Ne ilk seçimde giderler iyimserliği ne de bunlar gitmez karamsarlığı. Bu tarihsel anda, en karanlık ihtimali gören ama ona teslim olmayı reddeden, krizde kendi fırsatlarını gören bir mücadelede ısrar.
TÜSİAD’ın salı günü yapılan genel kurulunda Tuncay Özilhan ve Simone Kaslowski tarafından yapılan konuşmalarla verilen mesajlar, siyasal iktidara yönelik tam bir ekonomi-politik eleştiriydi. Bu konuşmalar ve içerdikleri mesajlar hakkında söylenecek pek çok şey var; ama uzun alıntılarla okuyucuyu boğmamak için, ilgilisine konuşmaların tamamını tavsiye ederek, bunlarda bahsolunan eleştiri ve yaklaşımları ana hatlarıyla sıralayalım öncelikle.
İstanbul sermayesinin, Türkiye’nin en gelişmiş ve küresel pazarlarla en üst düzeyde entegre olmuş burjuvazisinin sözcüleri; öyle satır arasında, ima yoluyla, ikincil anlamların arkasına saklanarak falan da değil, neredeyse tümü doğrudan olmak üzere, gündemdeki her konuda siyasal iktidarı eleştirdi: Ekonomi politikaları, Merkez Bankası başkan ve bürokratlarının tayini, İstanbul Sözleşmesi, Boğaziçi kayyumu, eğitim politikaları, siyasallaşmış yargı, ısrarlı “laiklik” vurgusuyla (iki konuşmada toplam 5 kez vurgulanıyor) işaret edilen dinselleşme, basına sansür ve baskı, HDP’ye kapatma davası, vekilliklerin düşürülmesi, iktidarın kışkırttığı politik gerilim, işsizlik, kamu kaynaklarının kullanımı (yandaş şirketler ve kamu ilişkisi), mali disiplin, bölgesel ve uluslararası ilişkilerde yaşanan sorunlar… Her biri mevcut gerilimlerin konusu olan tüm bu başlıklarda büyük sanayi burjuvazisi Saray politikalarını açıkça eleştiren bir pozisyonda duruyor. Bu pozisyonun muhtevası ve ‘iddiasına’ dikkat çekmek için şu detayı da vurgulamalı: TÜSİAD sözcüleri, bugünkü rejimin ideolojik ve kültürel ihyasına, militanca takviyesine olduğu kadar iktisadiyatına da içkin olan ‘beka’ meselesinin merkezindeki Kürt sorunu konusunda da, mevcut paradigmayı eleştiriyor. Bu konuşmalardan çıkan, Türkiye kapitalizminin yönetimi konusunda bugünkü siyasal iktidarla temsil edilen blokun hegemonyasına açık bir itirazdır. Hatta belki de Tuncay Özilhan’ın sözleri, AKP’nin doğum mevlidini kulağına fısıldaması gibi okunmalı: Özilhan, kendi ifadesiyle ‘son yüzyılların’, liberal burjuvazinin ‘ilerleme’ olarak gördüğü yönde geliştiğini söyleyerek şöyle devam ediyor, “Türkiye de bu eğilimlerin dışında değil. Günün sorunlarına getirilen çözümler ancak bu genel eğilime uygun olduğu durumlarda doğru oluyor. Bu tarihsel eğilimin dışındaki uygulamalar sonradan pek de hayırla yâd edilmeyen parantezler olarak kalıyor.” İstanbul sermayesi, Erdoğan’a, kendisinin de “bu genel eğilime uygun” davrandığı koşullarda ‘başarılı’ olduğunu hatırlatma; ‘günlük ve geçici çözümler’in tarihsel gelişme karşısında dayanıksız olduğunu söyleyerek, sonunda kendisinin de ‘bir parantez olarak kalabileceği’ konusunda uyarma noktasına varmış durumda. Kasten boş bırakılmış “Sonradan pek de hayırla yâd edilmeyen parantez” boşluğuna, herkes kavlince, ‘Cehape tek parti dönemi’, 12 Eylül, 90’lar, 28 Şubat vs. yazabilir; ama ‘boşluksuz’ haliyle bu ifade, 50. yılını kutlayan sanayi burjuvası örgütünün bir ‘uyarısı’dır. Küresel kapitalizmin yönünü ve yakın gelecekteki ihtiyaçlarını bir sismograf edasıyla –ve Saray rejimi politikalarının hilafına– işaret eden bu tutum, Türkiye kapitalizmine hâkim unsurlar arasında açık bir fikir (çıkar) ayrılığının yeni bir ifadesi olarak alınabilir. Sermaye sınıfının önemli bir fraksiyonu, yakın geleceğe ilişkin pozisyonunu, pazarlık payını saklı tutarak, ilan etmektedir. Özilhan’ın sözlerine, TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin aynı gün dile getirdiği ve doğrudan siyasi göndermeler içeren şu ‘analizi’ni eklemeli: “ABD’de yeni yönetimin 1,9 trilyon dolarlık sosyal demokrat renkler taşıyan paketinin yaratacağı ivme, dünya ekonomisinde de olumlu etkiler yapacak.”
‘Sosyal demokrat renkler taşıyan’!
IMF’in geçtiğimiz Ekim ayında yayınladığı küresel ekonomi raporunda “kamu yatırımlarına öncelik”, “şirketlerin ve zenginlerin vergi oranlarının artırılması” gibi ‘sosyal-demokrat’ politikalar önerilmiş; Korkut Boratav bunu, “neoliberal yobazlığa” karşı, “Keynes’gil maliye politikalarını sol doğrultuda genişleten bir söylem” olarak değerlendirmişti. (1) TÜSİAD sermayesi, IMF ve ABD politikalarıyla paralel şekilde, hatta bir adım daha ileri gidip doğrudan ‘sosyal-demokrat’ ifadesini kullanarak küresel kapitalist stratejiyle uyumunu da vurgulamış oluyor böylelikle…
* * *
TÜSİAD’ın 50. yılına denk gelen genel kuruldaki konuşmalar ve ‘atmosfer’ Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu çetrefil durumu anlamak için pek çok işaret ve parola içeriyordu. Ama genel çerçeveye bakınca özellikle dikkat çeken bir başka nokta, Türkiye’nin bugününün 70’lere benzetilmesi oldu. Özilhan, “Bugün ile 1970’ler arasında ciddi paralellikler var. Bundan 50 sene öncesi gibi bugün de ekonomik ve toplumsal dinamikler bir dönüşümün eşiğinde olduğumuzu düşündürecek biçimde hız kazanmış durumda” diyor açıkça. Ve TÜSİAD’ın 1972 çalışma raporundan şu alıntıyı yapıyor:
“Türk müteşebbisi toplumumuzun ileri bir refah toplumuna dönüşmesinde, başka hiçbir şekilde yeri doldurulamayacak önemli bir görev yüklenmiş bulunmaktadır. Ne var ki Türk toplumu artık müteşebbislerden bunun çok ötesinde başka görevler yüklenilmesini ve her gün daha büyük bir ağırlık kazanan sosyal sorunların çözümünde daha şuurlu ve aktif bir rol alınmasını beklemektedir.”
Bu ‘epik’ alıntı, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda büyük burjuvazinin bile kendi ‘şanlı tarihi’ne gönderme yaparak motivasyon araması diye de yorumlanabilir, haklı biçimde. Ama bunun yanında ve daha önemli olarak, geleneksel ‘Türk müteşebbisleri’, kendi tarihsel koşulları ve Türkiye kapitalizmindeki fonksiyonları hakkında bir hatırlatma yapmaktadır. 60’lar nasıl tarımsal ve ticari kapitalizmin sanayi burjuvazisi lehine yenilgiye uğradığı ve Türkiye’nin hızla bir sanayi toplumuna doğru evrildiği yıllarsa, 70’ler de bu burjuva toplumunun bağrındaki sınıf çelişkilerinin ve artık bir siyasal aktör olarak da ortaya çıkmış işçi sınıfının taraf olduğu açık sınıf savaşlarının damga vurduğu yıllardır. TÜSİAD’ın kuruluşunun, 12 Mart darbesinin bir ay sonrasına denk gelmesi (Nisan 1971) tesadüf değildir. 12 Mart, işçi sınıfı ile yoksul köylü ve gençlik hareketlerinin devrimci bir zeminde yükselip birleşme eğilimine karşı kanlı bir karşı-devrimdir. 27 Mayıs’ın tarımsal ve ticari kapitalizmin sanayi kapitalizmine dönüşümüne dair bir işlevde olması gibi 12 Mart da bu sanayi burjuvazisinin kendi düzeninin yol açtığı devrimci potansiyeli ezme işlevindedir. Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın darbenin koşullarına ilişkin sözleri bu açıdan su gibi berraktır: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı…” (2)
70’ler, 12 Mart faşizminin planladığı gibi yaşansın istenmiş, ama başta işçi sınıfı ve yurtsever gençlik olmak üzere Türkiye toplumunun gösterdiği direnç, bu burjuva hayali akamete uğratmıştır. Özilhan şahsında TÜSİAD sermayesinin 70’lere hakim olduğunu söylediği kaos bu direncin kendisidir. Tam bu noktada, TÜSİAD’ın kurucu babalarından Vehbi Koç’un “Benim için 1973-1980 yılları arası bir kâbustur” (3) dediğini de hatırlamakta yarar var. 1970’ler, sermaye sınıfı için, Özilhan’ın bir ‘kötü örnek’ olarak bugünlere benzettiği, kaos ve belirsizlik üzerinden tarif ettiği bir dönemdir. Oysa ‘tam karşıdan’ bakıldığında, Türkiye toplumunun kapitalist sömürü ilişkilerine ve onun, dincilikten milliyetçiliğe dek her türden siyasal saldırılarına karşı örgütlü olarak direndiği bir dönem olarak görünür bu yıllar. Aynı sermaye kesimlerinin desteği ve içten alkışlarıyla yürüyen 12 Eylül, bu direnci şiddetle parçalamayı hedeflemiş ve büyük oranda başarmıştır. AKP’li yıllar da –yine aynı sermaye çevrelerinin açık desteğiyle– Türkiye’yi 71 ve 80 darbelerinin de yürüdüğü yolda, tam bir piyasa toplumu haline getirme gayretinin cismidir. ‘Türk müteşebbislerinin’ küresel kapitalizmle uyum içindeki çıkarlarının, bugünkü Erdoğan-AKP rejimiyle yaşadığı sorun, bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Zaten TÜSİAD sözcüleri, büyük çerçevede Erdoğan’a, bir burjuva istikrar rejiminin siyasal temsilciliğini üstlendiğini hatırlatmakta, “bu sayede başarılı olduğunu” söylemektedir.
Aynı günlerde MÜSAD Onursal Başkanı Erol Yarar’ın başka bir sermaye çevresinin çıkarlarını savunarak “Tek yol devrim” başlıklı bir yazı yazması (4) ve aynı başlıkla Aydınlık gazetesine manşet olması da tesadüf değildir. Yarar, 70’lerin devrimci sloganını çalıp kendi sınıf çıkarlarına uyarlarken, Türkiye kapitalizminin tepesindeki bir kavgaya dair söz üretmektedir. Bu İslamcı-burjuva hırsızlığın; ezelden beri ‘soldan çaldıklarıyla’ var olmuş ve nihayetinde kendisine ancak en sağcıların düzeninde ‘rejimin solu’ olarak yer bulabilmiş grupta coşkuyla karşılanması, bu açıdan da manalıdır. Yoksa gerçek bir devrim karşısında TÜSİAD ve MÜSİAD’ın pozisyonlarının farklı olmadığı hepimizin malumu…
* * *
Geçen hafta burada, “Saray rejiminin, çıkarları farklılaşmış sermaye gruplarının taleplerini bir arada yönetme kapasitesinin aşındığı” ve bunu bir ‘beka’ sorunu gibi algılayıp, siyaseten kendi sadık çekirdeğine yöneldiğini tartıştık. İstanbul sermayesi sözcülerinin salı günkü sözleri, bu aşınmanın geldiği boyutu gösteriyor. Her iki konuşmada işsizlik, ücretlerin gerilemesi, küçük esnafın sorunları gibi vurguların tekrarlanması, Özilhan’ın “toplumun fakirleşmesi”nden bahsedip, “Pandeminin iş kaybına yol açtığı sektörlerde işçilerin, kendi hesabına çalışanların ve esnafın gelirleri azaldı, refah düzeyleri geriledi” demesi de ‘yukarıdaki’ çatışmanın içinde anlam kazanıyor. Burjuvazinin bu kanadı, emekçi sınıflar içindeki huzursuzluğu, gerçek bir sınıf sezgisiyle teninde hissediyor. Bunu öncelikle bir risk olarak görüyor elbette; ama orada biriken enerjiyi kendi hegemonya mücadelesinde işlevli hale getirmeyi de hesaplıyor belli ki… Bunu geçmişte, hatta bizzat AKP iktidarına giden süreçte de yaptılar.
Özilhan’ın konuşmasından en çok alıntılanan “Ortalığın toz duman olduğu, yetki ve sorumlulukların sınırlarının bulanıklaştığı” bir atmosfer tarif ettiği sözleri oldu. Bugünkü Türkiye’ye bakan her ‘bağımsız’ kişinin söyleyebileceği bir temel, ‘giydirilmemiş’ bir gerçek var tabii bu sözlerde. Ama bu ‘toz duman’ gerçeği, herkesin durduğu yere göre de değişiyor. Özilhan için ortalığın toz duman olması ile yetki ve sorumluluk sınırlarının bulanıklaşması; sözgelimi Merkez Bankası bürokratlarının (ve bunlar şahsında politikaların) Saray tarafından keyfiyetle belirlenmesine yönelik bir tasvir olabilir. Ama bir gün önce, Özilhan’ın bu konuşmayı yapmak için çıktığı evinin önünde eylem yaparken darp edilerek gözaltına alınan DGD-Sen üyesi Migros depo işçileri, tozu, dumanı ve bulanıklığı başta türlü soluyor kuşkusuz.
Sermaye sınıfları arasındaki gerilim ve sürtünmeler, emekçiler ve toplumun tümü için bir fırsattır. Demokrasi ve hukuk nutukları söyleyen burjuvaların villaları önünde derdest edilen işçiler, ülkede gerçek bir ‘ilerleme’nin, ancak emekçilerin taraf olduğu bir müzakere ile gerçekleşebileceğini gösterdiler. Erdoğan rejimini oluşturan sınıfsal koalisyon önemli sonuçlar üretecek şekilde çözülürken; yine Korkut Boratav’ın deyişiyle “vadesi dolan” iktidar, Türkiye kapitalizmini kimin yöneteceğine dair kavgayı sertleştirip cebren kazanmaya uğraşırken her küçük direnişin, işçilerin ve gençlerin her meydan okumasının önemi artıyor. Ne ilk seçimde gidecekler iyimserliği ne de bunlar hiçbir yere gitmez karamsarlığı… Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu bu tarihsel anda, en karanlık ihtimali gören, ama buna teslim olmayı reddeden, hiçbir çabayı önemsiz görmeyen, kapitalizmin krizinde kendi geleceğinin fırsatlarını gören bir toplumsal mücadele ve örgütlenmede ısrar… ‘Küçük’ değiliz, ‘az’ değiliz; maddi tarih açısından büyük imkânların içindeyiz. Türkiye kapitalizminin nasıl yönetileceğine dair kavgayı, şimşeklerinden korkacağımız bir tanrılar savaşı değil; toplumun kendi ‘duru göğü’ olarak görebiliriz.
(1) Korkut Boratav’ın ilgili yazısı şu linkten okunabilir.
Ayrıca aynı konuda Ümit Akçay’ın Gazete Duvar’da yayınlanan şu yazısını da hatırlatmalı.
(2) Bu konuda Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın geçtiğimiz ay çevrimiçi olarak düzenlediği ve 12 Mart faşizminin kapsamlı bir analizinin yapıldığı “12 Mart 1971: Toplumsal ve Siyasal Arka Plan – Günümüze Yansımaları” oturumunu tavsiye etmek istiyorum.
(3) Vehbi Koç’un sözleri için bakınız.
(4) Erol Yarar’ın söz konusu yazısına dair internette bulduğum en eski metin 22 Mart’ta Haber Vakti sitesinde yayınlanmıştı. Ancak bu site de yazıyı iktibas eder gibi sunmuş, kaynak da belirtmemişti. Link şurada.