları da gelişir. Bu “gelişme” sadece daha yeni metotlar anlamında bir “merkezîleşmeyi” ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda yaygın olarak tüm toplumu, tüm mekânı ve zamanı da kapsamaya başlar. Kapitalist egemenlikte, çağımızın burjuva egemenliği demek olan tekelci egemenlikte, bu toplumun ve toplumsal yaşamın tüm alanını kontrol etme durumunu çok net görebiliriz. Eski dünyanın devletin denetim alanı dışında kalan “parçaları” gibi “sivil toplum” artık yaşamın hiçbir alanında yoktur. Yatak odasından tüm çalışma süreçlerine, düşünme süreçlerinden duygulara, her alana sızmak için egemen, her yolu denemektedir.
“Rafine karanlık”, böyle ele alınabilir.
Tekeller çağının bu karanlığı, Ortaçağ karanlığı ile ortak yönlerine vurgu yapmak için dile getirilmemelidir. Daha çok, bu rafine karanlık meselesinin ortaya konması için bir gereklilik olabilir Ortaçağ karanlığına gönderme yapmak.
Bu rafine karanlık, kapitalizmin yasalarından doğmaktadır. Kâr için ve daha fazla kâr için üretim ile, üretimdeki rekabet ve anarşi, bu süreci doğuran, bugünlere taşıyan şeylerdir. Birçok açıdan bu süreç örneklenebilir elbette. Ama bu örneklerin her birinin dayanağı, gerçekte kapitalizmi kapitalizm yapan yasalardır. Orası ile bağı, bu nedenle çok önemlidir.
Yoksa, örneğin, bilimin tekellerin kasalarına hapsedilmesi bile, tek başına bir örnek olarak, süreci anlamak için, dikkati çekmek için yeterlidir. Okuyucuyu biraz daha uzun bir yolculuğa çağırmamızın ana nedeni, sürecin gerçek işleyişini ortaya koymaktır. Zira, tek tek çarpıcı örneklerle herkes karşılaşmaktadır ve belki birçok örnek bizim burada anacaklarımızdan çok daha çarpıcı olacaktır.
Tekel, tekelci egemenlik, kapitalizmin temel yasalarından, kâr için üretim ve üretimde rekabet ve anarşiden doğar. Tekel, kapitalizmin bir uru değildir ve tekelci kapitalizm, kapitalist sistemin olgunluk çağıdır. Yani tekel “tedavi” edilmez. Yıkılır, kapitalizmle birlikte.
Maksimum kâr için üretim, tekele nasıl evriliyor, bunun bilindiğini varsaymalıyız. Okuyucu bu konuda eğer bilgilerini tazelemek istiyorsa, ki öneririz, bu durumda birçok Marksist kaynağa, bu arada bizim Kaldıraç Yayınevi’nden çıkmış kitaplara da başvurabilir (Modern kapitalizm, emperyalizm üzerine, üç çalışmamıza bakmalarını önermek durumundayız. “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” 2007, “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” Haziran 2020 ve “Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim” Temmuz 2020).
Daha fazla kâr amacı, elbette kâr için üretimin devamıdır. Daha çok kâr, elbette, pazar üzerinde bir denetim, daha büyük payı almak işini de içerir. Ve pazar üzerinde denetim, tekelleşmenin kendisidir.
Lenin’in, “pazar hâkimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet” vurgusu, aslında tekeller çağında devletin de değişimi konusunda bize büyük bir ufuk açar. Biliyoruz ki, pazar hâkimiyeti, öyle salt “ekonomik” bir olgu değildir. Öyle de olmaz. Tekeller, elbette burjuva devletin en kritik yerlerine yerleşirler. Pazarı kontrol etmek, öyle sıradan bir iş değildir. Bunun gerektirdiği tüm önlemler, yasalar ve şiddet ile (yasalar bu şiddetin ve egemenliğin bir çeşit tarifi ve topluma kabul ettirilmesidir) devreye sokulur.
Tekelci çağ, hem emperyalizmin doğuşu, sermaye ihracı denilen şeyin meta ihracının yerini alışının ismidir hem de kapitalist üretimin kitlesel üretim hâline gelmesini ifade eder. Yani bir yandan, kapitalist sistemin bir dünya sistemine dönüşümüdür bu, bir yandan da “ulusal pazarın” her noktasına sızmadır. Bu dönüşümün 1870’lerde tüm yönleri ile ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Elbette bunlar süreçlerdir ve öncesi vardır ve elbette ki 1870 sonrasında ortaya çıkanlar da bu sürecin oturtulması demektir.
Pazar hâkimiyeti ve kitlesel üretim, kapitalizmin yasalarından doğmuştur, bunun bilinmesi önemlidir. Bu bir “tercih” meselesi değildir. Kapitalist sistemin olgunluk çağıdır ve gerçek anlamı ile kapitalist sistemin tüm özelliklerinin açıkça ortaya çıkması da demektir. Bir sistem olarak kapitalizm, tekeller çağında kendini daha iyi ifade eder, daha tam ifadesine kavuşur diyebiliriz.
Tekelci dev şirketler dünyasının oluşumu, elbette yaşamın değişimi de demektir.
Tekelci dev şirketler, aynı zamanda kitlesel büyük çaplı üretim de demektir.
Büyük çaplı üretim, üretim sürecinde emeğin ileri düzeyde kontrolü, emekçinin makinaların uzantısı hâline gelmesi demek iken, aynı zamanda, kitlesel üretimi yeniden yapabilmek, sürdürebilmek için, tüketim toplumu denilen şeyin devreye sokulması da demektir. Bu ise, büyük çaplı manipülasyon demektir.
Reklamcılık, tekelci bir alan olarak tekelleşirken, aynı zamanda kitlesel üretimin pazarda mas edilmesi, tüketilmesi, metaların tekrar paraya dönüştürülmesi için büyük bir araçtır. Bu araç, bizzat tekelci ilişkiler ağı tarafından ihtiyaç duyulmuş ve yaratılmıştır. Modern reklamcılık, daha çok 1870’lerden başlayarak, esas olarak 1920’lerde gelişerek bugünkü hâlinin ilk görünümünü almıştır. Bugün “metaverse” uygulamalarını doğuran süreçler, tıpkı sanal sermaye, “türev işlemler” diye adlandırılan süreçleri doğuran tekelleşme sürecinin devamıdır.
Tekelci hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet, deyim uygun düşerse, “kişilik hâlinde sermaye” demek olan kapitalistin, kendini tarifsiz bir engel tanımazlık içinde tüm karakterini ortaya koyması da demektir. Yani bizim “Anadolu irfanı”nın “bunca parayı, bunca gücü, bunca varlığı ne yapacaklar, bu dünya ölümlü değil mi” soru ile karışık yakınmasında dile getirilen “gerçek”, aslında sermayenin karakterini anlamamaktan ileri gelmektedir. Kapitalist, senin gibi bir insan değildir, o insan hâlindeki sermayedir. Önce onu “insan” addetmek, sonra da bu ne açgözlülük, bu ne doymazlık demek, aslında günlük bilinç ile davranmaktır, gerçeği görmemektir.
Hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddet, önce devlet örgütlenmesinde, onunla birlikte tüm yaşamda etkilerini gösterir. Kültürel alan, duygular vb. buna göre şekil almaya başlar.
Kitlesel üretimin sonucu ortaya çıkmış olan modern reklamcılık ile yaratılmış olan tüketim toplumu, bu hâkimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti, içselleştirmeyi, bu konuda toplumun bir rıza üretmesini sağlamaktadır.
Tüketim toplumu, toplumun ihtiyaçlarını hesaba katmayan kâr için üretimin sonucu ortaya çıkmış olan aşırı üretimin emilmesi, metaların tekrar para sermayeye dönüşmesi için vardır. Ve bu durumun, bir toplumsal kabul, bir rıza üretmesi, ancak tüketim toplumu ideolojisi ile sağlanmaktadır.
Yani demek oluyor ki, TV kanalları, medya, artık eğlenceyi de içine almış hâli ile devasa medya-eğlence sektörü, aslında bunun için vardır. Dahası, ne 1 milyon tirajlı gazetelerin 1900’lerin başlarında ortaya çıkışı, ne de bugünün cep telefonları vb. ne televizyonlar, ne dünün radyosu, “iletişim” için gelişmedi, tersine, tek yönlü olarak egemenlerin, tekellerin kendi ihtiyaçları için geliştirildi. Buradan, “acaba televizyon gibi araçları başka amaçlar için kullanmak mümkün değil mi” sorusu da çıkar. Elbette, ama sadece bu soru yeterli değildir, belki de tekeller, kâr için üretim, insanın insan tarafından sömürülmesi vb. olmamış olsa idi, biz bu araçların yerine bambaşka araçlar da ortaya koyabilecektik. Yani, insanlık, insan ihtiyaçları ve insan yaşamını temel alan bir toplumda yaşamış olsa idi, enerjiyi de mevcut hâli ile organize etmezdi, teknolojiyi de. Bunu bilmek artık zor olmasa gerek. Ve soruyu, bu alana kadar götürmek gereklidir.
Kapitalist üretim, bunun sonunda oluşmuş olan tekeller, tekelci hâkimiyet ilişkileri ve onların gerektirdiği şiddet, kitlesel üretimin sonucu ortaya çıkan tüketim toplumu ideolojisi vb. olmamış olsa idi, farklı bir ilerleme ve gelişme yolu mümkün olacaktı.
Teknolojinin sadece örgütlenmesi değil, kendisi de ideolojiktir, taraflıdır. İki sınıf arasında süren mücadeleye göre şekil almaktadır.
Tekelci hâkimiyet ilişkileri, tüketim toplumu ideolojisi, elbette, bugün evrenin yağmalanmasının, insanlığın geleceğinin yok edilmesinin nedenleridir.
KAVRAMLARIN İĞDİŞ EDİLMESİ
Tekelci hâkimiyet ilişkileri, bunların gerektirdiği şiddet, bununla bağlı tüketim toplumu ideolojisi, aslında insanoğlunun kendisine dönük en büyük saldırıdır. Bu açıdan da çürümedir. Bu çürüme, eşi benzeri olmayan bir boyut almıştır.
Bugün, kapitalist sistemin dünya çapında yaşadığı kriz, aslında bu çürümenin tarifsiz boyutlarını da ortaya koymaya başlamıştır. Artık, birçok şey, üzerindeki örtüler atılarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum, bir ölçüde görebilmeyi olanaklı kılmaktadır, tabii ki görmek istemeyen gözden daha kör göz de yoktur.
İnsan, kendi dışındaki gerçeğin bilgisini edinirken, kullandığı beş duyu organı içinde, en çok veriyi toplayanın göz olduğu söylenir, hem de yüzde 90 gibi bir orandan söz eden bilim insanları vardır. Bu oranı bilmiyoruz, ama görmek, birçok durumda, anlamak ile, kavramak ile, bilgisini tam olarak edinmek ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır da. Bu açıdan, oranlarını bir yana bırakırsak, görmenin önemini vurgulamamız gerekir.
İyi ama, mevcut tekeller çağında görmek, gerçeği algılamak, hele ki toplumsal süreçleri anlamak o kadar da kolay değildir.
İnsanın, birçok alanda gerçeği anlaması, kavraması, değiştirmesi, ona müdahale etmesi vb. için, kavramlara ihtiyacı vardır.
Egemenler, bu kavramları iğdiş etmekte ustalaşmıştır. Reklam sektörü, eğlence sektörü, baştan aşağıya bunu yapmaktadır. Hatta bunu, “algı üretmek” gibi bir aşamaya çoktan getirmiş durumdadırlar.
Bir pop star üretim süreci buna örnektir. Pop star, aslında bir metadır. Satın alınan o pop starın şarkıları değildir, tümü ile kendisidir. Bu pop star, bir üretim bandında üretilen deterjan gibi üretilmektedir. Ambalajından, özelliklerine kadar bu böyledir. Pop star, şarkısı, klibi, imajı, giyinişi, dansı, hareketleri vb. ile bir bütün mal olarak banttan çıkmaktadır. Sonrasında bu pop star, halka ulaşmak için uygun bir reklam malzemesi olmaktadır. Ve elbette, hızla sönmektedir.
Önde yıldızlı bir sahne olmadan, arkadaki karanlık içinde iş görmek o kadar kolay olmasa gerek. İşte bu yıldızlı sahne, herkesin kendinden bir parça aradığı sahnedir ve kitleler o sahneye fokuslandıkça, yönlendirilmeleri oldukça olanaklıdır.
1900’lerin başlarında, psikanaliz de içinde birçok araçla, “ihtiyaç” yaratma girişimi, reklamcılığın önemli alanlarından biri olmuştur. Kitlesel üretim var ve kapitalizm aşırı üretim krizlerine girmektedir. Mallar satılıp para-sermayeye dönüşememektedir. Bu durumda, insanın “ihtiyaç” tanımının değişmesi gereklidir. Bir arabaya ihtiyaç duymak, bir metaya ihtiyaç duymak, öyle kullanmak için duyulan ihtiyaçla sınırlandırılmamalıdır. Bunun için, gerçekte ihtiyacın olmasa da, almak ve tüketmek esas olmalıdır. Ürünün son kullanım tarihi, moda ile değiştirilmelidir. Böylece, ihtiyaç olmadan almak ve tüketmek devreye sokulmuştur. Artık ölçü, tüketerek var olma hâline gelmiştir.
Anlaşılacağı üzere, “ihtiyaç” kavramı, köklü bir çarpıtılmaya uğramıştır. Eşyayı satın alan, ona ihtiyaç duymadan da onu satın almalıdır. Zira mesela o, bir toplumsal statü aracı hâline gelmiştir. Günümüz dünyasında markalı bir ayakkabı, gözleri gizleyen bir gözlük, kanser eden cilt bakım ürünleri, egzotik kokular, cep telefonu vb. giderdikleri ihtiyaçlar açısından tartışma konusu durumundadır. Cep telefonunu, hem de akıllısını, bir sosyal statü gereği almak esastır.
İhtiyaç kavramındaki bu değişim, sanırım bizim kavramların iğdiş edilmesi meselesini anlatmamıza yarar niteliktedir.
Ama dahası var.
Tüketim toplumu, insanın kendisine köklü bir müdahaledir. Bir psikolog, hastasına, “biraz alışveriş yap, rahatlarsın” diyebilmektedir. Mesleğine bizim göstereceğimiz saygı bir yana, kendisinin bu denli “pratik” bir çözüme yönelmesi, sözü geçen ruhsal rahatsızlığın bizzat kendisinde de olduğunun kanıtıdır bu.
Bugün, insanın karakterinin “tüketmek” olduğunu ileri sürenler vardır. Ne kadar ilgi çekici, insan karakterinde ne var sorusu, reklamcıların büyük konusudur. Eğlence sektörü ile birleşmiş medya sektörü, insanın “değişiklik” arayışları için, akıl almaz iğrençlikleri pazarladıklarını görmemizi sağlamaktadır. Bunu da bize “insan doğası” olarak sunmaktadırlar. İnsanın doğasında sömürmek ve sömürülmek varmış, insanın doğasında ezmek varmış, insanın doğasında hor görmek, aşağılamak varmış vb. İşte tekeller çağı, hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddetin yansımaları, işte tüketim toplumu.
Her şeyin satılık olması, bizzat insan hâline bürünmüş sermayenin isteğidir. Her şey satılık ise, parası olan kazanacaktır. Her şey satılık ise, onların egemenlikleri çok daha uzun sürecektir. Her şey satılık ise, hiçbir “insanî” değer kalmayacaktır. Burjuva egemenlik, bugün buna ihtiyaç duymaktadır.
Her şeyi, tüketim nesnesi hâline getirmek gereklidir. Aşk, sevgi her türü ile sevgi, bunun içindedir. Tek bir şeye bağlılık şarttır o da para. Bunun dışında bağlılık, ancak egemene bağlılık ise anlamlı ve alkışlanırdır.
Bu elbette, insan ilişkilerine köklü müdahaledir de.
Tüketim toplumu ideolojisi, kavramların iğdiş edilmesinde bir sıçrama yaratmaktadır, hem yaygınlık hem de köksüzleştirme anlamında. Kavramların içi boşaltılmakta, derinlikleri yok edilmektedir. Kavramlar adeta tarihsizleştirilmektedir, tıpkı insanın ve toplumun tarihsizleştirilmesi gibi. Ve bu sadece ideoloji ile yapılmıyor, şiddet de devrededir.
Tüketim toplumu ideolojisi, insanların, eşitlenmesi olarak savunulmaktadır. Böylece eşitlik kavramı yeniden tarif edilmektedir. Markete gittiniz, ister işçi olun ister patron, mal almakta ve parasını ödemekte eşitsiniz. Bu modern tüketim toplumu eşitliğini sağlayan şey, paradır.
Bir metre, tahta bir metre veya metal bir metre ile, bir duvarı, bir elektrik direğini ölçmek ile, bir insanın boyunu ölçmek aynıdır. Metre, ister tahta olsun ister metal, ölçüm için kullanıldığı uzunluğun niteliği ile ilgili değildir, onun için uzunluk ölçmesi vardır. İnsanın boyu ile direğinki eşit mi değil mi, bunu bize söyler. İyi ama, bu insanla direğin niteliklerini unutmamızı nasıl sağlar?
Para, sizin marketten alışveriş yaparken, ne kadar alabileceğiniz için bir ölçü sağlar, ama kapitalist ile işçiyi nasıl eşitler?
İşte bunun için bir kavramımız var: Tüketici. Artık, insan yok. Ne var? Sadece tüketici var. Tüketici olarak herkes birbirine eşittir. İşte size yeni eşitlik anlayışımız.
Kapitalist ile işçi, bir iş sözleşmesi yaparlarken, aslında özgürdürler. İşçi, işgücünü satmak zorundadır. İşgücünü satmama özgürlüğü yoktur. İşgücünü satarken ortaya bir çeşit “eşitlik” çıkar. Kapitalist, işgücünün değişim değerini öder ve onun 8 saatlik kullanım değerini satın alır. Bu eşit ilişki, gerçekte, kapitalistin üretim araçlarına sahip olması, işçinin ise işgücünü satmak zorunda olması eşitsizliği üzerinde yükselir.
Şimdi buradan yola çıktığımızda, eşitsizlik gizlenebilir değildir. Oysa insan işçi, patron vb. olarak ele alınmaz da, her biri tek bir adla, “tüketici” olarak ele alınırsa, bu sefer, durum değişir. Tüketici olarak insan, sahip olduğu para, yani alım gücü ölçüsünde eşit hâle gelmektedir. Sanki bu “tüketilen” şeyler, hiçbir yerde üretilmemektedir.
Dahası, insan, herkesi kapsayan bir ortak ad olarak kullanılmak yerine, eğer bu ortak ad tüketici olursa, insan hakları da “tüketici hakları” hâline gelir. Tüketici, aldığı ürünün bozuk olması durumunda onu geri verir ve yenisini alır. İşte size müthiş bir hak. Modern hukukumuz, tüketici haklarını bulmuştur bile. Peki ama, reklamında bir kadın vücudu kullanılan arabayı aldığında, kadını da isteme hakkı var mıdır? Ya da dermakozmetik ürününün bizim yaşlanmamızı önleyeceğini iddia eden güzel ses, yaşlanmamız sürdüğünde bize ninni söyleyecek midir? Bunlar servise dahil değildir.
İnsan bir kere tüketici damgasını yedi mi, artık onun her tür kullanımı mümkündür.
Tüketici olarak kimse, kimsenin karşısında değildir. Tüketiciler ve satıcılar var. Üretim, üretim ilişkileri, mülkiyet, üretim araçları üzerindeki mülkiyet, toplumun çok büyük bir kesiminin işçi olarak sömürülmesi vb. artık çöpe atılabilir. Nihayetinde tüketici olarak hepimiz eşitiz.
Bir eğlence kanalından, medya-eğlence sektöründen, bir film seçip seyredebilirsiniz. Günlük ne kadar film tükettiğiniz, tükettiğiniz filmlerin şirketin portföyünde hangi kategoriye girdiği, sizin hangi profilde bir tüketici olduğunuz, şirketin size nasıl ulaşabileceği, “sizin beğenilerinizle %95 eşleşen bir film çıktı öneriyoruz” mesajını size nasıl ulaştırabileceği hep satıcının elindedir. Ama siz bir tüketicisiniz ve tükettikçe var olabilirsiniz.
Komşunuz, arkadaşınız sizin ne tükettiğinizle ilgilidir. Onun kadar tüketiyorsanız, onunla daha da fazla eşit oluyorsunuz.
Dahası, sizin seyredeceğiniz film farklı ise, siz farklı profildesiniz ve tüketiciler farklı eğilimde olurlar hoşgörünüz olmalıdır. Erkek ya da kız arkadaşınızla film üzerine tartışmanız abestir, çünkü belli ki siz farklı tüketici profillerisiniz. Zaten başka da bir ölçüye ihtiyaç yoktur.
İşte size tüketici ve eşitlik kavramı.
Bu kadar mı? Değil elbette. Biz daha çok, okur yazar takımına (OYT) gelmek istiyoruz. Tüm bunlar, bize bu konuda yardımcı olur düşüncesindeyiz.
ALIŞKANLIKLARLA DÜŞÜNME
İnsan eğer okur ve yazar ise, elbette kavramlar onun için daha fazla önemli olabilir. Ne de olsa o kavramları sadece okumuyor, onlarla aynı zamanda yazıyordur. Kavramların sözle kullanılışına göre, yazarak kullanılışı daha ciddi bir iş gibidir.
Ukrayna savaşı patlak verdiğinde, çok sıkça duyduk: Tek yönlü bakmayın. Çok yönlü bakmak diye bir kavram her gün masamızın önüne gelmektedir. Sadece bu olay nedeni ile değil, her durumda bu kavram çok gündemdedir.
Egemenler, egemenliklerini sürdürmek için, kavramların içini boşaltmayı çok severler. Bunun için epeyce bir uzman, onların etrafındaki OYT’yi etkileyerek, bunu yapmayı görev edinmiştir. Görev derken, elbette her şeyin bir bedeli var sözünü unutmadan, dolarla karşılığını alarak. Nihayetinde onlar da tüketicidir, hem kavramların içini boşaltarak tüketmekle görevlidirler hem de bunun karşılığında elde ettikleri paralarla, marketten, eğlence kanallarından “mutluluk” artırıcı metalar almaktadırlar. Değil mi ki, insan artık bir tüketicidir.
Diyelim ki bir nesneyi inceliyoruz, dokunmadan sadece bakarak. Elbette bir ön yüzünden bakmışsak, bir de arka yüzünden bakmalıyız. Bunu çoğu insan yapar. Ama bu nesnenin altını kaldırıp bakmak ya da o nesneye üstten, kuş bakışı bakmak daha az yapılır. Böylece nesneye daha fazla “çok yönlü” bakmış oluruz.
Yetmez, ona dokunuruz. Böylece nesneye bakışımız daha da ilerlemiş olur. Onu tadarız, onun sesini dinleriz vb.
Ama yine de, bize o nesneyi anlamak için başka müdahaleler yapma işi çıkar. Onun hareketini inceleriz, zaman içinde değişimini gözleriz, yapısını anlamaya çalışırız vb. Şimdi, dış görünüşten öze doğru bir yolculuğa çıkmış oluruz.
Diyelim ki, bir yerde bir savaş var. Ukrayna’ya karşı Rusya bir operasyon başlatmış. Daha ilk anda, ilk haberlerle birlikte “Rus işgali”nden söz etmek, çok yönlü bir bakış mıdır?
Dün Kazakistan’da bunu yaşamıştık ve işgalci Rusya, Kazakistan’dan artık çıkmaz idi. Oysa öyle olmadı. Ama bununla bir bağlantı kurmaya gerek yoktur.
Emperyalist propaganda makinası büyüktür ve işlemeye başlamıştır.
Artık bu makinanın kustuğu bilgiler, her türlü propaganda için malzeme olarak kullanılmalıdır. Bunun dışında birisi, bir başka gerçekten söz ederse, o mutlaka, “tek yönlü” bakmak ile suçlanmalıdır.
Ukrayna halkının özgürlüğü ne olacak?
İyi ama, Ukrayna’ya Neonaziler taşınırken, orada üç bini çocuk olmak üzere binlerce insan katledilirken, bu özgürlük yok muydu? 2014’te darbe gündeme geldiğinde Ukrayna halkının iradesine saygı neredeydi? Ukrayna’da NATO askerleri, İngiliz, Kanadalı, ABD’li uzmanlar Neonazi kampları kurup, onları eğitirken, sokaklarda çıplak vücutları ile insanlar direklere bağlanırken, insan hakları neredeydi?
Bize çok yanlı bakın, siz tek yanlı bakıyorsunuz diyorlar.
İyi ama, biz Batı dünyasının haberlerinin %90’ını tedarik eden, servis eden 4 büyük tekelci ajansın haberlerini zaten izliyoruz, sizden farklı olarak Rus ve Çin kanallarını da izlemeye başladığımız için mi, tek yönlü bakıyoruz? Yoksa siz, sadece ABD, Alman, Fransız, İngiliz kanallarını izlediğiniz için, siz tek yönlü bakıyor olmayasınız?
Egemenlerin borazanları, ideologları, basındaki yazarları vb. birer taraf olarak savaşın bir parçası olarak açık tutum alıyorlar. Bu doğası gereği de böyledir. Irak savaşında, birçok yalan üzerinden işgal gerçekleşmiştir ve hâlâ ABD askerleri Irak’tadır. Savaş sırasında “eklenmiş gazeteciler” olarak isim koyarak medya bombardımanı gerçekleştirdiler. Sonunda gerçekler ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, aslında bu emperyalist propaganda aygıtı, gerçeği tümden saklamaktadır. O zaman da bize “yoksa siz Saddam’ı mı destekliyorsunuz” diye sorma cesaretini gösterenler, bu aynı OYT idi. Oysa ABD saldırıyordu, Saddam, ABD’nin oradaki eskimiş uzantısı idi. Ve şimdi, bu gerçek çok daha net açıktadır. Bir milyon Iraklı ölmüştür, sakat kalanlar vb. üstüne konulmalıdır. Irak yerle bir edilmiştir. Ve tüm bunları yapan ABD olduğu hâlde, NATO olduğu hâlde, şimdi bize NATO’nun demokrasinin garantisi olduğunu söylüyorsunuz. Yoksa siz gerçekleri gizlemek, gerçeği karanlıkta bırakmak için özel çabalar gösterenlerden olmayasınız?
Emperyalist propaganda aygıtı, yukarıda anlattığımız gibi kavramları iğdiş etmektedir. Bunun üzerine siyasal amaçları, savaş için hedefledikleri amaçları koyun. Ve karşımıza, böylesi bir karanlık olarak çıkmaktadırlar. Ve üstüne üstlük onlar özgürlükçü, onlar demokrat oluyor, biz ise diktatörleri savunan, biz ise özgürlüğü reddeden oluyoruz.
NATO ile, hangi anlayışla ifade edilirse edilsin demokrasiyi yan yana getiren bir akıl, düşünme yeteneğini kaybetmiş değil ise, hileli bir akıldır.
Burjuva demokrasisinin (ne demek ise artık, biz burjuva demokrasisinin tekelci polis devleti olduğunu söylüyoruz) beşiği diye ilan edilen Batı dünyası, NATO ile birlikte tüm özel savaş mekanizmalarına sahiptir. Hitler faşizminin tüm dişlileri bu devletlerde vardır. Ukrayna süreci, bu özel savaş aygıtlarını, tüm dünyada, tüm Batı’da ortaya çıkarmaktadır. NATO, içeride de, dışarıda da katliam demektir. NATO’yu özgürlük ve demokrasi ile yan yana koyabilmek, ancak ve ancak, egemenlerin aklı ile düşünmek ile mümkündür.
Bu nasıl bir özgürlük ve demokrasi anlayışıdır ki, Yemen’de unutuluyor? Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki, bugün içinde yaşadığımız ülkede unutuluyor? Ülkemiz tarihinde NATO’nun bulaşmadığı katliam var mıdır? Tarım sorunundan, eğitim sorunundan söz edenler, acaba Batı emperyalizminden söz etmeden durumu açıklayabilirler mi?
NATO, Ukrayna’daki katliamların, tüm sürecin içindedir, baş rolündedir. İdeologlar, burjuva kalemşörler, bunların açık savunucularıdır. Onların cephede gördüğü işi, cephe gerisinde görmek üzere savaştadırlar, savaşa dahildirler. OYT ise, onlardan aldıkları bilgilerle, utanmadan, bize dönüp, demokrasi, özgürlükler, çok yönlü bakmak gibi erdemlerden söz ediyorlar.
Sizin için, ölen her işçi, öldürülen her kadın, ölen her Kürt, egemenlerden olmayıp da ölen her insan, Batı demokrasisi için gerekli kayıplardır. Sizin için, hapse atılan her öğrenci, hapse atılan her işçi, bir teröristtir. Ukrayna’da öldürülen her çocuk Batı demokrasisi için gerekli ölümlerdir. İyi ama özgürlük ve demokrasi konusunda neden bu kadar konuşmakta heveslisiniz?
Buyurun açıktan NATO’yu savunun.
Buyurun açıktan ABD egemenliğini savunun.
Konu OYT olunca, iş biraz daha derine inmektedir. Kaldıraç’ın Nisan 2022 sayısında “NATO tedrisatı” diye dile getirdiğimiz gerçek önemlidir. NATO bakış açısı, sadece bu tedrisattan doğrudan geçmiş olanlar için değil, OYT için de etkilidir.
Günlük yaşamda birçok OYT, sizinle konuşurken, sanki düşünüyormuş gibi fikir dile getirmektedir. Oysa birçok durumda bu, düşünme değildir. Siz ona bir soru sorarsınız, aldığınız yanıt, karşınızdakinin düşünerek verdiği bir yanıt değildir.
Daha çok alışkanlıklarla düşünme eğilimi diyebileceğimiz bir hâl vardır. Bir çeşit formatlanmadır bu. Toplumsal kültürün, egemen kültür olduğunu, egemenin baskın olduğu bir kültür olduğunu biliriz. Örneğin, kadın ve erkek ilişkilerinde, ister kadın olsun ister erkek, ortalama bakış açısının egemenin bakış açısı olduğunu, onunla şekillendiğini biliriz. Erkek egemen kültür, aslında egemenin kültürüdür. Birçok erkek, egemene karşı olduğu hâlde, bu kültürü genlerinde taşır. Aynı şekilde birçok kadın için de bu geçerlidir. Gerçek anlamda bu egemen ideolojiden kurtulmak, ancak devrimle, egemeni devirmekle, kurulu düzeni yıkmak ve yerle bir etmekle mümkündür. Elbette biz bu egemen kültürü reddederiz, ona karşı savaşırız. Aslında reddettiğimiz zaman, o kültürün etkisinden kurtulmuş olmayız, ama ona karşı savaştığımız zaman, bu kültürün uzantılarına karşı savaşmayı da öğreniriz, hem o egemen kültürü daha derinlemesine kavrarız hem de onun etkisinden o ölçüde kurtulma olanağını elde ederiz.
Sıradan insanlarda da egemen olan kültür, egemenin kültürüdür ve onunla savaşmadıkları sürece, onunla yüzleşemezler de.
Bu egemen kültür, düşünme kalıplarını da oluşturur. Bu nedenle birçok insan, sizinle konuşurken, aslında gerçek anlamı ile düşünmez, sadece alışkanlıklarla düşünür. Buna düşünmek demek zordur elbette.
Siz Amerikalı bir generalin, Ukrayna’da esir düştüğünü söylerseniz, bunu TV kanallarında görse dahi, ilk tepkisi bu propagandadır olur. Burada düşünmüyordur. Oysa aynı kişi, örneğin Zelenski’yi dinlerken onun söylediklerinin, Biden’ın söylediklerinin propaganda olduğunu söylerseniz, “bunlar gerçekler” diye yanıt verecektir. Biden, bir konuşmasında, ABD’deki enflasyonun, aslında Ukrayna savaşından kaynaklı olduğunu söylediğinde, Amerikan halkı, buna inanır, iyi ama işadamları, tekeller ve onların yöneticileri gerçeğin böyle olmadığını bilir.
Emperyalist propaganda, karanlıktan besleniyor. Bu karanlık, aslında düşünme alışkanlıkları oluşturuyor. Bir psikolog hastasına “alışveriş yap mutlu olursun” derken, aslında alışkanlıkları ile düşünüyordur. Yoksa, düşünüyor olsa, zaten o kişinin alışveriş yapmakta olduğunu bilir. Bir çeşit düşünmeme hâlidir bu. Sinir bozucudur ama düşünen insan için öyledir. Egemenlerin her yol ve kanalla tekrarladıkları sözleri, uygun bir anda bir kişinin farkında bile olmadan size anlatıyor olması, aslında düşünme eyleminin gerçekleşmediğinin kanıtıdır.
Tüketim toplumu ideolojisi ile sürekli bombardımana uğrayan beyinler, en sıradan, günlük bir durumda bile, fikirlerini ezberlenmiş kalıplarla vermektedir. Sevgisini belirtmek için, reklam filmlerinden alıntılar gibi konuşulmaktadır. Çocukları ile ilişkilerinde, arkadaşları ile ilişkilerinde hep bu kalıplar vardır ve bu alışkanlıkla düşünme eğilimi oldukça yaygındır.
Çoğunlukla sorulan soruya verilen yanıtlar, alışkanlıkla düşünme çerçevesi içindedir.
İşçilerin eylemleri gündeme geldiğinde, kişiye düşüncesini sorarsanız, alacağınız yanıt, bununla devrim olmaz şeklindedir. Öğrenilmiş bir kalıptır bu. Aslında demek istediği ben bir şey yapmak istemiyorum olarak okunabilir. Oysa daha kendisine düşüncesi sorulmuştur, hepsi budur. Ama yanıt “bilmiş” bir yanıttır. Bilmiştir, çünkü ezberlenmiş bir kalıptır.
Yaşamını alışkanlıklarla sürdüren bir canlı gibi davranmaktadırlar. Sabah kalk, işe git, patrona karşı çıkma, örgütlenme, kaderine razı ol, markete git, fiyatlar artmış ise, az al, şaşır, kendi kendine kız, kimseye belli etme, evdekilere patla, onlara küfret, başka bir şey yapma. TV seyret vb. Bu alışkanlıklar, düşünme işinde de devam etmektedir.
Düşünmek kötüdür, öğrenilmiş olan budur.
Düşünen baş ağrır. Öyle ise, kafana takma, düşünme, ama her konuda bir fikrin olsun, arkadaşların sorarsa söyle, zaten diğeri de öyle söylüyor. Bunun için yeni kelimelerden oluşmuş kalıplar daha dikkat çekmektedir. Öyle ise onlardan da birkaç tane öğren. Öğren ki lazım olur tekrarlarsın. Hazırcevap olmak iyidir. Filmlerden replikler al, dizilerden haberdar ol, ama çoğunlukla beğenme. Hep beğenmediğin şeyleri izle, zaten izlemekten başka da bir şey yapma. Hele ki düşünme, o güzel kafanı yorma. Arkadaşlarını tüketici profilleri ile sınıfla, hiçbiri ile içten, samimi konuşma.
Bu hâl, bir süre sonra düşünmemek de demektir.
Kavramlar derinliklerinden koparıldı mı, yüzeyselleşti mi, iğdiş edildi mi, o kadar kullanışlı hâle geliyorlar, günlük düşünmeme hâli için uygun oluyorlar.
DÜŞÜNME ve EYLEM BAĞININ KOPARILMASI
OYT için, en önemli özelliklerden birisi, düşünme ve eylem bağının koparılmasıdır.
Eğer düşünmek, bir eylem olmaktan çıkarsa, yani alışkanlık ile düşünme hâline gelirse, bir çeşit idare lambasına dönmüş olur. O kadar ışık ile, o kadar düşünülür hesabı.
Gerisi şöyle işliyor. Farklı fikir ve görüşlerin dile getirildiği ortamlarda, fikrin bir önemi olmaması için, salt konuşma hâli eylem oluyor. Bunu da sınırlı ortamlarda yapmak mümkündür. Mesela içki içerken. Mesela bir eğlencenin ortasında. Böylesi ortamlarda, düşünme-konuşma, eylemden kopmaktadır da.
Eylem yok ise, düşünme, “yorma sen güzel aklını” moduna inmekte zorluk çekmez.
Söylenen ile yapılan arasındaki tutarlılık bozulmadan önce, işi garantiye alan şey, düşünme ile eylem bağının koparılmasıdır. Bu durumda, insanın kendisini bağlayacağı bir düşünme süreci de reddedilmektedir.
Boş konuşmak için, boş konular ele alınmalıdır. Ama işin gerçeği, hiçbir konu da boş değildir. Öyle ise, insanın kendini işin içine katmak zorunda kalacağı bir tartışma sürecinden uzak durmak gerekir. Bir kere daha işin samimi olmaması önemlidir. Samimi bir konuşma, tartışma, bağlayıcı da olabilir. Bu nedenle, genel-geçer konular konuşulmalıdır. Ne olacak bu memleketin hâli cinsinden. Memleketin hâli, konuşanların hâline gelmemelidir. Oraya geldiğinde ise, alışkanlıkla düşünme örneği, “ben ne yapabilirim” sözü imdada yetişmelidir. Aslında samimi olunsa, ben ne yapabilirim, bir şey yapma ve buna bir yol bulma isteğini ifade eder. Oysa bu hâli ile, “ben ne yapabilirim” yanıtı belli, “hiçbir şey”dir. Hiçbir şey yapamam, o hâlde ne yapabilirim ki. Sanki düzeni ben mi kurdum ki ben mi düzelteceğim demektir bu. Kendinin suçlanması durumuna önden yanıttır. Düzeni o mu kurmuştur, elbette hayır. Öyle ise, o da değiştiremez. Düzeni kuran değiştirir demektir bu. İyi ama düzeni kuran ondan memnundur ve yakınan, sorun gören, ne olacak bu memleketin hâli diyen sensin. Demek “ne olacak bu memleketin hâli”, bir kalıptır, alışkanlıkla düşünmenin örneğidir ve zaten bu durum, düşünce ile eylem bağını önceden koparmış demektir. İşin garantisi de buradadır.
İnsan düşüncesi eğer akmıyorsa, eğer dışarıya çıkmıyor ve gün yüzü görmüyorsa, mutlaka kirlenmeye başlayacaktır. Bu kirlenme, OYT’de görülmektedir. O denli bir kirlenmedir ki bu, en olmadık bir anda, OYT sol eğilimli iken, birdenbire bir gericiye dönüşmektedir. Birdenbire, olaylar karşısındaki tutumu farklılaşmaktadır. Katliam eğer Avrupa’da ise, ona karşıdır, ama Kürt ölünce birdenbire, tüm alışkanlıkla öğrenilmiş olanlar devreye girmekte ve o Kürd’ün aslında bir terörist olduğu fikri patlak vermektedir. İşçilerin sömürüldüğü ve eylemlerinin hakları olduğunu söyler, ama sıra sendika çalışmasına katılan bir beyaz yakalı arkadaşının işten atılmasına gelince, onunla birlikte hareket etmek yerine, “onun da salaklık yaptığını, çünkü işçilerin bile onun kadar ateşli mücadele yanlısı olmadığını” göresi gelir. Sanki, yıllardır aradığı bir düşünceye erişmiş gibi, bunun ateşli savunucusu olur. YemekSepeti işçileriyle dayanışmadan yanadır, bunun için bir şey yapmaz, ama siparişi geç gelince o işçiye en çok kızan o olur. Zira tüketici olduğunu hatırlar ve tüketici hakları tam da onun için yaratılmış haklardır. Motokuryelerin aslında haklı eylemler yaptığını söyler ama, araba ile trafikte iken, yanından birdenbire geçen motokuryenin ardından küfürler ederek rahatlar. Güzel kafasını yormamak gerektiğini bildiği için, trafikteki düzeni, sistemi aklına bile getirmez. Çünkü bir kere öğrenmiştir ki, eylem yapmayacaksın. Madem eylem yapmayacaksın, ona uygun düşünmek gerekir.
Ellerinden gelse, tümden eylemsiz bir yaşamı isterler, tuvalete gitmese, okumasa, konuşmasa vb. İyi ama, ya zevkler, güzel yemekler yemek, Netflix’ten bir film satın alıp izlemek, seks ile arkadaşlığını tüketmek, zamanı boş boş tüketebilme özgürlüğünü hissetmek, alışveriş yapmak, bunlar da eylem sayılır. Sonuçta yaşamak gerek. İşte bu nedenle, tümden düşünmeden de olmuyor.
Değil eylemlerinde risk almamak, değil söylerken konuşurken risk almamak, düşünürken de risk almamak eğilimi böyle doğuyor.
Büyük kirlenmedir bu.
Bu kirlenme, karanlıktan beslenen sistemin yarattığı karanlığı kanıksamaktır da.
İşçilerin, kadınların, gençlerin eylemleri, en çok bunların dikkatini çekiyor, ama en çok da bunları ürkütüyor. Her eylemde, bir durma noktası, bir sınır arıyorlar. Her eylem polis barikatından geri dönünce, “bak gördün mü, ben haklıyım, böyle olmaz” demekten kendilerini alamıyorlar.
Arada, ortada, tarafsız durmaları ile övünüyorlar. Eylemsizliğe methiyedir bu.
Şimdi dünya, yeniden sınıf savaşımının yükselişine sahne olmaya başlamıştır. En çok bunlar kırılacak, dökülecektir. Çünkü artık bitti, ortada durulacak yer kalmamıştır. Egemen için orta yoktur. Kendinden olan, olmayan vardır. Bunlara bizim önerimiz, tez elden, kıymetli hayatlarını korumak için, egemenin saflarına katılmalarıdır. Ama bu da onlar için bir koruma kalkanı olmayacaktır, zira egemen, ilk onları cepheye sürecektir. Egemenin yanında pasif durmak yoktur. Solcuların yanında pasif durabilirsin. Ama egemenin yanında bir iş alman gerekir ve bunun sonu yoktur.