Charles Dickens, büyük romanı “İki Şehrin Hikâyesi”nde, Londra’dan Paris’e uzanan hazin bir tutkuyu anlatmıyordu sadece. Roman, kendisine adını veren bu iki şehirle bağlantılı bir aşkı da içeriyordu elbette, ama esasen bir büyük tarih kavgasında karşı karşıya gelmiş düşman sınıfları, boğaz boğaza bir sınıf savaşını anlatıyordu. Elindeki örgü işlere, devrimden sonra cezalandırılması gereken monarşistlerin adını sabırla işleyen Madame Defarge ile pudralı saray yüzlerinin, senyörlerle serflerin, kral ve maiyetiyle baldırı çıplakların karşı karşıya olduğu bir kavga… Daima tarihin motorunu döndüren, ama her zaman bu kadar berrak görülemeyen, türlü dini-ideolojik tüllerle üstü örtülerek belirsizleştirilen sınıf savaşı…
Ama işte, bazen tül ve şalla örtülemeyecek kadar da açık görünüyor bu savaşın cephe hattı. Şimdi bizde, Urfa’nın bir organize sanayi bölgesinde, yalnızca çıplak elleriyle kavga eden tekstil işçileriyle devletin tüm olanaklarını da seferber ederek karşısına dikilen patronun mücadelesinde olduğu gibi…
Evrensel okuru biliyor, ama arşive not düşelim: Urfa OSB’deki Özak Tekstil’de işçiler, Öz İplik İş sendikasından ayrılarak mücadeleci bağımsız sendika Birtek-Sen’e geçmeye başladılar. Patron bunun üzerine öncü işçilerden birini sebepsiz şekilde işten attı ve diğer işçiler direnişe geçti.
Ve Özak patronuyla işçiler arasındaki mücadele, sadece üç günde öyle berrak bir cephe haritası çıkardı ki, Dickens’dan esinlenerek “iki nehrin hikâyesi” diye anlatabiliriz olanları. Biri tertemiz sularıyla, yalnızca emek gücünü satarak geçinmeye çalışan işçilerin nehri; diğeri, İstanbul’daki bir han köşesinden her nasıl olmuşsa üç büyük fabrikaya ulaşan Özak sermayesinin bulanık nehri. Birinci nehir, emeğiyle geçinen herkesin zaten bildiği bir büyük yoldur. O halde ikincisine bakalım: Bir küçük odadan çıkıp, üretim yaptığı kentin mülki amirinden polis ve jandarmasına, sendika ağalarına, düzen siyasetçilerine tam nüfuz etmiş sermayenin akıntısına…
Özak Holding, kendi internet sitesinde tarihini 1985 yılına dayandırıyor. O yıl Akbalık ailesi İstanbul Eminönü’ndeki Vakıf Han, Bakırcılar/Mercan’da kendi markasıyla kot pantolon üretmeye başlıyor. 1985 Özalcı ekonominin bir şahika yılıdır. 12 Eylül’ün düzlediği yolda emek ücretleri bastırılmış, sendikalar kapatılmış, etkisizleştirilmiş, yatırım teşvikleriyle devletin kasası patronlara açılmış ve ‘ihracatçı model’ benimsenmiş. Enflasyon hızla yükseliyor, zaten erimiş ücretler daha da eriyor, kârlar yükseliyor. Hazine sermayenin emrinde: 1984’te 650 milyar TL olan sermaye teşvikleri 1985’te 4 kat artmış, 2.5 milyar TL’ye çıkmış. 1984 tarihli TÜSİAD raporu, “Özel sektörde gıda, içki ve ağaç sanayiinde üretim düşüşü, buna karşılık diğer bütün imalat sanayi sektörlerinde üretim artışı tespit edilmiştir” diyor. Sermaye sınıfı “bakkal dükkanından holdinge”, “bir küçük atölyeden entegre fabrikalara” geçilen peri masalları anlatmayı çok sever. Bu masallarda dipçik zoruyla bastırılan ücretler, ballı devlet ihaleleri ve teşvikler anlatılmaz. Onların ‘köksüzlüğünü’, köklerinin doğrudan emek sömürüsü ve devlet teşvikleriyle kazılmış bir kara çukurda olduğunu saklamanın etkili bir yolu… 1985 böyle bir yıldır; üretim artmakta, kârlar büyümekte, Özak palazlanmaktadır. 1991’de ihracata başlarlar. Kendi sitelerinde “Doğu Bloku ve Kuzey Afrika’ya” yazmışlar. ‘Doğu Bloku’nun yağmalanan ülkelerinde, “oralarda kot giymek yasakmış” gibi palavralar eşliğinde lime lime edilen Doğu Avrupa halklarından küçük ısırıklar almasına izin verilmiş bir Soğuk Savaş karakolu ülkenin kotçusu. Özallı yılların sonu yakındır, ama Özalcılığın sonu gelmemiştir.
90’larda Vakıf Han’dan çıkarlar. İstanbul’un yeni rant deryaları olarak açılmakta olan Esenler’e, Bağcılar’a fabrika kondururlar. Doğum yeri olarak gösterdikleri Vakfı Han’ın başına gelenlerle bu sermayedarların başlarına konanlar anlattığımız nehrin suyuna bulanıklığını verir. Vakıf Han, işaret fişeğini Özal’ın yaktığı özelleştirmelerin zirve yılı 2005’te Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 25 yıllığına Gap-San Eserler isimli inşaat şirketine kiralanır. Patron Sedat Eser 100 yaşını geçmiş bu tescilli kültür varlığını bol yıldızlı Legacy Ottoman Hotel’e dönüştürür. Restorasyon adı altında tarihi eserin içine havuz ve otopark yapar, çatısını yıkıp dökerek Boğaz manzaralı restorana dönüştürür. Tüm bunlar yapılırken Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu binası 100 metre kadar ötededir. Müteahhit Eser’in işleri büyümeye, yeni ihaleler ‘kazanmaya’ devam eder, eder eder… 6 Şubat depremlerinde Diyarbakır’da 89 kişiye mezar olan Galeria sitesinin de müteahhidi olan Sedat Eser şimdi cezaevinde, muhtemelen depremin biraz daha unutulmasını ümit ederek ‘bekliyor.’
Vakıf Han’dan çıkanlar ve Vakıf Han’a girenler böyle. Biz Han’dan çıkıp fabrikalaşan Özak’tan devam edelim.
Özelleştirmeler, ihaleler, teşvikler, binlerce sermaye parmağının daldığı bir bal olan 2000’lerin ikinci yarısından itibaren büyümeleri hızlanır. İstanbul’daki fabrikaya 2009’da Malatya, 2013’te Urfa fabrikaları eklenir. Özallı yıllarda kozasından çıkan Özak, Erdoğanlı yıllarda Türkiye’nin en büyük hazır giyimcilerinden biri haline gelmiştir. Üç fabrikada 3 binden fazla işçi, 24 dikim bandı, aylık 650 bin adet üretim, yıllık 8 milyon adedi bulan ihracat, aralarında Levis, Marc O’Polo, Mustang, Polo Ralph Lauren, Zara, Guess, Hugo Boss, Massimo Dutti gibi küresel devlerin yer aldığı markalara fasonluk…
Gerçek sendikalar karşılarında olsa, bu servetler, bu kadar kısa sürede birikmez, birikemez. O yüzden uslu sendika Hak-İş’in uslu çocuğu Öz İplik’ten ayrılıp bağımsız bir sendikaya geçmek isteyen Urfa’daki Özak işçileri dehşete düşürüyor patronu. Bütün hırçınlığıyla, bütün imkânlarını seferber ediyor. Ve böylece 40 yıl akan bir nehrin oyduğu yatak tüm çıplaklığıyla çıkıyor karşımıza. Patron istedi diye Vali bütün kentte günlerce eylem yasaklayacak şekilde OHAL ilan ediyor. TOMA’ların motorları patron için hırlamaya başlıyor. Jandarma erleri kadın ve erkek işçilerin üzerine sürülüyor. Birtek-Sen Başkanı Mehmet Türkmen, çekiştirilip tartaklanarak gözaltına alınıyor. Düzenin yerel siyasetçileri sınıf arkadaşlarının, patronun yanına hizalanıyor. İşçiler bozgunculukla, kışkırtılmakla itham ediliyor. İstanbul’daki bir küçük Han köşesinden, Urfa’yı, Malatya’yı düzenin öteki güçleriyle birlikte neredeyse kendi derebeyliğine çevirme gücüne erişmiş bir sermaye. Sendika ve ücret, işçi sağlığı ve güvenliği isteyen çalışanları tehdit ediyor, karşılarına kolluk güçlerini dikiyor, bir koltuğunun altına Vali’yi ötekine jandarma alay komutanını alıyor. Türkiye’nin 40 yıllık hikâyesinin özeti gibi bir sahnede işçilerin karşısına çıkıyor. Korkuyor.