İngiltere’de sendikalar konfederasyonu TUC, eylüldeki yıllık genel kongresinde, bir sendikanın Ukrayna’daki savaşla ilgili önergesini görüşecek. Morning Star gazetesinden Andrew Murray, birçok iş kolunda örgütlü 500 bini aşkın üyesiyle GMB sendikasının önergesinin sendikal hareket için önemli bir sınama olacağını söylüyor: Muhafazakar Parti politikasının arkasında mı duracak, yoksa kendi yolunu mu çizecek?
Almanya’da ise ekonomi, sermayedarları ve politikacıları endişelendiriyor. “Ülke ekonomisi durgunlukta mı?”, “Çıkış mümkün mü?” soruları tartışılıyor. Çıkış aramalarında her zamanki gibi emekçilerin yükünün artırılması ilk sırada yer alan çözümlerden.
Göçü durdurmak, okulları kontrol altına almak ve bir “aile projesi” başlatmak… Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yaz tatili sonrası yeni politik döneme sağ-muhafazakar gazete Le Point’a verdiği röportajla başlangıç yaptı. Öne çıkan başlıklar ise önümüzdeki aylar için giderek muhafazakarlaşan bir gündemin habercisi.
Ukrayna savaşı ve sendikal hareketin sınavı
Sendikal hareket bu sonbaharda TUC Kongresi’nde bir seçimle karşı karşıya. Prensipte bu basit bir seçim olmalı: Hareket Muhafazakar hükümetin politikalarını destekliyor mu?
Eğer mesele ekonomik ya da sosyal politikalarla ilgili olsaydı bu çok basit bir seçim olurdu: Hayır, desteklemiyor. Ancak konu Ukrayna’daki savaşla ilgili.
Çoğu zaman olduğu gibi, politika oylamalarının ardında daha büyük meseleler yatmaktadır. Bu durumda, işçi sınıfının uluslararası sorunlarda kendi yaklaşımı, kendi tutumu olup olmadığı ya da sınıf bağımsızlığının temelde bir iç sosyoekonomik sorun olup olmadığı ve savaş ve barış söz konusu olduğunda egemen sınıfın yönlendirmesinin kabul edilip edilmeyeceğidir.
Ukrayna savaşı konusunda, çatışmanın tehlikeleri ve maliyeti netleştikçe, bu yıl sendikalar arasında olumlu yönde bazı hareketler oldu.
Ancak yine de Muhafazakar politikanın çekiciliği daha güçlü ve bu politika, Rusya’nın askeri yenilgisine kadar savaşın uzatılmasına dayanıyor.
Bunun TUC gündemindeki ifadesi GMB sendikasından gelen bir önergede yer alıyor. GMB, en azından kongrede Avrupa’daki savaşı ele almasını istediği için sanırım tebrik edilebilir. Savaşı tümüyle görmezden gelmek akıllıca bir politika değil.
Ancak GMB’nin önergesi, sendikaların NATO politikalarını desteklemesi ve Rusya teslim olana kadar savaşın devam etmesi için baskı yapması yönünde bir çağrı. Kilit ifade, “Rus birliklerinin 2014’ten bu yana işgal edilen tüm Ukrayna topraklarından derhal çekilmesi” talebidir. Bu da barışın ön koşulu olarak Kırım’ın Ukrayna kontrolüne geri verilmesini gerektiriyor. Öncelikle, bunun başarılması pek olası değil ve bu yöndeki çabalar savaşın nükleer silah kullanımına kadar tırmanması riskini taşıyor.
En azından uzun süreli ve yoğun askeri operasyonlar Kırım’ın yeniden fethini uzaktan gündeme getirebilir ki bu da çok daha fazla sivilin ölümünü içeriyor.
İkinci olarak, yarımadada yaşayan insanların Kiev yönetimine geri dönmek istediklerine dair kanıt yok. Kendi kaderlerini belirleme hakkına sahipler, bunu onlar adına TUC ya da başka birinin belirlemesini istemiyorlar.
Rus işgali altındaki diğer vilayetlerde durum farklı olabilir. Ancak özgürce kullanılabildiği koşullarda kendi kaderini tayin hakkı, sosyalist sol için egemenliğe saygı, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümü ve antiemperyalizm ile birlikte önemli bir ilkedir.
Önerge ayrıca, halihazırda çatışmaya en gelişmiş silahları aktaran İngiliz hükümetinin, askeri çıkmaz üzerinde görünürde hiçbir etkisi olmaksızın ve İngiliz emekçilerine maliyeti ne olursa olsun, Ukrayna’ya askeri yardımını arttırmayı taahhüt ediyor.
Rusya (ve Belarus) rejimleri altında sendikal hakların inkar edilmesine haklı olarak karşı çıkıyor, ancak Zelenskiy yönetimindeki Ukrayna’da sendikal ve demokratik haklara yönelik saldırı konusunda sessiz kalıyor. Ayrıca, TUC’un emperyalist saldırganlığa karşı çıkma konusunda “gururlu bir geçmişe” sahip olduğu gibi tarihsel açıdan tartışmalı bir iddiada bulunuyor. Keşke öyle olsaydı. Savaşa Karşı Koalisyon (Stop the War), 2003 yılında Irak savaşına karşı çıkarken TUC’un -ve GMB’nin- desteğini almayı çok isterdi, ancak böyle olmadı. Çoğu sendika daha kararlıydı, ancak TUC, İşçi Partisi bakanları ile ilişkilerine öncelik verdi.
Gerçek şu ki TUC, İngiliz emperyalizminin saldırganlığı söz konusu olduğunda genellikle kör bir noktaya sahip olmuştur. Ve geçen yıl, kamu hizmetlerinin toptan saldırıya uğradığı bir dönemde, askeri harcamaların arttırılması için kampanya yürütmek üzere, kıl payı ve oldukça utanç verici bir şekilde oy kullandı.
Bunlar işçi sınıfı tutumu değil, daha ziyade işçi hareketi içindeki burjuva ideolojisinin ifadeleridir.
Stop the War, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini aynı gün kınamış ve Batı politikasının uzun yıllar boyunca çatışmaya katkıda bulunduğunu belirtmiştir. Şimdi mesele savaşın nasıl başladığından ziyade, mümkün olan en hızlı şekilde nasıl sona erdirilebileceğidir. Çatışmanın devam etmesinin tehlikeleri ortada. Karadeniz üzerinden tahıl ihracatına ilişkin anlaşmanın çökmesi milyonlarca kişi için açlık anlamına gelecek. Savaş bölgesine seyreltilmiş uranyum ve misket bombası ihracatı tehlikeli bir askeri tırmanış demek. Ayrıca ne Ukrayna ne de Rusya savaş alanında önemli kazanımlar elde edebilecek gibi görünmüyor. İhtiyaç, ideal olarak öncesinde bir ateşkes olmak üzere barış görüşmeleridir. İngiliz hükümeti başından beri böyle bir politikaya karşı çıktı ve bunu engellemek için çalıştı.
Muhafazakarların temsil ettiği sınıfın çıkarları, savaşın sürmesini, Ukrayna’nın Batılı emperyalist bloka entegre edilmesi ve bu bloka karşı çıkan her devletin, en nihayetinde Çin de dahil olmak üzere, izole edilmesi ve aşağılanmasını gerektiriyor.
Buna karşı çıkmak, Rus oligarşik kapitalizmini… Rus devletini alkışlamak anlamına gelmiyor. Bu, emperyal propagandanın sis perdesini delmeye çalışmak ve kendi hükümetimize karşı durmak demek.
Bu nedenle TUC, barış görüşmelerinin başlatılması ve çatışmanın ön koşullar dayatılmadan demokratik bir temelde çözülmesi için bastırmalıdır. Sendikacılar, sendikalarını kongrede bu yönde oy kullanmaya ve savaş önergesine karşı çıkmaya zorlamalıdır.
Yazar: Andrew MURRAY
Gazete: Morning Star
Çeviren: Dış Haberler Servisi
Almanya’da durgunluk mu var?
Alman ekonomisinde kötü bir ruh hali. Enflasyon, para politikası ve daha az ihracat onun sorunlarına neden oluyor. Almanya neden uzun süredir resesyondan geçiyor?
Almanya şaşırtıcı bir dönüşüm geçirdi: Ekonomik bir motordan Avrupa’nın sorunlu çocuğuna dönüştü. Temmuz ayı sonunda sunulan ifo enstitüsü iş iklimi endeksinin gösterdiği gibi, yönetici katındaki ruh hali art arda üçüncü kez kötüleşti. Ekonomiye ilişkin endişeler giderek daha acil hale geliyor ve şu anda gözle görülür bir iyileşmeye dair bir işaret yok.
Alman ekonomisindeki ruh halini yansıtan ifo iş iklimi endeksi, Münih ifo enstitüsünün yaklaşık 9 bin yöneticiyle yaptığı ankette bildirdiği gibi, temmuz ayında şaşırtıcı bir şekilde keskin bir düşüş göstererek önceki aydaki 88.6 puandan 87.3 puana geriledi. Uzmanlar daha küçük bir düşüş bekliyordu.
Alman Basın Ajansının (dpa) Dekabank’ın sanayileşmiş ülkeler sorumlusu Andreas Scheuerle, “Almanya avro bölgesini aşağı çekiyor” dedi. Ekonomi neredeyse hiçbir ülkede buradaki kadar baskı altında değil. Birincisi, enflasyon insanların satın alma gücünü elinden alıyor. Daha sonra kısıtlayıcı para politikası yatırımları zorladı.
Ifo araştırmasına göre kötü ruh hali, ele alınan tüm ekonomik sektörlerde görülüyor. Özellikle bir süredir artan faiz oranları ve yüksek inşaat maliyetleri nedeniyle sıkıntı çeken inşaat sektöründe gösterge şubat 2010’dan bu yana en düşük seviyesine geriledi.
İmalat sektöründe mevcut duruma ilişkin değerlendirme önemli ölçüde kötüleşti. Şirketler gittikçe daha az yeni sipariş alıyor, dolayısıyla kapasite kullanımı sadece yüzde 83’e düştü. Böylece iki yılı aşkın süredir ilk kez uzun vadeli ortalama olan yüzde 83.6’nın altına inildi.
Hizmet sektöründe de ankete katılan yöneticiler “Mevcut iş durumundan gözle görülür derecede daha az memnundu.” Ancak önümüzdeki aylara ilişkin beklentiler daha az karamsar. Öte yandan perakende sektöründeki görünümün daha kötü olduğu belirtiliyor.
DPA’nın DZ Bank (Alman Merkez Bankası) Ekonomi Uzmanı Christoph Swonke, “Alman şirketlerinin yönetim kademelerindeki kötümserlik sürpriz değil” dedi. Alman ekonomisi büyük ölçüde ihracata bağımlı, ancak yurt dışında Alman mallarına olan talep düşüyor. Swonke, ABD ekonomisinin zayıfladığını ve Çin’den gelen talep teşvikinde de eksiklik olduğunu söyledi.
Alman ekonomisi 2022 yılı sonu ve 2023 yılı başında bir önceki çeyreğe göre zaten küçülmüştü ve o tarihten bu yana sözde teknik durgunluk içinde bulunuyor. Bundesbank ikinci çeyrek için hafif bir toparlanma beklese de son satın alma endekslerinin de gösterdiği gibi resesyon riski yaz sonuna doğru keskin bir şekilde arttı.
Commerzbank ve LBBW (Baden Württenberg Eyalet Finans Kurumu) uzmanları da öncü göstergelerdeki geniş çaplı düşüş nedeniyle Alman ekonomisinin yılın ikinci yarısında daralmaya devam edeceğini varsayıyor. Bazı ekonomistler mevcut ekonomik durumu “durgunluk” olarak tanımlıyor ve hızlı bir toparlanmanın ufukta görünmediğini vurguluyor.
Yazar: Matthias LINDNER
Gazete: Telepolis
Çeviren: Semra Çelik
Macron gençleri ve banliyöleri ‘yeniden medenileştirmek’ istiyor
L’Humanite
Macron, birkaç haftadır, sonbahar için “büyük bir siyasi girişim” duyurusunda bulunuyordu. İşte o girişim: Kendi yasa tasarılarını geçirebilmek için muhalefetle bir araya gelerek “ortak bir zemin” bulmak. Bu zaten 17 Nisan’da, emeklilik reformuna karşı toplumsal hareketliliğin doruk noktasında iken bahsettiği şey. Macron, “Bu çalışmalardan, alınacak kararlar, yasa tasarıları ve önerileri çıkacak ve ayrıca referandum projeleri de olacak” diyor ancak hiçbir şey taahhüt etmiyor. Röportaj boyunca uluslararası politika, güvenlik veya ekonomiye dair kendini öven Emmanuel Macron, hükümetinin başlatmayı planladığı projelere ilişkin çok az somut fikir sunuyor.
Ancak Macron’un bir hedefi açıkça seçiliyor: “Yeniden uygarlaştırma.” Emmanuel Macron, “Her türlü otoritenin altının oyulduğuna” inanırken (dur ihtarına uymadığı için polis tarafından öldürülen 17 yaşındaki Tunuslu) Nahel’in ölümünü takip eden ayaklanmalarla ilgili analizinde “Birkaç ay önce medeniyetsizleşmeden bahsetmiştim. Gördüğümüz şey bu. O halde yeniden medenileştirme işine girişmeliyiz” derken, sosyal ya da kentsel politikalarla ilgili nedenleri reddediyor. Aile, okul ve göç temelindeki üç temaya dayanan bir projenin ana hatlarını çizen Macron’un söylemi ahlakçı ve neredeyse sömürgeci.
Diğer yandan Macron’un tutumu şaşırtmayacak kadar net: “Okullar egemenlik meselesi haline gelmiş” ve “eğitim kurumu Cumhurbaşkanlığına ayrılmış alanının bir parçası”. Ancak Tarih ve Coğrafya Öğretmenleri Derneğinin (APHG) de işaret ettiği gibi “Eğitimi kendine ayrılmış bir alan haline getirmek, onu iyi bilmeyi de beraberinde getirir.” Oysa Cumhurbaşkanı, “Tarihin kronolojik olarak öğretilmesi gerektiğini” iddia etmiş, Öğretmenler Derneği de bunun zaten çok uzun zamandır böyle olduğuna dikkat çekmişti… Söz konusu Macron ise diğer her şey de aynı seviyede.
“Temel bilgileri” öğretme nakaratını tekrarlayan Macron tehdit ediyor: “Okuma, yazma ya da sayma bilmeyen öğrencilerin (Bu öğrencilerin oranı yüzde 20’yi buluyor) koleje göndermekten vazgeçmeliyiz.” Bu koleje giriş sınavı getirmek anlamına mı geliyor? Yoksa ilkokulda daha fazla sınıf tekrarı mı yapılacak? Dahası, “Çok fazla tatil var ve günler çok dolu.” Çözümü: “20 Ağustos’tan itibaren en dezavantajlı öğrencileri okula almak.” Öğretmenler sendikası FSU-Snuipp’in Ulusal Sekreteri Guislaine David’in yorumu ise şöyle: “Yıllardır tekrar kursları düzenliyoruz. Ciddi zorlukları olan öğrenciler için işe yarasaydı, bilirdik.” Bir diğer önemli husus ise sendikaların dört yıldır talep ettiği, BAC’deki (üniversite giriş sınavı) uzmanlık testlerinin haziran ayında geri getirilmesi.
Cumhurbaşkanının bir diğer kurbanı ise mesleki eğitim. Ona göre buradaki durum “kabul edilemez” çünkü öğrencilerin “yaklaşık üçte biri” okulu bırakıyor ve “İşsizlik üretiliyor”. Snuep-FSU sendikasına göre bu bir yalan: Bu rakam yüzde 13. “Kötü” bir rakam ama Macron’un milyarlarca sübvansiyonla ilerletmeye çalıştığı çıraklık eğitimindeki (bazı branşlarda yüzde 50’ye varan) “berbat sözleşmeleri bozma sayısından” çok uzak. Ama içiniz rahat olsun: “Bunu atlatmanın anahtarı bende” diye sözlerini tamamlıyor Cumhurbaşkanı. Evet çok rahatladık!
Sağa yönelik hiçbir çağrı, ailenin değerine selam vermeden tamamlanmış sayılmaz. Bu Macron için de bir istisna değil. Cumhurbaşkanı “Aile esastır” diyerek lafa giriyor. Ancak ona göre, sağ ve aşırı sağ için olduğu gibi, toplumsal yapının bu temel direği tehlikede. “Aile ve eğitim toplumsal çerçeveyi sağlayamıyor” diye düşünüyor. Bu analiz ise aile sendikası konfederasyonu Sözcüsü Johan Jousseaume tarafından yalanlanıyor: “Aile anlayışı son otuz yılda değişti. Ancak esasen kadınların özgürleşmesi ile bağlantılı olan bu gelişme, çerçevenin olmadığı anlamına gelmez. Emmanuel Macron’un kullandığı ifade her şeyin parçalanmakta olduğu idi, oysa aslında değişmekte olduğunu gösteriyor.” Dernek aktivisti ayrıca Cumhurbaşkanının, Nahel’in ölümünü takip eden protesto hareketi sırasında “gözaltına alıp sorgulanan insanların büyük çoğunluğunu” oluşturmakla suçlanan iki kategori olan tek ebeveynli aileleri ve çocuk esirgeme sistemindeki çocukları hedef almasına da şaşırıyor: “Bu iki kategorideki çocukların hepsinin potansiyel suçlu olduğunu söylemek gibi bir şey.” Jousseaume, tam tersine devletin daha fazla yatırım yapmasını hak eden zor durumdaki çocukların bu şekilde dalgalanmasından dolayı kızgın. Ona göre tek ebeveynli aileler söz konusu olduğunda, özellikle “çocuk bakımı düzenlemelerinden çalışma saatlerine kadar geleneksel aile etrafında örgütlenen toplumsal çerçevenin değiştirilmesine yönelik düşünce eksikliği” sıkıntı yaratıyor.
Cumhurbaşkanı “Yasa dışı göçten başlayarak göçü önemli ölçüde azaltmak” istediğini söylüyor. Bunu başarmak için Avrupa’nın dış sınırlarının daha iyi korunmasını savunuyor. Macron aynı zamanda, “İnsan kaçakçısı şebekeler tarafından istismar edilenlerin, sığınma hakkının uygulanmasında da daha etkili olmalıyız” diye ekliyor ve hükümetin geçtiğimiz yıl birkaç kez ertelenen konuyla ilgili yasa tasarısını “sonbaharda” yeniden ele alacağını duyuruyor.
Çeviren: Eren Can