Savaş politikaları hız kazandıkça tüm dünyada şiddet ve nefret söylemleri de ivmeleniyor, en basit gündemlerin içerisinden bile yüzünü gösteriyor. Önümüz arkamız savaş ve kriz, sağımız ırkçılık, homofobi, transfobi; solumuz göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, inceller… Kitlelerde açığa çıkan öfkenin, asıl sorumlularından çok Öteki’ne yönelme oranı bugün daha da artmış durumda.
Savaş ve kriz derinleşirken, kitlelerin sağ söylemlere olan eğilimi ve bunun sebepleri incelenmeye muhtaç. Burada solun sağ söylemlerin peşine takılmasının ve dünya genelinde sol muhalefetlerin veya iktidarların sağın rolüne soyunmasının ciddi bir etkisi var elbette. Ancak yine de kitlelerin eğilimi üzerine tartışmak son derece elzem. Bu noktada, artan isyanları es geçmemek önemli olsa da bugün açığa çıkan isyancı eylemlerin dahi içine sirayet eden ırkçı veya ayrımlaştırıcı çeşitli sağ söylemler konusunda da bir o kadar uyanık olmak gerek. Bugün bunun tüm dünyada en belirgin örneğiyse ırkçılık ve bu temelde gelişen göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı.
Savaşla birlikte hız kazanan göç dalgasını fırsata dönüştürmek adına, evrensel mülteci haklarını da hiçe sayan onlarca uygulama emperyalistler tarafından devreye sokulurken, bir yandan da göçmenler üzerinde uygulanan bu şiddeti meşrulaştıracak ırkçı ve göçmen karşıtı söylemler de tekrar tekrar üretiliyor. Göçmenleri ucuz işçi olarak sömürmenin önünü açacak her türlü uluslararası plan, proje “uluslararası göç planları” adı altında devreye sokulurken, çeteleştirme ve insan ticareti de yine bu göç politikalarının bir parçası olarak sürüyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler’in de bir taraf olması sebebiyle daha insanî maddeler barındıran Cenevre Sözleşmesi gibi evrensel mülteci hakları dahi sorgulanmaya muhtaçken, bugün emperyalistler elbirliğiyle bu haklara bile büyük bir saldırı başlatmış durumda.
Vaziyet buyken, göçmenler dünyanın birçok ülkesinde savaşın ve ekonomik krizin yarattığı tablonun önemli sebeplerinden biriymişçesine muamele görüyor. Göçmenleri ucuz emek olarak kullanmak için ellerini ovuşturanların, başta işsizlik olmak üzere birçok krizin sebebiymişçesine kitlelerin gözünde hedef hâline getirmesiyle ırkçı sanrılar kitleleri esir alıyor. İroniktir; göçmenler, bilhassa sömürge ülkelerde, toprakları istila etmeye gelmiş beyaz adam muamelesi görüyor. Bunun bir yandan, bir çeşit sömürge kişilik refleksi olduğunu düşünmek abartılı mı olur? Misal, bugün ülkedeki göçmen karşıtlığının ırkçılık temelli olmadığını ısrarla savunan birtakım ahmak yazarlar var. Anladığım kadarıyla kendileri sömürgeci ülkelerde göçmenlere karşı olan keskin ırkçı söylemleri ve sistematik şiddeti, sömürge ülkelerdekine göre daha derli toplu, dayanaklı ve daha “felsefî” temelli buluyorlar. Oysa bahsettikleri fark, sadece sömürge kişilik refleksidir ve belli ki kendileri de Batı’nın ırkçılığını bile daha başarılı ve tastamam bulacak kadar aynı dertten muzdaripler.
Hazır TC’deki göçmen karşıtlığından söz açmışken bu kısma detaylıca girelim. Emperyalist göç politikalarına bağlı olarak kimi zaman daha da sivriltilen bu göçmen karşıtı propaganda uzun yıllardır kitleler üzerinde bir etkiye sahip. Ancak 2023 genel seçimlerindeki ruh hâli ve göçmenler üzerinden yapılan siyasetin belirleyiciliği -ki bu dönem, uluslararası göç politikalarında da yeni taktik ve yapılanmalara gidildiği bir döneme denk gelmektedir-* ve “sol bir ittifak” içerisinde bu söylemlerin destek buluşu, bu göçmen karşıtlığını kitleler nezdinde daha da meşrulaştıran bir işlev gördü.
Burada artık şaşırtıcılıktan çok tehlikeli olarak tanımlamamız gereken nokta: “Irkçı değilim; ama…” altına gizlenen ırkçı söylemlerin, o tarihten bu yana hızla “bu ırkçılıksa da ırkçıyım” deme rahatlığına dönüşmesi. Bana kalırsa, zaten zeminleri yüzyıllardır döşenmiş olan, son 10-15 yıldır da gittikçe artan bu göçmen karşıtlığında son süreçteki en belirgin değişimlerden biri budur.
Sadece bu ülkede değil, tüm dünyada artık, sağın yükselişi ve aşırı sağ söylemlerin de daha rahatça propaganda alanı bulmasıyla birlikte başta ırkçılık olmak üzere tüm nefret söylemlerinin dile getirilmesi kitleler nezdinde daha meşrulaşmakta. 2024 Paris Olimpiyatları’nda açığa çıkan tablo, bunun en net göstergelerinden biri. Ortada bir “sebep” olmasına dahi ihtiyaç duymadan transfobik bir dalga başlatmak veya ırka göre ülke temsiliyetlerini tartışarak ırkçı bir mizah üretmek tek bir kıvılcıma bakıyor. Bu bir kesim için çok uzun süredir zaten böyleyken, sözde “politik doğruculuğu” benimseyen veya linç edilme kaygılarıyla bu bulanıklaşmış düşüncelerini ifade etmekten korkan, kaçınan, utanan bir kesim için dahi bugün bu kolaylaşmış durumda.
Bu sebeple bu eğilimi barındıran bu kesimin kendince ürettiği argümanları incelemek ve deşifre etmek son derece önemli:
1. “Bizden daha iyi yaşıyorlar”
Yeni değil, yıllardır bilinen, tarih boyunca göçmen karşıtlığının belki de en ünlü argümanı bu. Göçmenlerin ucuz emek olarak sömürülmesinin yarattığı tabloda işsizliğin sebebinin göçmenler olarak işaret edildiği bir argüman. Patronların göçmenleri sömürmeyi daha çok tercih ettiği doğrudur. Ancak ne işsizliğin sorumlusu göçmen işçilerin varlığıdır ne de bu öfkenin yöneleceği kişi göçmen işçidir. Burada öfkenin ve isyanın patrona olması gerekirken, yine öfke Öteki’ne dönmüştür. Burada göçmen işçileri itham eden eşlikçi bir diğer argüman da “o paraya çalışmayı kabul ettikleri için bu oluyor” ithamıdır. Göçmen işçilerin de bu sömürü karşısında isyan etmesi gerektiği doğrudur; ancak burada göçmenlerin en ufak hak arama eyleminde yüzleştikleri ve içinde bulunduğu ekonomik ve politik koşulların reddedilerek bu talebin yöneltilmesi çok da iyi niyetli veya akıllıca değildir. Bu tespiti yapan, dayanışmayla mücadeleyi yükseltmeyi ve isyan etmeyi öneriyor ve bunun mekanizmalarını kurmak için çabalıyorsa ne âlâ; ancak buradaki asıl mevzu işsizliğin ve ücretlerdeki erimenin sorumlusunu göçmenler olarak görerek, çözümü onların gidişinde aramaksa bu, işçi sınıfına “işçiler bu maaşa çalışmaya ikna olduğu için asgarî ücret çok düşük” suçlamasını yapıp çekilmekten başka bir şeye benzememektedir.
Bizden daha iyi yaşıyorlar argümanının bir başka gerekçesi ekonomik durumu daha iyi olanın veya iş kuranın genellikle döviz kazanıyor oluşu. Burada tekrar tekrar basit olanı detaylandırarak anlatmaya gerek yok. Senin ülkenin parasının değer kaybediyor oluşunun sebebi göçmenin varlığı olmadığı gibi, bu ülkede dövizle ticaret yapan yalnızca onlar da değil. Bir de bu işin “devlet yardımları alıyorlar” gerekçelendirmesi var. Araştırırsanız ya da biraz göçmenlerle ilişki içerisindeyseniz rahatça göreceğiniz üzere bunların büyük çoğunluğu yalandır. Bu haklardan yararlanma koşulları oldukça dar olup, üstelik o kısmının da ne kadar uygulandığı şüphelidir.
Ekonomik krizin artık hayatı yaşanmaz hâle getirecek kadar derinleşmesiyle en basit ve ucuz sosyal aktiviteleri bile yapmak neredeyse imkânsız hâle gelmişken, özellikle okumaya gelmiş yabancı öğrencilere yönelen “bizden çok eğleniyorlar, bizden çok geziyorlar” nefreti de yine yanlış yönde bir öfke patlamasının sonucudur. Peki bu, bu kadar apaçık ve ortada bir durumken, yani asıl sorunun krizin kendisi olduğu barizken, neden bu argümanı kullanan kişiyi buna ikna etmek bu denli zor görünmektedir?
Bu noktada psikanalitik açıklamalara dönmekte fayda var. Hazzın bastırılmasının kitlelerde yarattığı öfke ve huzursuzluğun Öteki’ne yöneltilmesinin altında Öteki’nin yani bu toplamdan ayrı olanın, dışarıda olanın o hazzı hâlâ elinde tuttuğu fikri de vardır. Yani Öteki’ye yönelen öfke, aslında sadece onun “doğru-mutlu-güzel Biz”e ait olmayışı, bunun dışında kalması değil, bizde bastırılanın orada hâlâ canlı olduğu fikrine gelişen hasettir aynı zamanda. Olumlu duygular Biz’den olana aktarılırken, olumsuz duygular Öteki’ne aktarılır ve böylece düşmanlaşan Öteki, bir noktada aslında hazzı bizden çalmış olandır. Mesela bu sebeple “dış mihraklar” doğrudan birini ya da bir şeyi ifade etmese de işlevsel bir argümandır.
Oğuzhan Nacak “Nefret ve Irkçılık” başlıklı yazısında bunu son derece güzel açıklıyor:
“Fransız psikanalist Jacques Alain Miller, Extimity başlıklı metninde, Öteki’nde en çok nefret edilen şeyin onun ötekiliğini yapılandıran şey olduğunu belirtir. Onda ele geçiremediğimiz bir şey olduğu için, onu tam olarak asimile edemediğimiz için Öteki’nden nefret ederiz… Bu nefret, Öteki’nin keyfine, Öteki’nde farz ettiğimiz keyfe duyduğumuz nefrettir… Irkçı ya da dışlayıcı anlatılar daima Öteki’nde bir artı-keyif varsayar. İlginç bir şekilde bu keyif paradoksal bir doğaya sahiptir: Irkçılığın nesnesi olan bu kişiler, örneğin Amerika’daki Meksikalılar, Avrupa’daki Müslümanlar ya da Türkiye’deki Suriyeliler aynı anda hem bizim işlerimizi çalıp hem de devletten aldığı paralarla bedavaya geçinen insanlar olarak görülürler. Dolayısıyla ırkçılıkla ilgili anlatılara dair rasyonel karşı çıkışlar çoğunlukla başarısızlığa uğramaya mahkumdur çünkü burada söz konusu olan nefret, ırkçı öznenin kendi eksiğiyle başa çıkmak için geliştirdiği ve içinde bulunduğu söylem tarafından da desteklenen bilinçdışı bir stratejidir. Durum ne olursa olsun ırkçı özne, Öteki’nin hak etmediği bir keyfe sahip olduğunu düşünecektir.”
2. Sınıfsallık soslu nefret
Bir başka sık duyulan argüman “Ben aslında ‘bunların’ zenginini sevmiyorum” argümanı. Daha sol olanın, göçmen karşıtlığında kendine kalkan yaptığı bir söylem gibi bu genelde. Aslında çok da gurur duymadığı göçmen karşıtı fikirlerini daha meşru görülebilecek bir kılıfa sokma biçimi. Zira zenginleri sevmemek meşru bir argümandır. Ancak bunu kullananlar sanırım sınıfsal bir bakışın zenginin de ırkını sorgulamadığını da unutmuş gibidir. Yani aslında “Irkçı değilim; ama Araplar şöyle…” diye konuştuktan sonra “ben aslında zenginini…” diye gelen argüman karşısındakine daha sempatik görünmek -veya kimi zaman kendi ırkçılığıyla yüzleşememekten kaynaklı kendini ikna etmek- adına sınıfla ırk arasında bağ kurmaya çalışsa da bu son derece anlamsız ve zorlama bir bağdır.
Burada ilginç olan, bunu söyleyenlerin çok büyük çoğunluğunun burjuvaziyi de değil de aslında sefalet ve düşkünlük seviyesinde olmayan hemen her göçmenden zengin diye bahseder hâlde oluşudur. Özellikle orta sınıfın diline pelesenk olmuş bu argüman, genelde kendi sosyoekonomik koşulları içerisinde denk geldiği hemen her göçmeni işaret ediyor gibidir. Mağazada alışveriş yaparken kasada karşılaştığı, kahvecide kahve kuyruğunda denkleştiği, çevirdiği taksiden inmek üzere olan, sinemada ön sırasında arkadaşıyla gülen, kuaförde saçının yapılmasını beklediği vb. tüm göçmenleri kasteder gibidir. Ekonomisi hayatın içine karışmaya, en basit gündelik sosyal aktivelere dâhil olmaya yeten, tüketim kültürüne en ufak yerinden dâhil olan her göçmen kastedilmektedir. Açık konuşalım, bu argüman sınıf kininin bir ifadesi değil, bir önceki “bizden daha iyi yaşıyorlar” fikrinin bir başka versiyonudur sadece; sınıfsallık soslu bir versiyonu.
Zenginine karşı olarak kendinde sınıf kini işaret edenler, pek tabii sınıf mücadelesi yürütebilirler, buyursunlar. Zenginin ırkı olmadığını da göreceklerdir. Üstelik bu fikrin kendisi de son derece zehirlidir. Mesela bugün bir kesim, Arap sermayesinden, Batı sermayesinden daha fazla rahatsız olur gibi görünmektedir ve çoğunda bunun temel sebebi sermayede ırkçı bir ayrım yapmaktan pek de öteye gidememektedir. Öyle, ortamlarda bahsederken ya da kendini ikna etmeye çalışarak söylenirken çok naif duran bu söylemler, aslında son derece büyük çarpıklıklar barındırmaktadır. “Ben zengininden rahatsızım” demekle zamanında kendini nasyonal sosyalist olarak tanımlayıp “sınıf mücadelesi ancak Yahudilere karşı yürütülebilir” demek arasındaki tedirgin edici yakınlık azımsanmamalıdır. İkisini birbirinden çok uzak görenler, kitlelerin Nazilere nasıl ikna olabildiğini anlamakta da zorlanacaktır. Oysa bu çizgiler sanıldığından da incedir.
Hazır sevmekten söz açmışken, şu konuya da değinelim: “Ne yani, benim Arapları sevmeme hakkım yok mu?” Öncelikle sevmemek ile nefret arasındaki farktan bîhaber olmak başlı başına bir eleştiri konusu. Bu en basit hâliyle, sokakta gidip şiddet göstermediği sürece ırkçı söylemler üretmek, ırkçı paylaşımlar yapmakla ilgili kendisinde sorun görmeyen bir zihnin ürünüdür ki genelde arkasından bu argüman da gelir.
Üstelik bu noktada şu vurguyu yapmakta fayda var; nefret sanıldığının aksine, sevgiden ve agresyondan bağımsız bir ego durumudur. Freud’a göre, nesnelerle olan ilişkide nefret duygusu, sevgiden çok daha eskidir çünkü nefret, “öteki nesneleri yok etme ölçüsünde egonun kendini koruma içgüdüsüdür.” Dolayısıyla bu nefret hâlinin ardında kendisini tehdit altında ve güvenliksiz hissetmesine sebep olan asıl koşullar ve nesneler yine tekrar gözden geçirilmeye ve doğru tanımlanmaya muhtaçtır.
3. Ofansif mizah defansı
Bir yeni meşrulaştırıcı araç da ofansif mizah; daha doğrusu mizah dahi olmayan her şeyin ofansif mizah adı altına sıkıştırılır hâle gelmesi. “Ofansif mizah” kavramsal olarak trend olmadan önce, “politik duyarlılıklar”la sürekli dayak yiyen bir kara mizah linci vardı. Politik duyarlılıklar dünyayı yatay değil, dikey olarak bölmeye daha yakınlaşarak geliştikçe, “hiçbir şeye muhalefet edilemez hâle geldiği” düşüncesiyle bu duyarlılık meselesine karşı da bir öfke birikti. Bunun vardığı noktada ise doğru olanın ne olduğu bir kenara itilerek, aklına gelen her fikri söylemenin de önü açıldı.
Mizahın bir karşı içeriği olduğu muhakkak; ancak bugün bu karşı mizahın da “izahı olmayan her şeyin mizahı olur” veya “güleriz ağlanacak hâlimize” sığlığına yaklaşması son derece rahatsız edici. Mizahın protest içeriği, bugüne kadar birçok direnişte açığa çıkan bir gerçek. Ancak direniş mi gücünü mizahtan alıyor, yoksa mizahı araç hâle getirebilen direnişin gücü mü, bunu düşünmek gerek. Misal; Gezi Direnişi’nde mizahın nasıl bir işlevi olduğunu biliyoruz; ancak orada mizah yapabilme gücünü kitleye verenin direnişin gücü olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Gezi’den sonra toplumsal muhalefette öne çıkan bir araç hâline gelen mizah, direnişin kendisi sönümlendikçe, sokaktan çekildikçe gücü değil, güçsüzlüğü gösterir hâle gelen ve hatta kimi zaman öfkeyi sönümlendiren bir rol üstlenmeye başladı. Sanki eylemin kendisi, öfke uyandıran toplumsal gündemin mizahını yapmakla sınırlandırıldı. Bana kalırsa bugün bunun büyük kısmı, bir şeyi mizahla söylemenin daha rahat bir alan oluşunun -ki artık bu da şüphelidir- yarattığı bir otosansür gibi işler vaziyette. Bu otosansür kimi zaman çizgiyi iyice aşarak karşı safın söylemini mizah altında yeniden üretmeye varıyor. Bunun içine bir de sosyal medyada etkileşim almanın dayanılmaz hazzı eklenince, bugün artık birçok gündem ilk olarak sosyal medyadaki mizah dalgasıyla karşılanıyor.
Öte yandan sosyal medyada gittikçe artan “etkileşim için zorbalama kültürü”nü de düşünürsek yalnızca ırkçılık değil birçok nefret söylemi de bu “mizah”ın altına saklandığında daha da meşru hâle getiriliyor.
4. Öfkeli olmanın verdiği nefret hakkı
Evet, çok öfkeliyiz ve artık her gün bu öfke daha da birikerek taşınamaz hâle geliyor. Öfkeli olmakta çok haklıyız. Bunun hemen herkes artık farkında. Ancak bugün bu haklı öfkenin, şiddeti ve nefreti meşrulaştırır hâle gelmesi son derece sıkıntılı. Bugün en azından bir kesim için ırkçı söylemlerin çok daha rahat ifade edilebilir hâle gelmesinde bunun ciddi bir rolü var. Hem biriken öfke artık Öteki’ne çok daha fazla ve şiddetli şekilde yöneltiliyor hem de öfkenin normalleşmesi, nefret söylemlerini de meşrulaştırıyor. Her şeye öfkeli olma, her şeyden bıkma hâli “ırkçıysam da ırkçıyım” ifadesine hızla varabiliyor. Biriken öfkeyle, değil göçmenlere, sosyal medyada videosunu gördüğü bir çocuğa bile hızlıca öfkesini aktaracak seviyeye gelmiş bir toplumda kitlenin, devletler eliyle örgütlenen göçmen karşıtlığını kendine rahatça seçmesi şaşırtıcı değil.
Toplumda biriken bu öfkenin kendisi, açığa çıkarabileceği isyana dair de umut verici görünse de bu öfkenin nereye ve nasıl yönleneceği, nereye doğru örgütleneceği önemli bir soru. Bunu örgütlemeden, açığa çıkan öfkeden umut beslemek saflık olacaktır. Üstelik bu öfkeyi Öteki’ne yöneltmek üzere onlarca politika devredeyken.
5. Sömürgecinin temel savı
Yaygın argümanların biri de adeta göçmenlerin “hadlerini bilmeyerek bu muameleyi hak ettikleri” üzerine kurulu. Göçmenlerin göç ettiği yerin kültürüne uyum göstermediği ve uyumsuz olduğu üzerinden cezalandırıcı tepkiler… Burada çok önemli ve defaatle tartışılması gereken bazı sorular var. Öncelikle göçün kendisi psikolojik olarak bir yıkım ve yeniden inşa sürecidir. Göçmenin uyum sağlayamamakla itham edilmesi son derece totolojiktir. Öte yandan, bir taraftan kültür seviciliği yaparken bir taraftan bir başkasının kültürünü tamamen geride bırakmasını talep etmek nasıl bir yaklaşımdır? Kültür, ulus devlet sınırları içerisinde açığa çıkan ve ortak olan bir şey midir? Aslında bunu uzun uzadıya konuşmaya gerek yok. Göçmenler üzerinden yapılan bu kültürel uyum tartışmaları, bu ülkede yaşayan ve katledilen, sistematik şiddet uygulanan tüm halklar için de defaatle söylenmiştir.
Sömürgecinin en büyük araçlarından biri ırkçılıksa, ırkçılığın da en temel argümanlarından biri kültür aşağılamaktır. Bu hastalık, yüzyıllardır dünyanın her yerinde baki. Kimi toplumları, pis, görgüsüz, kaba, cahil olarak tanımlamak; bunu kimi zaman apaçık kimi zaman gizil ırkçı fikirleri ve şiddeti meşrulaştırırken kullanmak ve bu topraklara “medeniyet götürmek” yüzyılların icadıdır. “Ama gerçekten çok pisler” derken inanılan ve dayanılan gerçeklik kişinin ırkçı olmadığına dair kendisini inandırma biçimidir.
Sömürgenin kültürünü aşağılamak her zaman çok kolay olmuştur. Tüm maddî ve manevi kaynaklarıyla sömürülen toplumların kültürünü geri bulmak, aşağı bulmak çok kolaydır. Yoksulun temizliğini sorgulamak, sefilin cehaletini sorgulamak kolaydır. Üstelik bu kıyaslamalarda öne koyulan tüm değerler sömürgecinin değerlerini yansıtmaktadır. Misal, hâlâ daha getto kültürü sonuna kadar aşağılanarak ırkçı şiddet meşrulaştırılmaktadır. Oysa getto kültürünü yaratan, ırksal bir gerilik değil, sistemin ta kendisi ve devletin yozlaştırma politikalarıdır.
Kendi kültürünü ötekinden üstün görme isteği ve fakat bunun altında yatan sömürge psikolojisi de “Nasıl ki Türkler Avrupa’ya gittiğinde uyum sağlamak zorunda…” argümanında açığa çıkmaktadır. Göçmenin karşısında kendisini ve kendi kültürünü “Batı kültürü” olarak tanımlayanın, “Batılı” olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor olması da belki de bu göçmen karşıtlığını tetikleyen sebeplerden biridir.
Özetle kültürel farklılıkların arkasına sığınmak gibi en baskın ırkçı argümanı kullanarak ırkçı olmadığını savunmak bomboş bir çabadır. Ve insanın kendisine şunu sorması da gerekir; yabancı olana gelişen bu tahammülsüzlük, farklı kültürlere kapalılık nedendir, nereden türemiştir ve ne anlama gelmektedir?
6. “Tiran”lara karşı tavizlerle birleşmek
Yukarıda bahsettiğim tüm argümanlarla birlikte, ülkedeki göçmen varlığının sebebini, emperyalist paylaşım savaşı ve emperyalist göç politikalarından bağımsız değerlendirerek mevcut hükümetin politikaları olarak görenlerin, iktidara karşı göçmen karşıtlığında birleşmek gibi bir rotası açığa çıkmıştır. Üstelik bu tartışmalar yanlış devlet tahlillerini de içermektedir. Kitle nezdinde iktidar partisiyle bilhassa Ortadoğulu göçmenler arasında, kültürel, inançsal birtakım çıkar ortalıkları kurup, nefreti göçmenlere de yıkmaktadır. Onlara göre göçmenlerin hepsi iktidar partisi destekçisi ve Erdoğan’ı dünya lideri gören kişilerdir. Bu sebeple aynı nefretin bir parçası olmayı da hak etmişlerdir. Buna körü körüne inananlar ne bu algının paylaşım savaşının bir parçası olarak zamanında Erdoğan’a biçilen rolle ilgisini kavramaktadır ne de o günden bugüne, bugün ülkedeki göçmen nüfusun büyük kısmını oluşturan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki “tiranlara” karşı gelişen isyanlardan ve devrimlerden haberdardır.
Başta da söylemiştim, 2023 seçimleri azımsanmaması ve unutulmaması gereken bir kırılma noktasıdır. 2023 genel seçimlerinde AK Parti’ye karşı “solda” birleşmek fikriyle CHP’nin peşine takılmak ve seçim çalışması yürütmek hâlihazırda son derece sıkıntılıyken, CHP’nin seçime günler kala hız kazanan ve açıktan yürüttüğü göçmen karşıtı kampanyadan sonra hâlâ bu sürecin bir parçası, destekçisi olmak, solun sağa kayışını da tartıştıran çok önemli kırılma noktalarından biridir. 2023’ten bu yana ırkçılığın, tüm nefret söylemlerinin, aşırı sağ söylemlerin artışında bu yenilginin payı da büyüktür.
Savaşa karşı birleşik bir cephe oluşturma zorunluluğu ortadayken, aksine bu söylemlere ve politikalara geçit vermek, hatta peşine takılmak bir yenilgidir. Olması beklenen, göçmen işçileri de kapsayan bir birleşik mücadeleyi örgütlemekken bu politikaya alet olmak büyük bir hatadır. Üstelik bu süreç, sola yakın olan veya sınıf mücadelesinde saf tutmak gayesinde olan göçmenler üzerinde de sola karşı ciddi bir güvensizlik ve tepkisellik yaratmıştır, ki bu beklenen sonuç da devletin sola dönük saldırısının bir parçasıdır.
Faşizmin taşıyıcılarından biri ırkçılık olmuşken, bugün “faşizm geliyor” diyenlerin, bu yeni milliyetçiliğe kolayca geçit vermesi büyük bir ironidir. “Faşizm geliyor” derken “mülteciler gitsin” demek sorgulanması gereken bir çelişkidir.
Tüm bunlar sadece sağın kitleleri manipüle etmesiyle veya zorla açıklanamaz. Bunun altında, bu söylemlere alan tanınmasına sebep olan bir güçsüzlük vardır. Sağın nefret söylemlerine karşı birleşen kitlelerin, aynı dili göçmenler üzerinde kullanması da büyük bir çelişkidir.
Bu noktada Reich’ın ünlü sorusundan feyz almak gerekir: “Açlık çekenin çalması ya da sömürülenin grev yapması değil açıklanacak olan, buna karşılık açlık çekenlerin çoğunluğu niçin çalmıyor ya da sömürülenlerin çoğunluğu niçin grev yapmıyor?” Reich’ın ekonomizme saplanmayı eleştirerek, kitlenin dinamiklerinin açıklanmaya muhtaç olduğu vurgusunu yaptığı ve “kitleler aldatılmadı, kitleler faşizmi arzuladı” tespiti üzerine düşünmek gerekir. Benzer sorular üzerine bugün de düşünmek mümkündür: Savaşa karşı savaş karşıtlığının gelişmesi beklenirken neden göçmen düşmanlığı ve ırkçılık daha çok gelişmektedir? Savaş ve göçle birlikte sınırlar kavramsal olarak daha çok ortadan kalkarken, neden ulus devlet sınırlarına daha da bağlanılmaktadır? Göç dalgası Öteki’yle daha çok bir araya gelinen alanlar yaratmasına rağmen neden Öteki tanıdıklaşmaktan çok daha da yabancılaşır? Bunlar bir kısmının cevabına yazı boyunca değindiğimiz ve üzerine daha çok okumayı, tartışmayı ve yazmayı gerektiren sorular.
Son söz olarak, türlü kitleselleşmiş argümanlar ve devlet propagandalarıyla iyiden iyiye meşrulaşan tüm bu nefret söylemleri, bugün yalnızca yeni milliyetçiliği değil; topyekûn iç savaş hukukunun uygulanmasını meşrulaştırmakta; sağcı akımların kuvvetlenmesine de yol açmakta. Açıkça ifade etmek gerek; bugün göçmenlere dönük en ufak bir ırkçı söylem, uluslararası ölçekteki göçmen şiddetini de beslemekte. Bu şiddetin bir destekçisi olmak, aynı zamanda topyekûn şiddeti meşrulaştıran söylemleri yeniden üretmekte. Size abartılı görünüyor belki; ancak bugün “Ülkemde mülteci istemiyorum” demek İspanya sınırında, Meksika sınırında üzerlerine ateş açılan göçmenlere uygulanan şiddeti de meşrulaştırmakta. Hattâ bugün kadına, çocuğa, hayvanlara dönük şiddetin de, bu şiddeti körükleyen politikaların da artışında bu nefret söylemlerinin meşrulaşmasının hiç payı olmadığını düşünmek saflık olur. Bu nefret söylemlerinin bir parçası olarak özgürlüğü, barışı, yaşam hakkını savunmak mümkün mü?
Bugün yeni kuşağı etkisi altına almayı misyon edinmiş bir acayip eskisinin tahtına aday yeni milliyetçi partilere karşı da, sol görünümlü sağ siyaset yapan burjuva partileriyle de, yukarıda saydığımız tüm argümanlar altına gizlenmiş ırkçı söylemlerle de topyekûn savaş içinde olmak gerekir; “ama”sız, “fakat”sız, “rağmen”siz. Bu ırkçı eğilimlerin tespit edildiği yerde ortadan kaldırılması ve sınıf mücadelesinden ve emperyalist savaş karşıtı mücadeleden temizlenmesi gerekir. Şiddetin ve kötülüğün normalleşmesi, kitlelerin nefret seline kapılması ve tüm bunların anti-komünist bir mücadeleyle birleştirilmesi, önünde durulmadığı sürece sanıldığından kolaydır. Bugün gözümüzün önünde yaşanan linç ve katliam girişimlerine rağmen nasıl oluyorsa hâlâ hafif görülebilen bu eğilimler, sanıldığından daha sinsi ve tehlikelidir ve tarih, bunun kanıtlarıyla doludur.
*Göçe dair emperyalist politikaları Ercüment Akdeniz’in çalışmalarından takip etmenizi öneririm.