1980’lerde, 1990’larda TRT arızalanınca sabit duran necefli maşrapa misali geçiyor günlerimiz. Kendimizi bir camdan fanusun içine yerleştirip, sınırlı nefesimizi doğru kullanınca, “pozitif düşün her şey pozitif olsun” deyince her şeyin güllük gülistanlık olacağına inanıyoruz. Oysa kendimizi izole ederek, oksitleyerek bu “yeni 90’lar”dan kaçabileceğimiz sadece bir yanılsamadan ibaret.
Başlık, “90’ları dahi aşamamak” olmalıydı aslında. 80’ler gibi neo-globalizmin acımasız netliğinden, 2000’ler gibi dijital devrimin radikalliğinden uzak, araya sıkışmış, gri 90’ları yeniden yaşadığımız, hatta o yılların çok gerisine düştüğümüz konusunda son zamanlarda “çok alametler belirdi”. En önemli gösterge, İbo Show olsa gerek. Cem Yılmaz’ından Sabahat Akkiraz’ına kadar insanların katılmak için yarıştıkları bu program, hayatımıza yeniden arz-ı endam eyledi. Türkiye’nin son 40-45 yılına damga vurmuş, güzel sesli olduğu genel olarak kabul görmüş ancak karanlık işleri ayyuka çıkmış, her devirde iktidara kol kanat germiş İbrahim Tatlıses yeniden sahalara döndü. Hasta ziyareti tadında süren, bir yandan nostalji esintisi eşliğinde, yoğun duygusal moduyla kendini izlettiren, bir tür tatlı-ekşili yemek gibi… Türkiye’nin aynası adeta…
İkinci ibare, 90’larla özdeşleşen parti kapatmalarının yeniden gündemimize geri gelmesi. Türkiye’de değişmeyen tek şeyin, bu arkaik talebi dile getiren MHP’nin asla değişmeyen çizgisi olduğu gerçeği dimdik karşımızda. Kürt meselesinin sürekli sıcak tutulması, iç ve dış düşman imgelerinin temcit pilavı gibi önümüze konulması, bu konuların MHP’nin aslî varlık sebebi olmasından kaynaklanıyor. Bu da çok doğal olsa gerek, zira barış içinde, el bebek gül bebek yaşanılan bir ülkede MHP’ye ihtiyaç kalır mıydı?
En nihayetinde insanların bir anda kaybolmaya başladıklarına tanıklık etmeye başladık, tıpkı 90’lardaki gibi. Burada da değişen, Beyaz Toros’ların yerini Transporter’ların alması. Yoğun gündem içinde üzerinde durmaya vaktimizin olmadığı bir konu olsa gerek. 90’larda Susurluk kazasına giden süreçte olduğu gibi Çakıcı, Peker ve daha bilumum zevat, taşeron devlet aygıtları olarak hayatımızın içinde. Hatta Susurluk’ta deşifre olana kadar detaylandıramadığımız bu ilişki ağları, bugün açık kanallardan tehditler savurmakta beis görmüyor. Yine 90’larda medya, dönemin iktidarlarının arkasında dimdik durmuş olsalar da bugünkü pespayelikten ve alenilikten uzak olduklarını kabul etmek gerekir. 90’larda medyanın devletten nemalanması ve ona eklemlenmesi hali daha gizli yürütülürdü. En azından 365 günün istisnasız her günü, emekli zammı haberi yapmak kimsenin aklına gelmez, aynı gün bütün gazeteler aynı manşetle çıkmazdı. 32. Gün programında, tıfıl hallerinde dahi önemli işlere imza atmış olanların, bugün meczup meczup kahkahalar atarak iktidara yastık olacaklarını kimse tahmin edemezdi herhalde. Velhasıl kelam 90’ları aşan bir süreçten geçiyoruz. İnternet, sosyal medya ya da diğer nimetlerin varlığına rağmen, bu yaşadığımız baskıcı dönem yepyeni bir 90’lar anlamına geliyor. Günün birinde bu ülkeye demokrasi gelecekse önümüzdeki süreçte aşmamız gerekenlerin listesi gittikçe uzamaya başladı. ’80 askeri darbesi, değişmesi için girişimde dahi bulunulmayan ’82 Anayasası ve karanlık 90’lar, değişimin önündeki başlıca istasyonlar olacak. 141-142. maddelerin değiştirilmesi 80-90’larda hak mücadelesinde en çok dile getirilen talepleri arasındaydı. Şimdilerde ise neredeyse her alanda hak mücadelesi yapılmak zorunda. 90’larda ve elbette 2000’lerdeki her iktidar döneminde kol kola yürünülen FETÖ şarlatanları ile mevcut iktidarın arasının bozulmuş olması, geçen 25-30 yıldaki tek ayrıksı özellik olsa gerek. Lakin bu 30 yılda ülkeye adeta dinamit koyan FETÖ gitti, yerine cemaat adı altında başka yapılar geldi, bu anlamda da yine benzeşen bir dönemden geçiyoruz.
Bu elbette derin bir açmaz, kısır döngü, fasit daire… Zira sizi ilgilendiren bir yaşam alanı müdahalesine karşı çıkarken, başka alanda başka bir hak mücadelesine gücümüz yetmez oldu. Labirent içinde ayrı ayrı debelenen koskoca bir ülkeyiz sanki. Çıkış yolunu ararken çoğu zaman umutsuzluğa kapılan, böyle olunca da bireysel rahatlama yöntemlerine savrulan “avutulmuş çocuklar, çoktan sustu.” Cumhuriyet mitinglerine bel bağlamış, siyasetle 2000’lerde tanışmış beyaz yakalıların bilinçlileri ve elbette parası olanları kendilerini psikologlara ya da yaşam koçlarına emanet etti. Nefes terapilerinin nefes olacağına kanaat getirildi. Daraltılmış yaşam alanlarımızda, “embedded gazeteciler” gibi iliştirilmiş ve evcilleştirilmiş vatandaşlar olduk adeta. Pandemi sürecinin daha da körüklediği bu bireyselleşme hali, gücünü örgütsüz mücadelenin kutsanmasından alıyor elbette. Birkaç işçi direnişini bir kenara koyacak olursak, bırakın bir STK’ye gitmeyi ya da sendikaya üye olmayı, anne ziyareti yapamaz oldu insanlar. Bu içine kapanıklık hali, çoğu zaman da “Valla ben artık haberlere bile bakamıyorum, sosyal medya izlemiyorum, moralim çok bozuluyor” cümlelerinde ifadesini buluyor. Hal böyle olunca da ev sınırları içinde kurtarılmış bölgeler yarattık kendimize. Elbette bu son derece beyhude, geçici bir kendimizi kandırma hali. Zira sosyal medyaya bakmayınca, ülke gündeminden uzaklaşıp, yaşam koçluğu kitaplarının bize pozitif mesaj aşılamalarına bel bağlayınca, bizim dışımızdaki hayat güzelleşmiyor. Bu halüsinatif yaşam tarzını benimseyince, ülke neo-90’larda yaşamayı bırakıp 2021’e adım atmıyor. En basitinden milyonlarca çocuğun bilgisayarsızlıktan bir yıldır eğitim alamadığı gerçeği yok olmuyor, bir gerçek olarak karşımızda tokat gibi duruyor…
1980’lerde, 1990’larda TRT arızalanınca sabit duran necefli maşrapa misali geçiyor günlerimiz. Kendimizi bir camdan fanusun içine yerleştirip, sınırlı nefesimizi doğru kullanınca, “pozitif düşün her şey pozitif olsun” deyince her şeyin güllük gülistanlık olacağına inanıyoruz. Oysa kendimizi izole ederek, oksitleyerek bu “yeni 90’lar”dan kaçabileceğimiz sadece bir yanılsamadan ibaret. Peki çözüm? Bu soru da sürekli çözüm odaklı yaşayan ama somut hiçbir makro diyeceği olmayan beyaz yakalı dayatması aslında. Çözüm elbette öncelikle cam fanuslardan çıkıp, gerçeklerden kaçmamaktan geçiyor. İsterseniz, zamanında kadınların az ahını almamış olan İbo Show’u izlemeyerek işe başlayabilirsiniz. Sonrasını başka yazılarda tartışırız…